HAKk ERENLER

Cevapla
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

HAKk ERENLer!.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATÇI

Resim

Hayatı:
Denizli (Kızılcabölük Beldesi)'de doğdu (l2 / 2 / l96l). İlk ve orta okulu Kızılcabölük'te, liseyi Denizli Lisesi'nde bitirdi (1978). Uludağ Üniversitesi Necati Bey Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu (1984). Gazi Üniversitesi'nde "Hayretî Dîvânı'nda Din ve Tasavvuf" konusunda yaptığı teziyle Yüksek lisansını (1986); "Yûnus Emre Dîvânı-İnceleme-Tenkitli Metin" adlı teziyle doktorasını tamamladı (1990). Askerliğini, Çankırı Assubay Hazırlık Okulu'nda Öğretmen Asteğmen olarak yaptı. Silvan E. Meslek Lisesi'nde Edebiyat Öğretmenliğinden (1985-1986) sonra Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak atandı. Halen aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. MEB Yayınlar Dairesi'nde yayın kurulu üyesi olarak da görev yapan yazarın Klasik Türk Edebiyatı ve özellikle Türk Tasavvuf Edebiyatı sahasında yayınladığı pek çok araştırma bulunmaktadır.
Türk tasavvuf edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınır. Yazilârı, Millî Kültür, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Türk Dili, Türk Edebiyatı, Dolunay, Erguvan, Yedi İklim gibi dergilerde çıktı.
Yazar, Nükler Dr. Ebru Tatcı ile evli olup Hamid ve Nezahat'in babasıdır.
Uludağ Üniversitesi/Necatibey Eğitim Fak. Türk Dili Ve Edebiyatı Bl 1984.
Yüksek Lisansı: Gazi Üniversitesi. S. B. E. Eski Türk Edebiyatı 1986.


Resim

HAKk ERENLer!.

Bu bir acâib hâldir bu hâle kimse ermez
Âlimle dâvi kılar, velî değme göz görmez
İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâib sırdır, ilme kitâba sığmaz!.

Yunus Emre


Hocam Ümmî Sinân’ın yurdundayız. Vâhib Ümmî, Sinân Ümmî gibi büyük bilgeler yatıyor burada, Elmalı’da. Ümmî ne demektir?.:

-Ümmî, ümm kökünden geliyor. Ümm, anne demek. Ümmî, anaya mensub, anneye ait olan, anadan doğma anlamına gelir. Elmalı yöresinde yaşamış bilgelerin lakablarında kullandıkları bir sıfat olarak karşımıza çıkıyor, Ümmî. AbdulVâhib Ümmî, Talib Ümmî, Eroğlu Ümmî, Sinân Ümmî gibi zâtlar yaşamış burada. Bu tabi sadece okuma-yazma bilmeyen anlamında karşımıza çıkmıyor. Anneye mensub. Burada anne, Nur-ı MuhaMMedî sırrından kinâye kullanılmış bir ifâde. Dolayısıyla nur-ı MuhaMMedî’den tahsil görmüş, okumuş yâni hakikati tahsil etmiş anlamında kullanılıyor. Tabi bu tasavvufta da bir gelenek. Hz. Peygamber’in Ümmî olmasından dolayı, tasavvuf ehli kendisini Ümmî olarak niteliyor.

Yâni "MuhaMMedun Ümmîyyun" dendiği zaman ne anlayacağız?.:

-Hakikati tahsil etmiş kişi. Kısaca böyle diyebiliriz.

Eren nedir?.:

-Eren mâlum Türkçe bir kelime, "er"den geliyor. Er, eren nasıl ki vatanı için mücadele eden nefsini gerektiği zaman kurban eden, şehid eden ise er de eren de ondan kinâye ile nefsi ile mücadele eden bir kişi.

Derviş kime denir?.:

-Derviş, yokluğa talib olana denir. Derviş, Farsça’da "kapı eşiği" anlamına gelir. Eşikte olması için insanın eşiğe yatması lâzım, eşikte yok olması lâzım. Eşik, bir kapıdan içeriye girmeye vesile olduğuna gör, içeri hakikat kabul edilir, dışarı şeriat kabul edilir. Kulun, zâhirden batına intikal ederken yok olması gerekir. Derviş yokluğa talib, yok olan kişi anlamında bir kelimedir.

Yâni derviş, kendi nefsinde ölerek Allah’ın ebedi Hayy niteliğinde sonsuz olarak dirilen kimsedir öyle mi?.:

-Tabi, ilâhî sıfat içeri girince yokluğa talib olunca, yoklukta var olunca hayy sıfatı ile var olunmuş olunuyor. Hay oluyor insan. Âyete’l- kürsüdeki “hayyu’l- kayyum” sırrına mazhar olduğunu ifâde eder.

Anadolu’yu mayalayan pîrler var. Bunların kimisine “abdal” deniyor, abdal bir unvan, değil mi? Örneğin Pîr Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal’daki Abdal bir ünvan?.:

-Eyvallah... Ünvan ama manevî bir unvan. Abdal, kırklardan kinâye kullanılmış bir ifâdedir. Kökü, “bedel”dir, Arapçada, “tebarüz eden, değişen” demek. Nefsini ruha dönüştüren kişiye abdal denir. İbni Arabî ‘nin eserlerinde de abdal, kırklar anlamında kullanılmıştır. Hacı Bektaş-ı Velî’den sonra yaygınlaşan Rumeli Abdalları tâbiri de kırklardan kinâye kullanılmıştır. Dolayısıyla abdal, mânâ adamlarının ifâdesidir.

Kâmil insan kime denir?.:

-Kâmil insan, nefis merhalelerini tekmil edip, tamamlayıp, nefsini ruh etmiş insandır, kâmil insan kısaca.

Nefsin merhaleleri derken neyi kastediyorsunuz?.:

-Nefis merhaleleri mâlumunuz Kur’ân’da geçer. Altı nefis merhalesinden bahsedilir. Ancak bu nefis merhalelerini tamamlayan bizi kemâl sıfatı ile muttasıf olur. Bunlar iki sûrede isimlendirilmiştir. Şems ve Kıyamet sûrelerinde. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Mülhimme, Nefs-i Mutmâine, Nefs-i Râziye diye adlandırılır. Mutasavvıflar bunu altı makamdan izâh etmişlerdir. Nefs-i Kâmile ve Nefs-i Safiye diye isimlendirmişlerdir.

“Allah’ın ilk yarattığı nurdur” diye bir rivâyet var. Bundan ne anlamalıyız?.:
-Bir hadis söz konusu orada. Hz. Peygamber’den çeşitli rivâyetlerle gelen, Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur, aklımdır, kâlemdir vs. diye devam eden bir hadis-i şerif var. Bu hadis-i şeriften öğrendiğimiz kadarıyla, Allahın ilk yarattığı nur, Hz. Peygamber’i yarattığı nurdur. “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım…” hadisinden anlaşılacağı gibi âlem, onun hürmetine yaratılmıştır. Dolayısıyla bütün mahlukatta bu nurdan bir iz, bir nişân vardır. Bütün varlık nurdan ibârettir.

