BALTA AYAKLILAR
Gönderilme zamanı: 09 Ağu 2011, 13:06
Balta Ayaklılar
Saat on ikiyi gösterince, masanın üzerine yığılmış onlarca dosyaya aldırış etmeden elindeki işi yarıda bırakıp öğle yemeği için bürodan çıktı. Hava o kadar sıcaktı ki, bürodan dışarıya adımını atar atmaz bir damla ter burnunun üzerinden şıp diye yere damladı. Elini, beyaz üzerine mavi çizgili gömleğinin cebine götürüp mendilini çıkardı. Mendili dörde katlayıp önce alnına, sonra burnuna, sonra çenesine, sonra da yanaklarına sürüp tekrar cebine yerleştirdi. İçine cüzdanını, anahtarlarını ve gözlüğünü koyduğu küçük el çantasını açtı. Çantanın içinden siyah çerçeveli güneş gözlüğünü çıkardı, taktı. Gözlük camı kirli olduğundan etrafı net olarak göremedi. Gözlüğünü çıkarıp mendiliyle sildikten sonra tekrar taktı. Her gün yemek yediği lokantaya doğru yürüdü. Şehrin en işlek caddesindeydi. Arabalar etrafından vızır vızır geçiyor, insanlar aceleyle yürüyor, sokak satıcıları ellerindeki malları satmak için bağırıyor, mağaza görevlileri içeriye müşteri çekmeye çalışıyordu. Güneşin tam tepede olduğu saatte insanların bu derecede enerji dolu olmaları hayret vericiydi. Kendisini yorgun ve halsiz hissetti. Lokanta, bürosundan yaklaşık olarak on dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Yolun ilk beş dakikalık kısmını tamamlamışken, kaldırımda korsan kitap satan bir adam kolundan tuttu. Gereksiz samimiyetten hoşlanmazdı. Bu haddini bilmez adam kim oluyordu da hiç tanımadığı bir insanla bu derecede yakın temasa geçebiliyordu? Adama dönerek, “Ne istiyorsun?” diye sordu. Yirmi beş yaşlarındaki genç satıcı, “En son çıkan kitaplar burada. Bakmak istemez misiniz?” dedi. “Hayır,” anlamında başını sallayarak yoluna devam etmek istediyse de satıcı kolunu bırakmadı. O zaman iyiden iyiye sinirlendi. Güneş gözlüklerinin ardından satıcının yüzüne ters ters baktıktan sonra, sert bir ses tonuyla, “Lütfen,” dedi, “kolumu bırakır mısınız?” Adam geri çekilince dosdoğru yoluna devam etmeye hazırlanırken gözü yerdeki kitaplardan birisine takıldı. “Şuna uzatır mısınız?” dedi. Satıcı yerdeki kitabı alıp kendisine verdi. Kitabın kapağına yakından bakmak için güneş gözlüğünü çıkarır çıkarmaz dipsiz bir karanlığın içinde buldu kendisini. Başı döndü, olduğu yerde sendeledi. Karanlığı tansiyonunun düşmesine bağladı. Satıcı ise gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Karşısında duranın gözleri yoktu. Hayır, kör değildi. Ne gözleri, ne kirpikleri ne kaşları ne de gözkapakları vardı. Burnunun üst kısmı araya başka organ girmeksizin direkt olarak alnıyla birleşmişti, dümdüzdü.
Elinde tuttuğu güneş gözlüğüne baktığında, satıcının şaşkınlığı iki kat daha artacaktı; çünkü gözlerin, kirpiklerin, kaşların ve gözkapaklarının gözlüğün ardında asılı kaldığını gördü. Satıcı, “Ne oldu size böyle?” diye sordu. Öteki, kendisini biraz toparladıktan sonra, “Sıcaktan tansiyonum düştü sanırım,” dedi. Gözlüklerini tekrar gözüne taktığında her şey normale dönmüştü. Bulunduğu yerde daha fazla oyalanmadan ve gerçekte kendisine ne olduğunun farkına varamadan lokantaya doğru yürümeye devam etti. Satıcı arkasından bakakaldı.