Velî kime denir?.:

-Velî, dost demek. Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu kazanmış insana velî denir. Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu kazanmakla onun tevhid sırrına mazhar olmak demektir. Dolayısıyla velî, Cenâb-ı Hakk’ın tevhid sırrını paylaştığı insandır.

İlahî hakikati en üst düzeyde idrak etmiş insanlar mı?.:

-Tevhid Sırrına mazhar olunca ilâhî hakikati de bilmiş olması gerekir. Tevhid, “birlemek” demek. Cenâb-ı Hakk’ın “Vahid” olduğunu biliyoruz. Bunu anlama sırrı tevhiddir. Cenâb-ı Hakk’ın birliğini, bütün varlıkta bedenli-bedensiz bütün varlıkta anlamadır tevhid.

Bir bilge, “İlim Allah’ı tevhid etmektir” diyor bunu nasıl anlamak lâzım?

-Bütün ilimlerden gaye, Cenâb-ı Allah’ın ehadiyet ile anlatılmaya çalışılan birliğine ulaşmak, birlik sırrına vakıf olmaktır. Fakat bu bir, bizim anladığımız anlamda bir değil. Sonsuzluk içinde birliktir, sonsuzun bir içinde görünme olayıdır. Yunus Emre’nin “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır” derken kastettiği ilimde aslında ilim sahibinin açılmasından ibârettir. İlimle âlem aynı kökten geliyor mâlumunuz, âlem de âlim de aynı kökten geliyor. İlim açıldığı zaman âlem, âlem açıldığı zaman ilim olur.

“Anadolu Mayası” deyince ne anlıyorsunuz?.:

-Tasavvuf kültüründe bir Maye-i MuhaMMedî tâbiri geçiyor. Bu, ruh-ı kudsîden kinâyedir. Kâmil insanların nefesidir kastedilen. O bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan kemâl ehli bir kişinin taşıdığı sır ile iç içedir. Maye-i MuhaMMedî, Peygamberlerden Hz. MuhaMMed’e aleyhisselâm, Hz. Peygamberden de, günümüze doğru kemâl sıfatıyla donanmış insanlara geçerek gelmiştir. Ve bu maya sözle ve gözle insandan insana intikal eder.

Sözle nasıl intikal eder?.:

-Meselâ Yunus Emre’nin nefesleri gibi deyişler, ilhamın bir kategorisi olan, ilham-ı ilâhî diyebileceğimiz kavram içinde değerlendirilebilir. Sözle böyle. Gözle ise mutasavvıfların nazar dediği şeydir. Hatta bu konuyla alâkalı şöyle bir anekdot aktarabiliriz. Mehmet Tevfik Bosnevî Efendi var imiş yakın dönem mutasavvıflarından. Yolda giderken herhangi bir çocuk gördüğü zaman durup nazar edermiş. “Efendim ne yapıyorsun?” diye sormuş günün birinde birisi. O da: “Aşı yapıyorum, aşı” demiş. Dolayısıyla maya, tabii ki, hamur mayasından, yoğurt mayasından anlaşılacağı gibi, bir şeyi kendisine dönüştüren şeydir. Bu insana inhisar edildiği zaman sözle ve gözle, bahsettiğimiz şekilde oluşan oldurulan bir şeydir. Yâni maya, kemâl sıfatlarının yaygın hale getirilmesidir. İnsandan insana aktarılması olayıdır. Nasrettin Hoca’yı da mâlum göle maya çalarken görmüşler. “Ne yapıyorsun hocam?” diye sorduklarında: “Maya çalıyorum!” demiş. “Tutmaz böyle bir şey mümkün değil!” dediklerinde, “Ya tutarsa!.” demiş. Tabii ki her insan bir deniz, bir göldür tâbiri câizse. İnsanlar mayalandıkça sözle ve gözle kemâl sıfatlarla donandıkça, çoğaldıkça güzel toplumlar oluşacaktır. Nasrettin Hoca’nın da özetle söylemek gerekirse toplumu bilinçlendirmek, kemâle yöneltmek için bir cümbüşünden ibârettir.

Anadolu’yu ilk olarak hangi bilgeler mayalamıştır?.:

-Mâlumunuz Anadolu fethedilirken Ahmed Yesevî Hazretlerinin gönderdiği dervişler, Horasan Erenleri tâbir edilen dervişler tarafından mayalanmıştır. Anadolu’nun her köşesinde Horasan Ereni kabri görülebilir. Bu zâtlar, Ahmed Yesevî’nin veya onun yetiştirdiği halifelerin eğittiği kişilerdir. Bunlar, tâbiri câizse başlarını koltuklarına alarak şehid olma arzusuyla yol çıkmış erenlerdir. Tabi ki Anadolu’nun fethinde toprak fethetme gayesi yok idi. Gönülleri fethetme gayesi vardı. Dolayısıyla bunlar, beldelerin fetihlerine değil gönüllerin fethine çıkmış insanlardır. Rumeli Abdalları denilen kişiler, Ahmed Yesevî’nin bizim tarihimize birer hatırasıdır. Ve Anadolu esasen, Rumeli Abdalları tarafından fethedilmiştir. Kılıçtan önce bunlar gönülleri fethetmişlerdir. Ve Anadolu’ya böyle girmişizdir. Elmalı’da bulunuyoruz şu anda. Elmalı’da Abdal Musa ve onun yetiştirdiği erenler menşei itibariyle Horasan erenlerindendir. Tâbiri câizse Teke yöresi de Kaygusuz Abdal’ın, Abdal Musa’nın kültürüyle donanmış yerlerdir.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

Ümmî Sinân Hazretleri kimdir?. Onun buraya getirdiği şey nedir?.:

Elmalı yöresinde iki büyük irfan hocası var, demin bunlardan birini arz ettim. Bir tanesi Abdal Musa ve onun yetiştirdiği kişiler tarafından kurulmuş ocak. 14.yüzyılda Elmalı’ya gelmiş. Hacı Bektaş-ı Velî’nin yetiştirdiği, onun baş halifesi diyebileceğimiz bir kişidir. Bu zâtın köyde kurmuş olduğu tekkede neşet etmiş olan bir irfan zemini, bir bilgelik damarı söz konusu. İzleri bugün de devam ediyor. Etkisi hâlâ devam ediyor. İkinci bir irfan hocası daha var Elmalı’da. O da 1596 senesinde vefât etmiş olan Vâhib Ümmî diye tanınan Halvetî erenlerinden, Yiğitbaşı Ahmed Marmaravî Hazretlerinin yetiştirdiği, Halvetîliğin orta koluna mensub bir eren tarafından ortaya konmuş bir ocak. AbdulVâhib Ümmî, Eroğlu Nuri diye bir zât yetiştirmiş, o da Elmalı yöresinde bu irfan ocağını devam ettirmiş. Eroğlu Nuri, AbdulVâhib Ümmî’nin yetiştirmiş olduğu 1600’lü yıllarda Elmalı’ya 20 km mesafedeki Alacadağ’da bir mevkide yaşamış ve cemâle yürümüş bir zât.

Ümmî Sinân, bu zâtın yetiştirdiği bir eren, Halvetî erenlerinden. İki tane eseri var. Biri “Mânâların Merkezi” isminde bir eser. “Kutbu’l-Mânâ”… İnsanların varlığa gelişiyle kendisini bilmesi olayını anlatan, tasavvufa giriş mahiyetinde küçük bir eserdir. İkincisi, “Divân”ıdır. Divân’ı, Yunus Emre çizgisinde yazmış olduğu iki yüz civarında nefesten oluşuyor. Bu ilâhîler halk tarafından tanınıyor, okunuyor, yaşatılıyor. Bestelenmiş bazıları. Meclislerde bugün de okunan ilâhîler. Ümmî Sinân Hazretlerinin tabiî ki pek çok kişi yetiştirmiş ama bunlardan bir tanesi var ki, şöhreti Avrupa’ya kadar yayılmış, Adalar’a, Avrupa’ya kadar yayılmış bir er kişi, Niyâzi Mısrî. Mısrî, büyük bir mutasavvıf. Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, İbn Arabî çizgisinde ortaya koyduğu eserlerle, İbn Arabî’nin Türkçe versiyonu kabul edebileceğimiz bir büyük zât. Elmalı yöresi bu irfan ocağını yaklaşık 350 senelik bir dönemde yaşatmış. Bugün Elmalı’da pek izi kalmasa da Niyâzi Mısrî’de o irfan yaşatılıyor..
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

Niyâzi Mısrî Hazretlerinin bilgelik ve edebiyat geleneğimizdeki yeri nedir?.:

Niyâzi Mısrî Hazretleri, Türk tasavvuf geleneği içinde özel bir yere sahiptir. Zirâ onun ortaya koymuş olduğu Divân, bir tasavvuf ilmihâlidir. Bundan şu anlaşılmalıdır. Bütün tasavvufî eserler, seyr-i sülukun bir boyutunu anlatır. Fakat Niyâzi Mısrî Divânı, seyr-i sülukun bütün veçhelerini anlatır. Dolayısıyla bir el kitabı gibidir tasavvufçular arasında tarih boyunca okutulmuş bir başucu kitabı gibidir. Bugün de okunmaya devam ediliyor. Bir özelliği en çok şiirlerin bestecisidir. Niyâzi Mısrî. İkincisi, basılmış divânlardan birisidir Türk edebiyat tarihinde. Bu, onun çok şöhretli olduğunu, yaygın bir şekilde okunduğunu gösteriyor. Yâni eserleriyle bir halk eğitimcisi. Sadece tasavvufî yönü olan bir kişi değil, bir halk eğitimcisi. Tabi ki Niyâzi Mısrî de eserinde Yunus dilini kullanıyor. Bir beytinde:

“Niyazi’nin dilinden Yunusdurur söyleyen
Herkese bir can gerekir, Yunusdurur can bana”
diyor.

Bu da Yunus’un bir dil kurucusu, bir mânâ dili kurucusu olduğunu gösterir. Zirâ Yunus Emre, Türkçemize mânâ elbisesi giydiren kişidir. Niyâzi Mısrî de bu mânâ elbisesini giydirmeye devam ediyor. Mısrî tabi çok derinlikli bir şahsiyet. Aynı zamanda medrese tahsili gördüğü için kelimelerle oynayan, ilmin şahikasında dolaşan bir zât. İrfanından dolayı içten içe bir mânâ kazanıyor şiirleri, eğer doğru İslam’ı, doğru tasavvufu bilmek istiyorsak Niyâzi Mısrî’deki bu derinliği kavramak zorundayız.

Modernler açısından, özellikle modern dönem şâirleri açısından Mısrî’yi anlamak, onun dünyasından beslenmek nasıl mümkün olabilir?.:

Tabi arada bir dil engeli var. Bir sözlük ve sembolizm engeli. Tefekkür edilerek çözülebilecek bir dil problemi var. Günümüzde tabi bu dili kaybettik biz. Çeşitli sebeplerle gelenekle aramızda bir yarılma oldu. Bu dili kaybettik. Yeniden bu dili inşa etmemiz lâzım. Bu da modern tekniklerle olabilecek bir şeydir. Yâni gençlerin bu dili çözmesi için görsel malzemeyle, roman, hikaye, şiir gibi iletişim ortamlarıyla yeniden gündeme getirip, yeni şerh denemeleri yapıp anlaşılır hale getirebiliriz. Nitekim Emine Işınsu Hanım, Niyâzi Mısrî’nin hayatını belgelerden hareketle romanlaştırdı. Gençler bu eserden istifâde ediyorlar, okuyorlar benim gördüğüm kadarıyla.

Bu mayanın günümüzde Anadolu’daki durumu hakkında ne düşünürsünüz?.:

Demin de bahsettiğim gibi maya, insan-ı kâmilden insan-ı kâmile veya kemâl sıfatıyla donanacak insan adaylarına aktarıla gelen ilâhî sırdan kinâyedir. Geçmişten günümüze doğru gelmektedir. Mevlânâ’lar, Yunus’lar hep bunun için mücadele etmişlerdir. İnsan yetiştirmeye çalışmışlardır. Benim mayadan anladığım budur. Günümüzde de, bundan sonraki dönemlerde de bu insan-ı kâmiller, sahip oldukları irfan ve aşkın bilgiyi taşımışlardır, taşıyacaklardır. Yâni bunun sonu yoktur. Önemli olan insanın uyanması, bu bilince ulaşmasıdır.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

Bu dile birâz nüfuz etmeye çalışalım dilerseniz, örneğin, “ete kemiği büründüm Yunus diye göründüm”den ne anlayacağız?.:

O beytin aslı “Eti derü büründüm/geldim size göründüm” şeklindedir. Bunun tabi Mevlânâ ile ilgili kıssası var Yunus’un menâkıbında. Hz. Mevlânâ’ya izâfeten nakledile gelmiş sözlü gelenek. “Ete kemiğe büründüm” diyor, tabii ki insan varlığının aslı Haktır, hakikattir. Çünkü Allah’ın nuru arzı ve semâyı çepeçevre kuşatmıştır, kaplamıştır âyet-i kerimeye göre. Âlemde kendi varlığından başka varlık yoktur ama tenezzül ettiğinde çeşitli sıfatlarda görünür. Biz de o görüntülerden ibâretiz. Varlığın hedefi insandır, insan-ı kâmildir, insan-ı kâmilin hedefi de Cenâb-ı Hakkı anlamaktır, bilmektir, birliğine vakıf olmaktır. Hakkı arayan kişi haktadır. “Ete kemiğe büründüm, geldim size göründüm” veya “Yunus diye göründüm” ifâdesinin arkasında da aslında “sûretim siyretimi temsil eder, siyretim haktır, hakikattir, haktadır. Biz bu varlığı da Hak’ta gark ettik, Hak denizinde yok ettik” diye kısaca anlamlandırılabilir.