Öğle arasında dışarıya çıkmakla hata yaptığını düşünüyordu. Pekâlâ dışarıdan yemek istetebilir ve bir saatlik öğle arasını klimalı odasında huzur içerisinde geçirebilirdi. Daha fazla oyalanmadan hızlı adımlarla lokantaya ulaştı, içeri girip pencere kıyısındaki her zamanki masasına oturdu. Dışarıdaki hareketliliği izledi bir süre. Garson, menüyü getirip ne istediğini sorunca pencereden gelen güneşe aldırmadan gözlüklerini çıkardı. Tam o anda aynı karanlık ve baş dönmesi peyda oldu. Garson kız, karşısında duran kırk beş yaşlarındaki bu adamın garip yüzünü görünce küçük bir çığlık attı. Lokantadaki müşteriler çığlığın geldiği yöne doğru bakınca hayretten, korkudan veya tedirginlikten donakaldılar. Kapkaranlık kör bir kuyunun içinde olan adam etrafta olan biteni göremiyor; çığlıklara, bağırtılara, paniğe bir anlam veremiyordu. Herkes kendisini izlerken, o, ne olduğunun farkında değildi. Müşterilerden birisinin küçük kızının tuhaf gözlüğü görmesiyle ortalık iyice karıştı. “Bakın!” dedi kız, “adamın gözleri gözlüğüne yapışmış.” Lokantada ne kadar müşteri varsa, hepsi birden adamın başına üşüştü. Kimse gözlüğü eline almaya cesaret edemiyor, ama onu izlemekten kendisini de alamıyordu. İşte iki beyaz küçük topu andıran yuvarlaklar. İşte kirpikler, kaşlar ve göz kapakları. Kalabalığın içinden birisi, gözlüğe yapışmış bu tuhaf şeyin canlı olup olmadığını test etmek için elini gözün içine değdirince gözkapağı ani bir refleksle kapanıverdi. Lokanta çok geçmeden boşaldı. Annelerle babalar, çocuklarının ellerinden tutup onları bir an önce bu bu tuhaf insandan uzaklaştırdılar. Yaşlılar, biraz daha orada kalırlarsa kalp krizi geçirip öleceklerinden korktular. Gençler, elleri ve ayakları titrerken kendilerini lokantadan dışarıya zor attılar. İşletmenin sahibiyle garson kız lokantanın bütünüyle boşalmasını bile beklemeden kapıdan çıkıverdiler. İçeride otuz yaşlarında, esmer, zayıf bir kadın kaldı yalnız. Kadının gözlerinde siyah çerçeveli bir güneş gözlüğü vardı. Bu gözlük, adamın gözlüğünün aynısıydı. Dışarıda çığ gibi büyüyen kalabalık lokantanın pencerelerine yapışarak içeride olan biteni izlemeye koyuldular. Siyah gözlüklü kadın masasından kalkıp tek başına kalan adamın yanına doğru yürüdükten sonra bir sandalye çekip onun masasına oturdu. Masanın üzerinde duran gözlüğü eline alıp adamın gözlerine taktı. Karanlık birdenbire yok oldu.
Adam ışığa kavuşunca sordu: “Neler oluyor?”
Kadın yanıt verdi: “Bu gözlükler senin güneşin. Eğer onları gözünden çıkarırsan ne gökyüzünü, ne denizi, ne toprağı, ne insanları görebilirsin.”
Adam şaşkın ve kederliydi. “Nasıl olur?” dedi.
Kadın kendi gözlüklerini çıkarıp yüzünü gösterdi ona. Karşısında duvar gibi dümdüz bir yüz görünce ağlamamak için zor tuttu kendisini adam. “Bu bir rüya mı?” diye sordu. “Hayır,” dedi kadın, “öyle olsaydı çoktan uyanmamız gerekirdi.”
Kalabalık camlara iyiden iyiye yüklenmiş, kadınla adamı merakla izliyordu.
“Neler oluyor? Bilmediğim ne var?” diye sordu adam.
“Ne olduğunu ben de bilmiyorum,” dedi kadın. “Kendi durumumu yaklaşık iki ay önce fark ettim. Korkudan kimseye söyleyemedim. Durumun kendiliğinden düzelmesini beklerken bugün sizinle karşılaştım.”
“Peki, ne olacak şimdi?”
O anda lokantanın camlarından birisi kırıldı. Dışarıdaki kalabalık itişip kakışarak camın önünde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. Kalabalığın içinden birisi, “İnsan değil bunlar!” diye bağırdı.
“Anlayamıyorum,” dedi adam. “Durup dururken nasıl olur? Bir nedeni olmalı.”
Kadın, çantasından beyaz bir midye çıkarıp masanın üstüne koydu.
“Midyelerin çok azında göz olur. Mevcut olanlarda da gözler diğer hayvanlarda olduğu gibi vücudun ön ucunda değil, manto denilen zarlarının kenarı boyunca sıra halindedir,” dedi.
“Ama biz insanız,” dedi adam.
“Gözleri olmayan midyeler de midyedir,” diye yanıtladı kadın.
“Ya gözlerimizin gözlüklere sabitlenmesi?”
Dışarıdan lokantanın içine büyük bir taş atıldı. Kadınla adam panikle yerlerinden kalkıp servis tezgâhının arkasına gizlendiler.
“Gözlük takınca nasıl görebiliyoruz?” diye tekrar etti adam.
“Midyelerin ‘balta ayaklılar’ sınıfına dâhil olduğunu biliyor musun?” diye sordu kadın.
“Hayır,” dedi adam, “o da nedir?”
“Midyelerin kaslardan yapılı gelişmiş ayakları vardır. Bundan dolayı bunlara ‘balta ayaklılar’ denir. Ayaklarındaki uzantılarla istedikleri yere gidip yapışabilirler. Gözlüklerimiz bizim bir tür uzantılarımızdır.”
Kadın konuşmasını tamamlayamadan kalabalık büyük bir gürültüyle kırılan pencerelerden içeriye doluştu. Lokantanın içindeki masaları, sandalyeleri birbirine kattıktan sonra servis tezgâhına uzandılar. Kadınla adam korkuyla birbirlerine sokulmuş olacakları bekliyorlardı. İki el ateş sesi duyuldu.