Yunus kimdir? Nerede, ne zaman yaşamıştır?.:

Tabii Yunusla alâkalı tarihi bilgi ve belge çok az. Menkıbevî bilgiler var. Sözlü gelenekten yazılı geleneğe aktarılmış iki tane menkıbevî/destansı hayatı var Yunus’un. Birisi Bektaşî geleneğinden geliyor. O da mükemmel olarak “Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi” adlı eserde nakledilmiş. Uzun Firdevsî tarafından nakledilmiş. İkinci gelenek ise 18.yüzyılın başlarında yaşamış İstanbul’lu bir mutasavvıf olan İbrahim Has tarafından yaziyâ aktarılmış bir menâkıbnâmeden geliyor. Hacı Bektaş Velâyetnâmesi’nin bize naklettiğine göre, Yunus Emre, çiftçilikle uğraşan, fakir, ehli iyâli olan yâni evli ve çocukları olan bir kişi olarak karşımıza çıkıyor. İkinci rivâyette İbrahim Has’ın rivâyetinde ise, medrese tahsili görmüş, okumuş hatta ismi verilmemekle beraber bir şehirde müftülük yapmış, önemli mevkilere gelmiş bir kişi olarak karşımıza çıkıyor. Her iki gelenekte de Yunus’un Taptuk Emre adlı bir erenden ders aldığı, seyr-i süluk çıkardığı, tasavvuf terbiyesi aldığı anlatılıyor. Bunun dışında 16. asır tezkerecilerinden Aşık Çelebi, Tezkire’sinde Yunus’tan bahsediyor. Yunus orada da okumamış, “hurufu heceyi tahsil etmek istediyse de bunda başarılı olamamış ve medreseyi terk etmiş, sonra aşk medresesinde tahsil görmüş” biri olarak çıkıyor karşımıza. Daha sonraki dönemlerde Osmanlı eliti tarafından pek tenezzül edilmemiş Yunus’a.
Fakat sözlü gelenekte yaşamış. Meselâ Elmalı’da yaşayan ve 1596 tarihinde vefât etmiş olan Vâhib Ümmî tarafından yazılmış olan Divân’da şöyle bir beyit var;


Biz Yunusun sebakın evliyâdan işittik
Gizli değil belliyiz şimdi zaman içinde..

Yâni, biz Yunus Emre’nin divânını kendi hocamız tarafından tahsil ettik, okuduk, anlamaya çalıştık diyor. Vâhib Ümmî çizgisinde yetişmiş Niyâzi Mısrî de, o geleneğe mensub olduğunu, Yunus Emre’nin kurduğu dili kullanmış olduğunu, böylece Niyâzi Mısrî de belirtmiş oluyor. Ben bunları çeşitli eserlerimde derledim, alt alta getirdim. Sözlü gelenekte Yunus Emre’ye atıfta bulunan pek çok kişi var. Bu günümüze kadar böyle devam edip geliyor. Tabi bir şeyi unuttuk burada. Yunus, 13. asırda yaşamış yâni İbn Arabî’nin 1240 yıllarında, Mevlânâ’nın 1273 yılında vefât ettiğini biliyoruz. Yunus da, Beyazıt Kütüphânesi’nde bulunan bir belgeye göre, 1320-21 senesinde vefât etmiş. Demek ki Mevlânâ vefât ettiğinde Yunus 33 yaşlarındaymış. Mevlânâ’yı da görmüş. Kısacası Yunus Emre, 13. asırda yaşamış büyük bir Türk mutasavvıf.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

Yunus Emre gibi şahsiyetlerin Osmanlı medeniyetinin beslendiği değerler alanı açısından anlamı, önemi nedir?.:

Mevlânâ ve İbni Arabî’nin Osmanlı toplumunda irfanlarını kitabla, kitabî kültürle yaydıklarını görüyoruz. Yunus ise bilgeliği sözlü olarak yaymıştır. Bununda tek sebebi tabii ki dil. Yunus Türkçe söylemiş, Türkçe yazmış. Dolayısıyla Osmanlı’nın mayasında, Yunus, halkı, sözüyle sözlü kültürüyle beslemiş. Tâbiri câizse bir yaygın eğitimci, bir ahlâk eğitimcisi, bir aşk eğitimcisi denilebilir.

Aşk medresesi dediniz, aşk okulu nedir?.:


Aşk medresesinden kasıt, birinci derece mürşid-i kâmilin bulunduğu mekândır, ortamdır, mürşid-i kâmilin kendisidir, bir binâ değildir. Sırası, masası, öğrencileri olan bir yer değildir. Bir kâmil insanla gönül ilişkisidir. Aşk medresesinden kasıt budur. Mekânsız, lâmekân bir kavramdır bu.

Bu anlamda Hz. Mevlânâ ile Hz. Şems’in ilişkisini nasıl değerlendireceğiz?.:

Onlar da aşk medresesinin müderrisleridir. Mevlânâ olsun, onu yetiştiren Şems-i Tebrizî olsun aşk medresesinin müderrisleridir. Aşk medresesinin müderrisi, Çalap’tır Yunus Emre’ye göre. “Çalap müderris bize aşk hod medresesidir” diyor. Çalap, Moğolca’dan ödünç aldığımız kelimelerden. Yunus’unda çok kullandığı bir kelime, Tanrı demek. Veya Hak kavramıyla karşılayabileceğimiz bir kavramdır. Zâten Aşık Çelebi de söylemiştir, “aşk okulunda okumuştur” diye.

Niyâzi Mısrî’nin kılavuzu, “zâhiri ilim talebinden vazgeçmedikçe, ledün ilminin kapıları sana açılmaz” diyor. Bundan ne anlamalıyız?.:

Niyâzi Mısrî daha çok, rüyâsıyla hareket eden bir kişi mâlumunuz. Rüyâsında Abdülkadir Geylanî’nin söylediği bir ifâde bu: “Zâhir ilim talebinden vazgeçmedikçe hakikat kapilârı sana açılmaz” diyor mânâda. Bu, mutasavvıfların zâhiri ilme karşı olduklarından değil, zâhiri ilmin bir noktasından sonra hakikati arayan kişiye perde olacağından kaynaklanır. Niyâzi Mısrî de el-Ezher’de okumuş, önemli bir tedrisattan geçmiş, bir büyük müderris olmuş. Fakat elde ettiği bilgilerle yetinmemiş mutasavvıflardan. Dolayısıyla ilim kapıları, hakikat kapıları açılmayınca zâhiri ilimlerden vazgeçmek, kitabları rafa kaldırmak zorunda kalmış. Ve daha sonra Anadolu’da Ümmî Sinân tarafından hakikat ilmine vakıf olmuş erenlerden bir tanesi.

Ballar balını bulmak ne demek?.:

Efendim mâlumunuz tasavvuf kültüründe bir sembolizm var. Bu sembolizmin kaynağı, âlem-i misâldir. Bal da, deniz, derya, ırmak gibi kavramlar da tabiî ki hakikat âleminde mukabili olan, sembolik bir karşılığı olan hakikatlerden ibârettir. Bal, bu mânâda hakikati temsil eder. Bir yerde süzme bal olarak hakikati değerlendiriyor. “Ballar balını bulmak” taki bal hakikattir. Her makamda dört kademe olduğunu düşünüyor Yunus. Dörtlü bir sistem var Türk tasavvufunda Ahmed Yesevî’den beri gelen. Dolayısıyla ballar balını bulmak, hakikatle derinleşmek, tevhid-i hakikiye vakıf olmak, vasıl olmak anlamında kullandığı bir ifâde.

Dükkanım yağma olsun diyor, o dükkan neresidir?.:

Dükkan da beden anlamındadır, nefis veya can da diyebiliriz buna. “Dükkanım yağma olsun” derken tabiî ki bedenin mutlak yokluğu söz konusu değil. Nefsî bedenin, nefsî varlığın veya can denen emmârenin Hakka ait olduğunu anlama olayıdır, yâni bilinçtir.

Assı ziyândan geçtim?.:

Evet, kârdan ziyândan geçtim şeklinde de bir ifâde var. “Assı ziyândan geçtim, dükkânım yağma olsun”, tam söylemek gerekirse. Kâr-ziyân, Cenâb-ı Hakkın, Cemâl ve Celâl sıfatlarıdır. Ne zamanki insan tasavvuf yolunda cemâli ve celâli birlerse o zaman hakikate ulaşır. Çünkü ikilik yoktur hakikatte birlik vardır. Yunus’un söylediği kârdan-ziyândan geçmekte tabi çok derin bir mevzu’. Biliyorsunuz tasavvufta “beyat” diye bir kavram var “biat veya beyat” diye bir kavram var. Beyat, alışveriş yapmak demek kâr alışveriş biat eden bir derviş mürşidiyle veya bir insanı kâmille alışverişe girer. Bir şey verecek karşılında bir şey alacaktır. Zâhiri âlemde nasıl karşılıksız bir şey alamıyorsak manevî âlemde de karşılıksız bir şey alamayız. Bir şey vermemiz lâzımdır. O nedir? Vehmî benliktir, mutasavvıfların vereceği şey vehmî benliktir. “Al gider benden benliği, doldur içime senliği” diyor. “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan” diyor. Vereceksin ki alasın. Dolayısıyla beyatın hakikati alışveriştir. Alışverişte ne vardır? Kaâr ve zarar vardır. Hakikate talibler kâr ve zarar düşünmezler. Varlıklarının tamamını Hakka verirler, yokluk bilincine ulaşırlar. Zâten tasavvufun tanımında yokluk bilincine ulaşmak, o noktada hakkın varlığıyla var olmak olayı gerçekleşecektir.
İbn Arabî Hazretleri, “sadakaların en büyüğü insanın bizzât kendisini tasadduk etmesidir” diyor…
Evet, aynı dünyanın sözleri bunlar.


Fenâ kavramı bununla ilgili galiba?.:

Evet… Fenâ, yokluk demek biliyorsunuz. Fâni, yok olan demek. Tasavvuf ehlinde mutlak yokluk yok. Yokluk bilinci var. O bilince ulaşınca fenâ denilen hal gerçekleşir. Çünkü varlığımız vehmidir. Müstakil bir varlık izâfe etmeniz kendimize vehmidir. Bunun giderilmesi lâzımdır. Tevhid olayı bunun giderilmesiyle alâkalıdır. Tevhide ulaşan, vehmi benliğinden kurtulur soyunur, o noktada fenâdan bekâya geçer. Yâni kalıcılığa geçer ve Cenâb-ı Hakkın Samediyetine ulaşır. Samediyet bilincine ulaşır.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »

Yunus Emre’nin bir nutku var, “ben söylerem ben dinlerem/kimse dilim bilmez benim”. Burada söz ettiği dil nedir ve insanların halini dilini bilmemesinden ne anlamak gerekiyor?.:

Evet, Yunus’un, “ben bir aceb ile geldim kimse hâlim bilmez benim/ben söylerem ben dinlerem kimse dilim bilmez benim” dediği nokta Vahdet Noktası tabii. “Ben bir aceb ile geldim”, diyor öncesinde. Bundaki il, makam karşılığıdır. Biliyorsunuz, “şeriat tarikat yoldur varana, hakikat mârifet andan içeri” diyor. Dört makam söz konusudur insanın seyr-i sülukta geçireceği. Şeriattan tarikata, tarikattan mârifete ve hakikate yükselinir. “İl” derken, hakikati ifâde etmiş oluyor Yunus, hakikatin sembolü. Bu makama yükselmeyen kişi onun halinden anlamayacaktır. Çünkü her makamın kendine göre hali vardır. O noktada hakikat ehlinin hali anlaşilâmayacaktır. Ve burada Cenâb-ı Hak diyor ki; “Ben, bana nafilelerle yaklaşan kulumun gören gözü, konuşan dili, yürüyen ayağı olurum.” Bu durumda kul, devre dışı kalacaktır, nefsi varlığı yok olacaktır. Orada yürüyen, bakan, kılan Cenâb-ı Hak olacaktır. Vahdet onda tecelli etmiş olacaktır. İşte, “ben söylerem ben dinlerem kimse dilim bilmez benim”, hakikat ifâdeleridir. Buradaki ifâdeler Yunus’un dilinden Cenâb-ı Hak tarafından söylenmiştir. Yâni görüntüde Yunus olsa bile söz Hakk’a aittir. Onun için kim anlayabilir bu sözleri? Hak ve Hakikate ulaşan anlayabilir. Orada ikilik olmayacağı, sen ben defteri dürüleceği için tâbiri câizse kendinden kendine konuşur Cenâb-ı Hak.

Yunus Emre’nin söz ettiği, “kimse dilim bilmez benim” dediği dil, bizim bilgelik geleneğimizde, şâirlerin söz ettiği “kuşdili” midir bu?.:

“Benim dilim kuşdilidir, benim ilim dost ilidir. Ben bülbülüm dost gülümdür bilin gülüm solmaz benim” dediği kuşdili. Bu, mâlumunuz Kur’ân’da, “Biz Süleymân’a kuş dili öğrettik, matıku’t- tayrı öğrettik” diye geçiyor. Demek ki Süleymânlık makamı kuşdilini çözme makamı olarak niteleniyor Kur’ân’da. Peki, nedir bu kuştan kasıt?. Kuş, Ehlullahtır, Allah dostu olmaktır, sembolik olarak. Burada kastedilen kuşlar da göçmen kuşlardır, her kuş değildir. Mutasavvıfların ehlullah olarak, Allah Ehli olarak değerlendirdikleri kuşlar söz konusu ise bu göçmen kuşlardır.

Neden göçmen kuşlardır?.:

Nasıl ki göçmen kuşlar soğuk ülkeden sıcak ülkeye göçerlerse, Allah Ehli kişiler de maddeden mânâya, dıştan içe, zâhirden batınâ göçmüşlerdir. İçte derinleşmişlerdir, içselleşmişlerdir. Bu yüzden göçmen kuş mecazî kullanılır. Kuşların yâni Allah Dostlarının dili de remzidir. Buradan hareket edecek olursak kuşdiliyle mutasavvıfların kendi aralarında makamsal olarak kullandıkları dil karşımıza çıkar. Olay budur. Niyâzi Mısrî’nin de ‘mantıku’t-tayr’a atıfları var birkaç beytinde. Yunus bunu Türkçeleştirmiş, kuşdili demiş.: “Süleymân kuşdili bilir dediler/Süleymân var Süleymân’dan içeri” diyor. Burada Süleymân, zâhirdeki Süleymân değil. İçimizdeki, uyanmış veya uyanmamış bir makam olarak Süleymânlık Makamından bahsediyor. Burada tabi meseleyi iyi anlamak için Peygamberlerin her insanda gizli manevî bir makamı temsil ettiklerini bilmek lâzım. Buradan hareket edecek olursak Süleymânlığın insanda tecelli etmesi, insanda varlığın çözümlenmesi olayıdır. Eşyanın o şahsa açılması olayıdır. Bu da kademe kademe olacaktır. Evvelâ insan insanı çözecektir. Bilâhare insan hayvanat âlemini çözecektir, bitkiler âlemini çözecektir, maddeyi çözecektir. Yunus ta bir yerde bu kademeleri değerlendiriyor. “Aslı madende idik, kaygusuz gâni idik” diyor. Bizim aslımız madende diyor. Maddeye kadar inmiş ve oradan kendi aslını seyretmiş. Kısaca söylemek gerekirse kuşdili, varlığın bir insan-ı kâmil tarafından çözümlendiği noktadır.

Dört makamdan söz ettiniz, peki kırk kapı nedir?.:


Dört kapının kendi içinde onar tane tasnif edilmiş bölümleri var. İnce detayları var tâbiri câizse. “Dört kapıdır, kırk makam, yüz altmış menzili var” diyor bir yerde Yunus. Her kapı kırkar makam olduğuna göre dört kere kırk, yüz altmış eder. Demek ki yüz altmış menzil var. Burada edep ve erkân makamlarının, ilim ve irfan makamlarının detayları söz konusudur. Burada tek tek saymak mümkün değil bunları. İlim sahibi olmak, hilm sahibi olmak, güzel ahlâk sahibi olmak, yalan söylememek, gıybet yapmamak gibi detayları var. Hepsi alt alta gelince yüz altmış menzil ediyor. Yüz altmış menzili geçtikten sonra dört kapı bize açılacaktır onu demek istiyor..

Hümânizmle Yunus Emre’nin bir ilişkisi var mı? Hümânist olarak nitelenebilir mi?.:

Hümânizmi bir felsefi çerçeve içinde değerlendirecek olursak Yunus hümânist değildir. Yâni Batılı bir felsefe çerçevesinde değerlendirecek olursak Yunus hümânist değildir. Ama insan sevgisi Yunusta yok mudur vardır. Hatta fazlasıyla vardır. Fakat Yunus felsefi mânâda hümânizmin felsefesi içinde değerlendirilecek bir kişi değil. Daha büyük bir kişi çünkü “Hakkı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir” diyor. Batılı hümânizm tanrıtanımaz bir felsefe mâlumunuz. Kiliseye karşı başkaldirânların ortaya koyduğu bir sevgi anlayışı ve insanı ilâhlaştirân bir anlayış. Yunus’ta böyle bir şey yok. İnsanın ilâhlaştırılması, tanrı tanımama gibi bir şey yok. Bilâkis bütün varlığı kucaklayan bir sevgi anlayışı var. Demin de arz ettiğim gibi, “Hakkı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir” diyor. Hak nedir? Varlığın aslı. Görünen görünmeyen bütün varlığın aslıdır Hak. Dolayısıyla bunu topyekûn kucaklayan, “dağlar ile taşlar ile, seherlerde kuşlar ile” bir bütün olarak kucaklayan bir Yunus var karşımızda. Bu mânâda hümânizm küçük gelir, dar gelir Yunusa. O hümânistlerden daha büyük bir sevgi anlayışına sahip. Zâten İslam mutasavvıfları, aşk kavramını Cenâb-ı Hakkın bizzât kendisidir diye anlatırlar. Cenâb-ı Hakkın bir adı da sevgidir, aşktır yâni. Dolayısıyla Yunus’un sevmemesi, âşık olmaması gibi bir durum söz konusu olamaz.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »


Neden 13. yüzyılda yaşamış bir insan bugünün dünyasının yaşadığı krizler için bir referans olsun?.:


Mutasavvıfların ortaya koyduğu reçeteler, zaman ve mekân üstüdür. Her devri ihtivâ eder, kapsar. Kur’ân nasıl zaman ve mekân üstü bir kitapsa Kur’ân’ın çizgisinde yetişmiş insanlarda Yunus’un bir yerde şöyle bir ifâdesi var ; “Kur’ân kendisi olmuş, kendi Kur’ân içinde” insan-ı kâmili târifi ediyor. Kur’ân kendisi olmuş. Kur’ân-ı natık kendi Kur’ân içinde. Kur’ân’ın hedeflediği insan, insan-ı kâmil, insan-ı kâmilin de sözleri Kur’ân’dır. O Kur’ân’ın dışında bir şey söyleyemez. Dolayısıyla kendi Kur’ân içinde. Ya da Kur’ân’ın tanımladığı bir insan haline gelmiş insan-ı kâmilin sunduğu reçeteler, zaman ve mekân üstüdür. Günümüzde ne tür problemler varsa onun karşılığı Yunus’ta ve onun çizgisinde yetişen Niyâzi Mısrî’de, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi büyük zâtlarda vardır. Dolayısıyla her devirde kullanılabilecek, her devirde yararlanılabilecek görüşleri vardır Yunus’un.

Özellikle Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin teşekkülünde, kurumsallaşmasında, farklı alanlarda bir varlık ortaya koymasında, güzellik alanında, sanatta, iktisadi hayatta meyveler vermesinde sufî geleneğin, dergâhların nasıl bir işlevi olmuştur sizce? Nakşîliğe, Kadirîliğe, Halvetîliğe, Bektaşîliğe, Mevlevîliğe baktığımız zaman, bu geleneklerin medeniyetimize zeminin oluşturma, o zemini besleme bakımından nasıl bir fonksiyonu vardır?.:

Bu tabi bir kitaplık cevabı olan bir soru. Bir kere tekke, dergâh, hangâh denen kurumlarda insan yetiştiriliyor. Eğer yozlaşmamış şekliyle, gerçek işlevleri içinde değerlendirirsek bunlar birer insan-ı kâmil tezgâhı. Oraya insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın da insanların da arzu ettiği insanlık noktasına ulaşmak için gelmişler ve bu ocaklarda kâmil insanlar yetişmiş. Kâmil insan yetiştirmek için de bu mürşid-i kâmiller her türlü iletişim ortamını kullanmışlar. Güzel şeyleri kullanmışlar, musikîyi kullanmışlar, fütüvvet geleneğindeki bütün ahlâkî ve insânî değerleri kullanmışlar. Bir araç haline getirmişler. Dolayısıyla buralara sadece bir insan-ı kâmil fabrikası değil, estetik bilgi üreten, bilgelik ürüten, değerler üreten mekânlar olarak ta bakmak lâzım. Türk musikîsini, Türk resmini, Türk hat sanatını meselâ Mevlevî kültürü olmadan düşünmek mümkün değildir. Bir tekke musikîsini, Türk sanat musikîsini veya halk musikîmizi, Halvetî geleneği olmadan düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla bunların bir estetik uzantısı var. Bir de ahlâkî ve irfânî kavramları en iyi şekilde hazmetmiş insan-ı kâmil yetiştirmiş bir mekân olarak ta değerlendirmek gerekir.


Halvetîliğin ayırt edici özelliği nedir? Diğer geleneklerle kıyaslandığında nasıl bir ayrıcalık göze çarpıyor?.:

Mevlevîlik, Bektaşîlik, Kadirîlik, Rıfaîlik hiçbir tarikat geleneği diğerinden ne üstün ne de alçaktır, böyle bir şey söz konusu değildir. Fakat tâbiri câizse Halvetîlik medreseliyle okumamış kesimi buluşturan, ortada iki ayak üzerine yükselen bir tarikat olmuş gelenekte. Hem elit tabakaya hem halk tabakasına hitap eden bir gelenek ver Halvetîlikte. Kurmuş oldukları adab, erkân ve gelenek bu şekilde ortaya çıkmış. Tarih boyunca böyle.

Bizim irfan tarihimiz içinde Niyâzi Mısrî ne ifâde eder?.:

Niyâzi Mısrî, Mevlânâ, İbn Arabî ve Yunus Emre’nin birleştiği noktadır, bileşkesidir yâni. O tabiî ki aşk ve irfan hayatımızda anlaşılması zor olan İbn Arabî’yi anlamış, hazmetmiş, tâbiri câizse yutmuş bir kişi. Hz. Mevlânâ’nın da bir aşk adamı olarak ortaya koyduğu, vaz’ ettiği bütün değerleri kısa ve öz biçimde ortaya koymuş bir insan. Ve bunları yaparken Yunus dilini kullanmış. Öz be öz Türkçeyi kullanmış bir kişi. Bu Niyâzi Mısrî’nin önemli bir vasfı. Çok önemli bir vasfı daha var o da şu: Niyâzi Mısrî çok telifleri olan bir kişi değil. Yâni irili ufaklı otuz beş eser ortaya koymuş, bir de Divân’ı var ama telifleriyle çok önemli bir kişi değil. Fakat Divânı çok önemlidir Niyâzi Mısrî’nin. Sebebi de Türk tasavvuf geleneğinde hiçbir Divân-ı İlahîyat, seyr-i süluku yâni mânâ yolculuğunu bir bütün olarak anlatmaz. Niyâzi Mısrî'nin Divân’ı bir bütün olarak anlatır. Yâni orada manevî yolculuğun her türlü safahatı vardır. Dolayısıyla mutasavvıflar kendisinden sonra hatta kendi döneminde bile onun ortaya koymuş olduğu bu Divân-ı İlahîyat’ı bir ilmihâl olarak değerlendirmişlerdir. Özelliği budur eserinin. Bir de hiçbir tarikat gözetmeden Niyâzi Mısrî ortak kültür haline gelmiş, Divân’ı ortak bir kitab haline gelmiş, bir halk kitabı olmuştur..

Hz. Mevlânâ hangi burçtandır?.:

Hz. Pîr, biliyorsunuz önceleri bir müderris. Yâni kitabî ilimlere vakıf bir kişi idi. Sonra aşka yöneliyor, aşk okumaya çalışıyor ve irfandan aşka geçiyor. İbn Arabî’de meselâ irfan hep başta olmuştur ama Yunus tamamen aşk ile irfana ulaşmış bir kişi. Hedef tabi irfâni bilgidir fakat bunun malzemesi aşktır. Hz. Mevlânâ bunu sonradan elde ediyor Yunus bunu baştan elde ediyor. İbn Arabî ise aşkı ikinci planda bırakmış irfanı öne almıştır. Ayırt edici vasıfları bunlardır.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: HAKk ERENLER

Mesaj gönderen çilekeş »


Seyr-i süluk nedir?.:

Seyir, kullandığımız bir tâbir, gezerek görerek gitme olayı. Süluk ta bir yoldan gitme demek. Bir meslekten gitme, bir meslek sahibi olma. Meslek, süluk aynı kökten geliyor “bir yoldan gitme” demek. “Bir usulü benimsemek” demek. İkisi beraber olduğu zaman “mânâ yolundan gitme, hem de seyretme” anlamına geliyor. Bunu içselleştirmemiz lâzım. Seyr-i süluk, içimizde iç dünyamızda, kendi hakikatlerimizi seyrederek derinleşme olayıdır. Bu tek başına olacak bir şey değil. Nasıl Peygamberler, Cebrâil Aleyhisselâm vasıtasıyla yetiştilerse, insanlar da vahye dayalı yetişmiş bir insan-ı kâmilin kılavuzluğunda seyr-i süluk çıkarabilirler. Mânâ yolculuğu yapabilirler. Yunus'tan örnek verecek olursak;
“Yunus bir doğan idi kondu Taptuk kuluna/Ava şikâre geldi bu yuva kuşu değil” diyor. Yâni doğan dediği burada doğan kuşu, mâlum terbiyeye müsait bir kuş. Yunus bir doğan idi kondu Taptuk kuluna. Doğan kuşu terbiye edildikten sonra kolda taşınır av için. Taptuk Emre yanında terbiyeden geçti, şikâra geldi, av avlamaya geldi bu yuva kuşu değil diyor. Serçe gibi güvercin gibi bir yuva kuşu değil. Yâni zâhid değil, hazırdan beslenen bir kuş değil. Bizzât avcı bir kuş, yetişen kuş, hikmet avcılığına geldi demek istiyor orada. Dolayısıyla konuyu birâz uzattık. Seyr-i süluk bir mânâ yolculuğudur. Aynı Yunus'un Taptuk Emre tarafından yetiştirilmesi gibi bir mânâ adamı tarafından kişinin kendi içinde derinleşmesi, içinde gizli olan hazineleri hikmetleri açığa çıkarma olayıdır.


Wıttgensteın: “insanın filozofların sorunlarını çözmek için onlardan daha çılgın olması gerekir” diyor. Sufî geleneğe baktığımızda geleneğin doğasında böyle bir nitelik olduğunu söyleyebilir miyiz?.:

Tabii ki… Dervişlik çılgınlıktır. Aklın da aşılması, onu da kuşatan daha aşkın bir varlığa katılmaktır. Tabi konuşu veya malzemesi aşk olan bir yapıdan bahsediyoruz, tasavvuf malzemesi aşk olan bir gelenektir. Âşığın da aklı ve dini yoktur kısaca söylemek gerekirse. Yâni çığır olacak tabi bir şeyi başarması için aşka yönelmesi gerekecek ve aşkta da aklı rafa kaldirâcaktır. Sadece aklı değil, bütün varını yağmaya verecektir.

Bizim geleneksel şiirimizde sembolizm alanları var. Meyhâne ve yüz sembolizmi…Özellikle meyhâne sembolizmini kullanan bilge şâirlerimizin nefeslerini anlamak bakımından da bir güçlükle karşı karşıyayız, ne dersiniz?.:

Tabi meyhâne deyince yanında mey olacak, yanında sâki olacak, humhâne tâbiri girecek işin içine. Belki de muğbeçe, mey dağıtan veya pîr-i mugan tâbirleri girecek. Diğer taraftan, meyin karşılığı aşk, meyhânenin karşılığı aşk dağıtılan yer, meyhâneci, aşk dağıtıcı, sâki gibi değerlendirilecek. Bu çok temel sembollerden bir tanesi. Bunun dışında bazı mutasavvıf şâirlerin ön plana çıkardıkları semboller var. Meselâ ney. Ney sembolü Mevlânâ ile daha önce olmakla beraber yeniden gündeme gelmiştir. Bir kültürde dönüşmüş sembollerden birisi. Meselâ Yunusta da var buna benzer su motifi dolap motifi. Meselâ âşık Yunus’ta dolap motifi var. “Dolap niçin inilersin, derdim vardır inilerim” diyor. Su dolabından bahsediyor. İnsanın devri, insanın tekâmülüyle alâka kuruyor su dolabıyla. Su dolabı tâbiri câizse insanın manevî tekâmülünü soyutluyor. “Suyumu alçaktan çekerim dönüp yüksekten dökerim” diyor. Burada ağlayan bir âşık motifi çiziyor. Bir başka yerde akan bir su, başka yerde nehir, deniz göl gibi semboller karşımıza çıkıyor. İbn Arabî’de de mâlum ayna motifi çok ön plandadır. Bütün bu sembollerin âlem-i misâlde bir karşılığı vardır. O karşılıkları bilmediğimiz zaman söylenen meramı anlayamayız. O karşılıkları bildiğimiz zaman manevî değerlerini bildiğimiz zaman, âlem-i misâldeki değerlerini bildiğimiz zaman bunlar bize ayan beyan görünecektir.

O zaman onlar hem müşahedelerden geliyor hem de o düzeneği çözmek için bizim ön bilgilere, ön okumalara ve ruhsal bir hazırlığa ihtiyacımız var? Yunus şiirlerini anlayabilmemiz bugün bizim açımızdan nasıl mümkün olacak?.:

Yunus’un, Niyâzi Mısrî'nin, Mevlânâ’nın kullanmış oldukları sembolleri tefekkür yoluyla bir noktaya kadar çözebiliriz. Mutlaka o ruhi tecrübeyi yaşamak lâzım. Meramı tam olarak nedir diye çözmeye kalkarsak o Ruhî Tecrübeyi yaşamamız gerekiyor. Başka yolu yok. Onlara benzemeye çalışmak lâzım, sık sık tefekkür etmek lâzım, okuma faaliyetlerinde bulunmak lâzım. Bir gün kendiliğinden çözülecektir.

Gelenek yeniden kuruluyor mu bu şekilde?.:

Gelenek aslında ölmüş değil. Meselâ şiir yoluyla veya diğer estetik alanlar yönüyle günümüzde pek fazla icrâ edilmiyor zannedilse de başka başka alanlarda bunlar mutlaka yaşıyordur. Fakat neden olmasın? Çağdaş bir ifâdeyle neden Yunus yeniden ortaya konmasın veya yeni Yunus’lar ortaya çıkmasın?. Bu tabii ki mümkündür. Fakat hiçbir zaman unutmamak lâzımdır ki sufîlerin bu ilimleri başka şeylere dönüşerek günümüze intikal etmiştir. Mutlaka şiir vasıtasıyla intikal edecek diye bir şey yoktur. Romana dönüştürülebilir, hikâyeye dönüştürülebilir, medyada gösterilecek görsel bir malzemeye dönüştürülebilir. Bunlar bir şekilde yaşıyor ve yaşatılacaktır.

“Malamat olmak” diye bir tâbir var Malatya’da hocam, bunun Melâmilikle ilgisi var mıdır?.:

Tabi bu halka yansımış şekliyle rezil olmak rüsvâ olmak anlamında bir tâbir. Melâmet. Esasında Kur’ânî bir tâbir bu. Maide Sûresinde yanılmıyorsam, “Onlar kınayanların kınamasından korkmazlar” deniyor. Ve bu âyette de kınayanın kınamasından korkmayan insan, insan güzeli insanlar bazı vasıflarıyla söz konusu ediliyor. Meselâ orada cihâd kavramı geçiyor. Cihâd içe dönük düşünüldüğünde mücâhade kavramı çıkar. Melâmiler mücâhade ehlidirler. En önemli vasıfları bu. Nedir bu mücâhade? İç ile, nefis ile savaş. Melâmi’nin bir numaralı vasfı, dışarıda düşman aramaması, en büyük düşmanı nefsi bilmesidir. Onlar düşmanı olmayan kişilerdir. O zaman bir tek düşman kalıyor nefis. Bununla mücadele eden kişilerdir. Bununla mücadele ederken de her türlü şekilciliği kırması gerekir. 17. asırda yaşadığını sandığım bir şâir var Kul Nesimî. Bektaşî geleneğinde yetişmiş bir zât. “Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime/ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne?” diyor. Melâmet hırkasını giymek diye bir tâbir kullandı burada bu nedir? Böyle bir hırka yok. Terziden alınmış, dikilmiş, diktirilmiş böyle bir hırka yok. O zaman neyi kastediyor? Kendisine bağ olan, perde olan, gerek halktan gerek eşyadan gerek ibâdetten kendisine perde olan her şeyi kırma olayıdır, yok etme olayıdır. Melâmi her türlü şekilciliği kirân, Hakka yönelen, Hak ile Hak olan kişidir. Bu bakımdan Melâmet tasavvufta zirvedir. Hatta İbn Arabî’nin ifâdesiyle söylersek: “Peygamberlikten sonra en yüce makamdır”. Aslında Melâmilik diye bir tarikat var. Fakat melâmet ortak bir kültürdür, bir neşedir, bir neşvedir. Dolayısıyla “Melâmi Neş’e” diye bir tâbird e kullanılıyor. Bütün tarikat ehli kişiler içerisinde Melâmi Neş’esine sahib kişiler de vardır. Bundan kasıt, demin arz ettiğim gibi şekilciliği kırmış kişilerdir. Her türlü bağdan kurtulmuş insanlardır. Mevlânâ’da Yunus’ta hepsinde vardır. Meselâ Hz. Mevlânâ diyor ki; “kır oğul zinciri, hür gez, hür konuş, yok mudur altından gümüşten kurtuluş?”. Birisi altına, gümüşe takılmış kalmıştır. Öbürü dünyevi saltanatlara, etiketlere takılmış kalmıştır. Bu takınılan her türlü şeyden arınma kurtulma faaliyetidir Melâmilik.

(*) Gazi Üniversitesi
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön