FUZULÎ ve MELÂMet

Aşıklarımız ve Aşıklarımızdan ilhamlar ve ilahiler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim


FUZULÎ kaddesallahu sırrahu ve MeLÂMet KAVRAMı..

Aykut BAKAR
(Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi/ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni)


Melâmet: “Kınanmak, ayıplanmak, serzenişte bulunmak, korkmak, rüsvalık, anlamına gelenmelâmet mastar bir kelime olup, melâm(et)î ise kınanmaya konu olan demektir.” (Ali Bolat ,“Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetilik” İstanbul 2003 s.15)
Tasavvuf ıstılahında ise yaygın olarak şu şekilde ifâde edilir, “Yaptığı iyilikleri (gösteriş olur endişesiyle) gizlemek, kötülükleri ve işlediği günahları ise (nefsiyle mücadele etmek için) açığa vurmak” şeklinde ifâde edilir. Melâmetin temel vasfı riyâdan kaçınmak için gizlilik ve gösterişten sakınmaktır. Ayrıca melâmet, tasavvufta bir makamı ifâde etmektedir. III. (IX.) yüzyılda Merv, Herat, Belh ve Nişâbur şehirlerini içine alan Horosan’da ortaya çıkıp özellikle Nişâbur’da yaygınlık kazanan ve etkisi günümüzde de sürdürülen bir tasavvuf anlayışıdır. Bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere Ehl-i Melâmet, Melâmî ve Melâmetî denilir. Ortaya çıkan bu akıma ise Melâmiyye (melâmetîlik)denilmiştir.

Melâmet konusu bir tasavvuf terim ve tasavvuf akımı olarak birbiriyle bağlantılıolmakla birlikte iki ayrı düzlemde ele alınabilir. Melâmetin terim olarak kullanımıKur’ân’da kökü “levm” kelimesinin geçtiği iki âyette (el-Mâide 5/54; el-Kıyâme 75/2) dayandırılmaktadır.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû men yertedde minkum an dînihî fe sevfe ye’tîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû ezilletin alâ’l- mu’minîne eizzetin alâl kâfirîn (kâfirîne), yucâhidûne fî sebîlillâhi ve lâ yehâfûne levmete lâim (lâimin) zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâu vallâhu vâsiun alîm (alîmun).: Ey iman edenler! Sizden kim dîninden dönerse, o zaman Allah onun yerine (başka) bir kavim getirecektir öyle ki, (Allah) onları sever ve onlar da O’nu (Allah’ı) severler. Mü’minlere karşı daha alçak gönüllü, kâfirlere karşı daha izzetlidirler (başları dik, vakarlı, şereflidirler). Allah’ın yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine (lütfedip) verir. Allah Vâsi’dir (fazlı ve lütfu geniştir), Alîm’dir (herşeyi en iyi bilendir).”
(Mâide 5/54)

وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
Resim---“Ve lâ uksimu bin nefsi’l- levvâmeti.: Ve hayır, levvame (kınayan) nefse yemin ederim.”
(Kıyâme 75/2)

Aynı kökten türeyen kelimelerin yer aldığı diğer âyetler bk.;
İbrâhim 14/22; el-İsrâ 17/29, 39; es-Sâffât 37/142; el-Zâriyât 51/140; el-Kâlem 68/30; el-Meâric 70/30
Bu âyetlerin, “Ey mü’minler! Sizden kim dinden dönerse bilsin ki Allah yakındaöyle bir topluluk getirecektir ki O onları sever, onlarda O’nu severler. Onlar mü’minlerekarşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidir. Allah yolunda cihad ederler,kınayanın, kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu geniştir. O her şeyi en iyi bilendir.” Anlamına gelen ilkinde (el-Mâide5/54) mü’minler arasında çıkacak bir gurubun özellikleri anlatılırken kullanılan, “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar.” İfadesi melâmet kelimesinin içerdiği anlamı vurguladığı şeklinde yorumlanmış, ayrıca “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” şeklindeki ifâdeden hareketle melâmet ve muhabbet terimleri arasında ilişki kurulmuştur. Âyette geçen cihad kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kınayan nefsi yemin ederek övdüğü diğer âyetle (el-Kıyâme 75/2) birlikte düşünülüp “nefisle cihad” (mücadele) mânasında ele alındığında melâmet ve melâmetî terimlerinin kavramsal çerçevesi Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek, O’nun yolunda nefisle mücadele etmek ve bu mücadele sırasında kendisinin kınayanın kınamasından korkmamak şeklinde belirlenmiş olmaktadır.

Melâmet akımıyla ilgili ilk bilgileri veren Nişâbur’lu iki sûfî Hârguşî ve Muhammed b.Hüseyin es-Sülemî’den ilkinin yukarıdaki âyete vurgu yaptığı, diğeri ise bu âyette bir işaret bulunmadığını, sadece ilk melâmetîlerden Hamdun el-Kassârdan aktardığı bir sözle ”Kınayanın kınamasından korkmamak” ifâdesiyle geçtiği görülmektedir. Nişâbur bölgesinden olmakla birlikte bu akımı benimseyen ve mensuplarına eleştiriler yönelten Hücvîrî tasavvuf yolunun önde gelenlerinden bir kısmının melâmet yolunu tuttuğunu ve bu yolla halkın kınanmasına maruz kaldığı söyler. Hz. Peygamber’i misal göstererek kendisine vahiy gelmeden önce herkesin onu örnek bir şahsiyet olarak kabulettiğini, ancak Cenâb-ı Hak tarafından dostluk tâcı giydirilince halkın ona şâir, mecnun, kâhin diye dil uzatıp kınamaya başladığını belirtip, “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” ifâdesinin geçtiği âyete atıfta bulunur. Allah’ın kendisine yönelenleri halka levm ettirdiğini, fakat kınanan kişilerin kalblerini bu eleştirilerle meşgul olmaktan muhafaza ettiğini söyleyen Hücvîrî’ye göre böylece Cenâb-ı Hak o kişileri başkalarını mülâhaza emekten koruduğu gibi kendilerindeki güzellikleri görüp kibirlenme ve kendini beğenme âfetinden de korumuştur. Hücvîrî, Allah’ın kendisinden razı olduğu kimselerden halkın razı olmadığını ve bu görüşünü meleklerin Âdem’i beğenmeyip: “Yâ Rabb, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediklerini haber veren âyette (el- Bakara 2/30) destekler. Terim anlamı kazanarak içeriğinin zenginleşmesi aynı adla anılan akımın doğuş ve gelişmesiyle paralellik arz eden melâmet konusu, bu akıma mensup olmayan bazı müelliflerce ortaya çıktığı dönem ve bölgelerden bağımsız bir biçimde ele alınmıştır. Mesela XIII. yüzyıl Kübrevî şeyhlerinden Necmeddîn-i Dâye, Hücvîrî’nin temas ettiği âyeti zikrederek Hz. Âdem’in ilk melâmetî olduğunu söyler. Sevânih adlı eserinin birinci bölümüne âyetteki “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” ifâdesiyle başlayan Ahmed el-Gazzâlî eserin dört, beş ve altıncı bölümlerinde melâmet konusunu muhabbetle ilişkilendirmiş ancak Melâmetilik’ten bağımsız olarak açıklamıştır.

Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın da konuyu aynı bağlamda ele aldığı görülmektedir. Melâmetin tasavvuf makamlarından bir makam olduğunu belirten ilk sûfî müellif Sülemî onun muhtevasına dair bilgi vermemiştir. Melâmet konusunu akımının ortaya çıktığı dönem ve bölgeden soyutlayarak bir tasavvuf makamı olarak temellendiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî sâlikleri âbidler, sûfîler ve melâmetîler şeklinde üç gruba ayırır. Ona göre âbidlere zühd, takvâ ve nefsi kötü amellerden temizleme gibi davranışlar hâkimdir. Fakat onların haller, makamlar ve sırlar hakkında hiç bir bilgileri yoktur.Sûfîler, bütün fiilerin Allah’a ait olduğunu ve kendilerinin hiçbir fiille sahip bulunmadığını müşahede ederler. Ancak onların zühd, tâkva ve tevekkül konusunda âbidlerden bir farkı yoktur. Halka keramet göstermekten ve Allah katındaki derecelerini belirten hallerini izhar etmekten çekinmezler. Sûfîlerin müridleri de kendileri gibi dava sahibi olduklarından kendilerini halktan üstün görürler. İbnü’l-Arabî’ye göre sâliklerin en üst derecesinde bulunan melâmetîler Allah’ın kendisine yönelttiği Ehlullahtan bir gruptur. Allah bir göz ilişir de kendisinden alıkoyar diye onları kıskançlıkla korumuştur. Onlar sadece Allah ile beraberdir. Bir an bile O’na ibadetten geri kalmazlar. Rubâbiyet kalblerini istilâ ettiğinden dolayı riyâsete karşı bir istek duymazlar. İbnü’l-Arabî: “Eğer insanlar melâmetîlerin Allah katındaki değerlerini bilecek olsalardı onları ilâh edineceklerini” söyleyerek onların kendilerini insanlardan gizlemelerini açıklar. Ona göre belli bir coğrafya ve zaman diliminde değil bütün zaman ve mekânlarda yaşayan, kendilerine has özellikleri olan, sayıları ortaya çıktıkları zamanın durumuna göre artıp eksilen melâmetîlerin vatanı Horasan ve Nîşabur gibi bölge, pîrleri Melâmetîliğin kurucuları olarak tanınan Hamdûn el-Kassâr veya Ebû Hafs el-Haddâd değildir.

Bununla birlikte İbnü’l-Arabî farklı dönem ve bölgelerde yaşayan Ebû Saîd el-Harrâz, Bâyezîd-i Bistâmi, Şiblî, Abdülkâdir-i Geylânî gibi isimlerin yanında diğer Nîşâburlu Pîrleri, melâmet makamına ulaşan velîler arasında zikretmiştir. Melâmet makamının Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın “Sonra yakınlaştı ve sarktı, ok ile yay mesabesi (kâbekavseyn) gibi oldu” âyetinde (en-Necm 53/8-9) ifâde edilen Kurbiyet Makamı olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî melâmet makamını makamların en üstünü kabul eder ve melâmetîlerin velâyetin en üst derecesinde olduklarını, bu makamın bulunduğunu söyler. İbnü’l- Arabî bu görüşleriyle melâmet konusunu Hargûşî, Sülemî ve Hücvîrî gibi kendisinden önce gelen, Şahâbettin Sühreverdî ve Abdurrahman-ı Câmî gibi çağdaşı olan veya kendisinden sonra yaşayıp bu konuyu tarihî melâmetîlik bağlamında ele alan sûfî müelliflerinden tamamen farklı bir biçimde değerlendirmiştir..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

MELÂMET DEViRLERi:

XIX. yüzyıl sûfî müelliflerinden Harîrîzâde Kemâleddin Efendi, tarikatlar ansiklopedisi ve tasavvuf metinleri antolojisi niteliğindeki Tibyânü Vesâili’l-Hakaik adlı eserinde “Melâmiyye” başlığı altında üç tarikattan bahsetmiş, tarikatlar öncesi dönemde III. (IX.) yüzyılda Horasan’da Sûfîlik’ten ayrı bir akım olarak ortaya çıkıp IV. (X) ve V. (XI.) yüzyıllar boyunca etkili olduktan sonra VI. (XII.) yüzyıldan itibaren tasavvufun tarikatlar şeklinde örgütlenmesi sürecinde bunların içinde bir nevşe içinde varlığını sürdüren Melâmetiyye’yi Hamdûn el-Kassâr’a nibetle bir tarikat olarak (Kassâriyye) değerlendirmiştir. Ardından Ömer Dede Sikkînî’ye izâfe ettiği Bayramiyye tarikatının bir kolu olan Melâmiyye ile (Melâmiyye-i Bayramiyye) Muhammed Nûrul Arâbî’ye nispet ettiği Melâmiyye (Melâmiyye-i Nûrriyye) kolunu zikretmiştir. Harîrîzâ’nin tasnifinde hareket eden Sâdık Vicdânî de Tomar-ı Turuk-ı Aliyye’nin Melâmiyye’ye ayırdığı cildinde Melâmiyye’yi ilk, orta ve son devir Melâmîliği şeklinde üç bölümde incelemiş, Abdülbaki Gölpınarlı da “Melâmilik ve Melâmiler” adlı eserinde bu üç tasnife uyarak konuyu ilk devre Melâmiler’i (Melâmetîler) , ikinci devre Melâmîler’i (Bayramîler) ve üçüncü devre Melâmîler’i diye ele almıştır.

I. Devre Melâmîliği: “Melâmetîler- Melâmîyye-i Kassâriyye”

Dini daha derin ve içten bir şekilde yaşama arzusunda olan zâhidlerin III. (IX.) yüzyıldan itibaren Bağdat, Şam, Mısır ve Nîşâbur’da odaklaşmamaya dinî hayata dair iç yaşantılarını, kendilerine has düşüncelerini yine kendilerine has terimlerle ifâde etmeye başladıkları görülmektedir. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin henüz yaygınlık kazanmadığı bu dönemde Bağdat merkez olmak üzere Irak’ta, İran’ın Horasan bölgesinde gelişen iki zühd akımı dikkat çekmektedir. Bunlardan birisi IV. (X.) yüzyılın ikici yarısında Nîşâbur’da yaşayan Tehzîbü’l-Esrâr’ı yazan Hargûşî Irak bölgesinde gelişen akıma Sûfîyye, Horasanlı zâhidlerin takip ettiği yola akıma ise Melâmetîyye adı verildiğini söyler. İlk dönem Melâmetîyye akımı ile ilgili bilgi veren Sülemî’nin Risâletü’l –Melâmetiyye adlı eseridir. Ancak Sülemî’den on altı yıl önce vefat eden onun hemşerisi Hargûşî’nin Tehzîbü’l-Esrâr’ının üçüncü bölümünde Melâmetiyye konusunda verdiği bilgiler Sülemî’nin eserinin önceliğini tartışmalı kılmaktadır. Arthur John Arberry ve Nasurullah Pürcevâdî Hargûşî’nin eserinin daha önce yazıldığı görüşündedirler. Hargûşî Melâmetîlerin daha önce “mâhzûnîn” diye anıldıklarını söyler. O’na göre bu akıma göre yaşamlarını idame ettirenler halkın beğenisini kazanmak için süslenmeye, toplum içerisinde ayırt edilmelerini sağlayacak bir görünüşe sahip olmaya önem vermezler. Hayrı gizlemek ve şerri açığa vurmak temel özelliklerindendir. Hargûşî Melâmetîliği ve Sûfîliği birbirinden ayırır.

Melâmetî’lerin temel metodu ilme, sûfîlerin metodu ise “hal”e dayanmaktadır. Hargûşî’ye göre Melâmetîler çalışmayı ve kendi el emekleriyle geçinmeyi kendilerine ödev bilmişken sûfîler ise çalışmayı bırakıp zühd ve tevekkül üzerine yaşadıklarını söyler. Melâmetî’lerin temel özelliklerini de şöyle sıralar: Bâtınlarındaki “nefsin kendilerine ait olmayan bir şeyi kendine izâfe etmesi” anlamınagelen her türlü iddiayı terk edip yalnızca gönüllerini terakki etmeye çalışırlar. Başkalarının kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi kusurlarıyla ilgilenirler. Çarşıda, pazarda, sokakta halk ile iç içe yaşarlar, ancak gönüllerindeki mânevî halleri onlardan saklamaya özen gösterirler. Zâhirleriyle bâtınlarını, bâtınlarıyla zâhirlerini kınamaya devam ederler. Melâmetiyye ile ilgili ilk ciddi çalışmayı yapan Richard Hartmann’ın(2) Sülemî’nin eserinin esas alarak yapmıştır. Sûfî ile Melâmetî arasındaki temel fark üzerinde duran Sülemî’ye göre sûfî Allah’ın kendisine keşfettiği gayb sırlarını açıklamaktan ve Allah’ın onun eliyle gerçekleştirdiği kerametleri insanlara göstermekten çekinmez. Melâmetî ise Allah’ın emini olup kendisiyle Rabbi arasındaki hali kendisine saklar. Melâmetî hiç bir iddia sahibi değildir. Allah’ın kendisini kerametle imtihan etmesinden ve insanların bu kerametten dolayı fitneye düşmesinden çekindiği için keramet göstermez. Hamdûn el-Kassâr, Ebû Hafs el-Haddâd, Ebû Osman el-Hîrî gibi ilk Melâmetîlerle IV. (X.) yüzyılda yaşayan Melâmetî’lerin ve Melâmetî eğilimine sahip diğer sûfîlerin sözlerini nakleden Sülemî, her biri “onların ilklerindendir” başlığındaki kırk beş cümlede melâmetîlerin görüşlerini açıklamaya çalışmıştır. Ancak bu söylenenler Melâmetîler tarafından konulmuş kesin hükümler değilir. İlk dönem Melâmetî’lerin temel ilkesinin, riya, kendini beğenme ve şöhret düşkünlüğü gibi nefsin tezâhürlerine karşı nefsi kınama (levm) yöntemiyle mücadele etme ve ihlâsı gerçekleştirme olduğu söylenebilir.Melâmetîler amellerini gizleme taraftarı olmuşlar, kalbî ve fiillî amellerinin başkaları tarafından bilinmesini hoş karşılamadıkları gibi kendilerini fark ettirecek özelliklerle ortaya çıkmaktan sakınmışlardır. Sülemî Tabakâtü’s-Sûfiyye’sinde Hamdûn el-Kassâr için kullandığı “Melâmet ondan yayıldı” ifâdesi sonraki dönemlerde onun Melâmetiyye’nin kurucusu olduğu görüşünün yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur. Hamdûn el-Kassâr Melâmetî ünvanıyla tanınan ilk Nîşabur’lu pîr olmakla birlikte ondan önce de Horasan ve Nîşabur’da Ebû Türâb en-Nahşebî Yahyâ b. Muâz özellikle Bâyezîd-iBistâmî gibi Melâmetî eğilimlere sahip zâhidlerin yetişdiği bilinmektedir.

Öte yandan Melâmetîlik, Horasan bölgesinde doğup gelişmekle birlikte aynı yüzyıllarda İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Hakîm el-Tırmizî,Cüneyd-i Bağdâdî, Ruveym b. Ahmed. Hallâc-ı Mansûr, Semnûn el-Muhib, Ebû Ali er-Rûzbârî, Dükkî ve Ali b. İbrâhim el-Husrî gibi Melâmetî eğilimlerine sahip sûfîler yetişmiştir. Melâmetîlik IV. (X.) yüzyılda Mâverâünnehir bölgesinde nüfuz etmiş, İslâmiyet Buhara, Semerkant, Fergana gibi şehirlerde Horasan’lı Melâmetî’lerin ve Horosan’a gidip orada inkisap ettikten sonra memleketlerine dönen Melâmetî Türk dervişlerinin faaliyeti sonucu Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.(3)
Fuat Köprülü de Hicrî IV. yüzyılda Türkistan’da tasavvuf’un cereyan ettiğini söylemektedir.(4)
Melâmetîliğin Kalenderîlik ile ilişkisini ilk defa Sühreverdî tarafından ele alınmıştır. Sühreverdî Melâmetîlerin hallerinin yüce, makamlarının aziz olduğunu, hadislere ve sünnette bağlı bulunduklarını amellerinde ihlâsı gerçekleştirmek istediklerini vurgularken Kalenderîler ise kalb temizliğinin verdiği sarhoşlukla şer’î sınırları aştıklarını,Melâmetî’lerin kılık kıyafet, hareket ve davranışlarında sıradan insanlar gibi görünerek mânevî hallerini gizlemeye gayret ettiklerini, Kalenderîlerin ise bilinmeye ve bilinmemeye aldırış etmediklerini söyler. Bu yüzyılda Cemâleddin-i Sâvî tarafından bir tarikat haline dönüştürüldüğü kabul edilen Kalenderîlik akımının Melâmetîlikle aynı dönemde ve coğrafyada ortaya çıktığı, adları kalender olmasına da ilk Kalenderî sûfîlerinin Melâmetî şeyhlerinin müridleri arasından belirmeye başladığı öne sürülmüşse de(5) tarihî ve tasavvufî kaynaklarda bu bilgiyi doğrulayacak bir bilgiye rastlanmamıştır. Öte yandan bu iki akımın uygulamaları arasında derin farkların bulunması bu görüşün doğruluğunu zorlaştırmıştır.

Tasavvufun tarikatlar şeklinde örgütlenmeye başladığı VI. (XII.) yüzyıldan itibaren onuniçin bir neşve ve bir meşrep olarak varlığını sürdüren Melâmetîlik bu dönemde ortaya çıkan Hâcegân tariki-Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Mevleviyye olmak üzere büyük tarikatları etkilemiş sonra XV: yüzyılda Anadolu’da kurulan Bayramiyye tarikatı içinde yeniden zuhur etmiş ve günümüze kadar süregelmiştir.


(2) “as-Sulami’s Risalat al-Malamatia” Isl.,VIII (1917-1978)
(3) Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler” Ankara 1992 s.12-15,17-23
(4) Fuat Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” Ankara 1991 s.17-20
(5) Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler” Ankara 1992 s.17-23
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

II. Devre Melâmîliği: “Melâmîyye-i Bayrâmiyye”:

Bayrâmî Melâmîliği’nin kuruluşu Hacı Bayrâm-ı Velî önde gelen müridlerinden aşk vecezbesi galip Ömer Dede Sikkînî ile ilim, zühd ve takvâ sahibi Akşemseddin arasında geçtiği rivâyet edilen ve Emîr Sikkînî’nin tarikat, taç ve hırkasını terk edip melâmet neşvesini izhar etmesiyle sonuçlanan olaya dayandırılmaktadır. XVI. yüzyıl müelliflerinden Kefevî Keta’ibü a’lâmi’l-ahyâr ’ında olayın geçtiği Göynük’te halktan dinlediğini söyleyerek naklettiğine göre Emîr Sikkînî’nin zikir meclisine katılmayıp mescidin bir köşesine oturmayı tercih etmesi Hacı Bayram’ın vefâtının ardından posta oturan Akşemseddin’i rahatsız etmiş, Akşemseddin zikre katılmadığı takdirde taç ve hırkasını alacağını söyleyince Emîr Sikkînî onları Cuma namazından sonra teslim edeceğini bildirmiş. Namazın ardından Emîr Sikkînî yaktırdığı büyük bir ateşin içine girmiş, taç ve hırka yanmış ancak vücuduna bir şey olmamış. Bu olayı çeşitli şekillerde anlatıla gelmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin mensuplarının bir kısmı Emîr Sikkînî’ye bir kısmı Akşemseddin’e tâbi olmuşlardır. Böylece Bayramîlik iki ayrı çizgide gelişmiştir. Bayramî Melâmîliği, Bayramiyye’den doğan bir kol olarak kabul edilmekle birlikte tarikat mensupları kendilerini Bayramîyye tarikatının tâbi devamı olarak kabul etmişlerdir.

III. Devre Melâmiliği (Melâmiyye-i Nûriyye):

Kurucusu Seyyid Muhammed Nûrü’l-Arabî’dir. Kurucusuna nisbetle Melâmiyye-i Nûriyye diye adlandırılmıştır. Nûru’l-Arabî’nin melâmet çizgisi Harîrîzâde tarafından Tibyânü vesâ’ili’hakâ’ik ’te Nakşibendiyye’nin bir kolu olarak değerlendirmiştir. Melâmiyye-i Nûriyye daha çok İstanbul Rumeli Batı Anadolu’da yayılmıştır. Bu devre melâmetîlik ile ilgili görüşlerini Nûru’l-Arabî eserlerinde açıklamaya çalışmıştır. Nûru’l-Arabî’ye göre tasavvuf düşüncesinin temelini vahdet-i vücud anlayışı oluşturmaktadır. O’na göre “Müridin zikir almadan önce Ehl-i sünnet ve’l-cemâat itikatlarına göre ibadetleri yapacak kadar bilgelere sahip olması gerekir. Nûru’l-Arabî’nin bu şekilde tavsiyesi onun Ehl-i sünnet inancını benimsediğini gösterir. Bununla birlikte Nûru’l-Arabî’nin kendi yazdığı eserlerinde ciddi çelişkiler görülmektedir bu ise ya Nûru’l-Arabî’nin zamanla görüşlerinde değişmeler olduğunu ya da müridleri tarafından sohbetleri tarafından tutulan notlardan kaynaklandığı düşünülebilir.” Melâmiyye-i Nûriyye diye adlandırılmış olan Nûrîlik “Nakşibendîliğin bir kolu olarak nitelendirilmiş olsa da Nûrîliğin, Nakşibendîlikle ortak noktasının oldukça az olduğunu kaydetmek gerekmektedir. Muhammed Nur’un eğilimini ne tam bir Melâmilik ne de tam bir Nakşibendîlik olarak nitelemek doğru olmayıp, Hurûfî ve aşırı Şiî unsurların ağırlıklı olarak kendisini hissettirdiği coşkun bir vahdet ve cezbe tasavvufu şeklinde değerlendirmek daha uygun düşmektedir.” (6)
Gölpınarlı’da Nûru’l-Arabî’nin kurduğu üçüncü devre Melâmiliği “Kendine özgü bir melâmî anlayışa sahip müstakil bir tarikat” (7) olarak nitelemektedir.


(6) Ali Bolat, “Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetilik” İstanbul 2003 s.390.
(7) Abdülbaki Gölpınarlı, “Melamilik ve Melâmîler” İstanbul 1992 s.236.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

FUZÛLÎ’DE MELÂMET KAVRAMININ İŞLENİŞİ:

1-) MeLâMet


Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tagyîr-i takdîr-i Hudâ..

G.1/5

(Ey aşk ehline melâmet yolunu terk et diyen, söyle Allah’ın takdirini değiştirmek kabil midir?.)

Melâmet bir kısım insanlar tarafından kınanmak demektir. Bu insanlar basit insanlardır. Aşkın ateş gibi harareti içinde basit insanlara göre hezeyan, şaçma sapan sayılan sözler söyleyenler, yine basit insanlara göre mecnûn (deli) dur. Ve bu insanlar kınanır. Yalnız bu hâle ve makama erişmek onların iradeleri haricindedir. Bu Allah’ın takdiridir. Çünkü onlar Hak tarafından sevilip Hak’ka doğru yürüyen insanlardır. "O, onları sever, onlarda O’nu severler (el-Mâide 5/54) âyetinde olduğu gibi melâmet makamına ulaşmak sadece Allah’ın takdiriyle mümkündür bir kısım insanlar bunu anlayamazlar.

Eyminem seng-i melâmetten kim alıp çevremi
Oldu zencîr-i cünûn bir kal'a-i âhen bana..

G.11/2


Eyminem: Eminim.
Seng: f. Taş, hacer.
Cünûn: Delilik. Cinnet. Delirmek.
Kal'a-i âhen: Demirden kale..


(Melâmet taşı bana tesir etmez. Ona karşı emniyetliyim çünkü cünûn zinciri çevremi sarmış demirden bir kale vücuda getirmiştir.)

Âşık yaşadığı aşk ile kendisinden geçmiştir artık söylenen hiç bir kınama sözü ona tesir etmez çünkü delirmiş, zincire vurulmuştur. Melâmet taşları ona tesir etmez.

Gam değil cismimde ger seng-i melâmet zahmi var
Şahne-i bâzâr-ı sevdâyım bu zîverdir bana..

G.14/3


Zahm: Yara, ceriha.
Şahne: İnzibat memuru, emniyet memuru.
Zîver: Süs. Zinet.


(Eğer vücudumda melâmet taşının yarası varsa gam değil “hiç üzülmem”. Zîra ben sevda pazarının asesbaşıyım. Bu benim için bir süstür. Aşktan dolayı kendisine edilen kınamaları bir süs addediyor.)

Asesbaşını (asayişten sorumlu memur) pazarda eşya satanlar sevemez. Onu daima kınarlar. Fakat bu kınamalar asesbaşı için bir meziyettir çünkü vazifesini hakkıyla yaptığı için bu kınama onun için övünme sebebidir. Şâir de aşk pazarının asesbaşıdır. Orada hiç bir hileye müsâde etmiyor, aşkın usül ve âdâbı ne ise ona göre davranıyor.

Nakd-i cân târâc-i gamdan saklamak düşvârdır
Aşk tâ seng-i melâmetten hisâr etmez baña..

G.16/6


Nakd: (C.: Nukûd) Madeni para, akçe
Târâc: f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme.
Düşvâr: f. Müşkil. Güç. Zor.
Hisâr: (Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer.


(Aşk, etrafıma melâmet taşından bir kale vücuda getirmedikçe can parasını aşk ıstırabının yağmasında kurtarmak çok güçtür.)

Aşk ızdırabı, gam can servetini yağma edecektir. Fakat can madde ve masiva olduğu halde bir müddet lazımdır. Ve bu irfan için önüne açılan kitap, kâinat kitabıdır, masivâdır.
’Tasavvufta Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır.”
Âşık hayatta olduğu müddetçe aşkı ve onun ıstırabını tadacaktır. Âşık bu ıstıraba dayanabilmesi canını yağmadan kurtara bilmesi için etrafını melâmet taşlarıyla örtülü bir kale inşa etmesi gerekir. Melâmet taşı ne kadar çok olursa âşıkın mukavemeti o kadar artar. Can bile servettir, paradır onunla irfan satın alınır.

Ey Fuzûlî çek melâmet reh-güzârından kadem
Lâhza lâhza çektiğiñ bî-hûde efgânı unut..

G.45/8


Reh-güzâr: (Reh-güzer) : f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit.
Kadem: Ayak. Adım.
Bî-hûde: f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
Efgân: f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat.
Lâhza: Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.


(Ey Fûzûlî melâmet yolundan ayağını çek, sana melâmet getirecek olan heva ve heveslerinden vazgeç. Bu melâmet yolunda boş yere her ân ettiğin feryat figânı unut)

Burada melâmet, dünya heveslerine karşı, olan melâmettir. Yani bu heveslerin hoş görülmeyip ayıplanıp, kınanmasıdır.

Ey Fuzûlî ben melâmet mülkünün sultânıyım
Berk-i âhım tâc-ı zer sîm-i sirişkim taht-ı âc..

G.49/7


Berk: Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım.
Tâc-ı zer: Altın tâc.
Sirişk: f. Göz yaşı.
Âc: Fildişi.


(Ey Fuzûlî ben melâmet tahtının sultanıyım, âhımın şimşeği başımda altın tâc, gözümden akan gümüş gibi yaş da fildişinden tahtımdır.)

Bir sultan için taht ve tâc lazımdır. Aşk uğrunda herkesin kınanmasına maruz kalan insanda ma’nâ âleminde bir sultandır..
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen der-ya »

Melâmet bir kısım insanlar tarafından kınanmak demektir. Bu insanlar basit insanlardır. Aşkın ateş gibi harareti içinde basit insanlara göre hezeyan, şaçma sapan sayılan sözler söyleyenler, yine basit insanlara göre mecnûn (deli) dur. Ve bu insanlar kınanır. Yalnız bu hâle ve makama erişmek onların iradeleri haricindedir. Bu Allah’ın takdiridir. Çünkü onlar Hak tarafından sevilip Hak’ka doğru yürüyen insanlardır. "O, onları sever, onlarda O’nu severler” (el-Mâide 5/54) âyetinde olduğu gibi melâmet makamına ulaşmak sadece Allah’ın takdiriyle mümkündür bir kısım insanlar bunu anlayamazlar.

Pek BİR GÜZEL...
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Ey selâmet ehli ol ruhsâra bakma zinhâr
İhtirâz eyle melâmetten men-i rüsvâya bah..

G.58/3


Ruhsâr: Yanak. Çehre. Yüz.
Zinhâr: Sakın, asla, olmasın!.
İhtirâz: Sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
Men: Ben.
Rüsvay: f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış.


Ey aşka ve ıstıraba düşememiş insan aman o yüze bakma. Melâmete herkesin kınamasına maruz kalmaktan kork. Bana bak nasıl rüsvâ oldum..

Bakmakla aşka ve melâmete düşülen yüz, alelâde bir yüz değil, muhayyel ve mücerret bir yüzdür..

Resim

Lebi Şirînleriñ sevkiyle Ferhâd'ı benim asrıñ
Yanımda cem' olan seng-i melâmet Bîsütûn'umdur..

G.87/6


Seng: f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık

Tatlı dudakların (ve de Sevgilisi Şirin’in) hararetli aşkı ile asrın Ferhât’ı benim. Bana atılan melâmet taşları dağ gibi yükselmiş ve benim Bîsütun (Şîrîn’in emriyle ferhât’ın deldiği dağ)’um olmuştur..

Kendisini meşhur Ferhât ile mukayese ediyor. Kendisi üstündür çünkü Ferhât’tın deldiği dağ tabiî bir dağdır. Kendisinin dağı ise melâmet dağıdır..

Resim

Fuzûlî el seni Mecnûn'dan efzun der melâmette
Buña münkir değil Mecnûn dahi ma'kûle kâ'ildir..

G.100/7


Efzun: f. Fazla, çok ziyade.
Ma'kûl: Akla yakın, aklın kabul edeceği.
Kâ'il: Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.


Fuzûlî, halk melâmet hususunda seni Mecnûn’a üstün tutar. Yani Fuzûlî, Mecnûn’dan daha fazla kınanmaya maruz kalmıştır derler. Mecnûn dahi bunu inkâr etmez. Çünkü Mecnun, akıllıca olan bu hükmü âşık Mecnûn kabul eder..

Resim

Kaçan rüsvâ olurdum kan yutup sabr edebilseydim
Melâmet çektiğim bî-hûde efgân ettiğimdendir.
.
G.103/5


Kaçan (t): Vakta ki, o zaman.
Bî-hûde: f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
Efgân: f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat.


Kan yutup ıstırap çektiğim halde sabredebilseydim hiç âleme rusvâ olur muydum, halkın bile kınaması boş yere efgân ettiğimdendir..

Âşıkın feryat etmesi zarurîdir ve bu feryat boş yere değildir. Ancak bu feryadı kınayanlar onun nasıl bir feryat olduğunu anlayamazlar. Onlar bunu bîhûde zannedip âşıkı kınarlar. Bîhûdelik kınayanların telâkkisidir.

Resim

Bî-sebeb sanmañ Fuzûlî'niñ melâmet çektiğin
Bî-haberdir meşrebin ehl-i riyâdan saklamaz..

G.110/7


Meşreb: Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol.

Fuzûlî’nin bu kadar kınanmadığını sebepsiz sanmayın, kendinden haberi yoktur. Hareket tarzını riyakâr olan zâhidlerden, kuru sofulardan saklamaz…

Zâhidleri, zâhir ehlini riyâkâr bulur. Burada meşreb kelimesi huy, karakter manasına geldiği gibi, Arapça “şürb” etmek içmek mastarındadır. Burada şarab içtiğini riyakârlardan saklamaz demek istiyor. Çünkü âşık kendinden habersizdir..

Resim

Fuzûlî'ni melâmet eyleyen bî-derd bilmez mi
Ki bâzâr-ı cünûn rüsvâlarında neng ü nâm olmaz..

G.113/7


Cünûn: Delilik, cinnet. Delirmek.
Neng: f. Ayıp, utanma, hayâ etme.
Nâm: Ün. Şan.


Fuzûlî’yi kınayan dertsiz yani aşk derdini anlamayan, bilmez ki çılgınlık pazarında dolaşan rüsvâlarda utanma veya şöhret kaygısı yoktur..

Âşıklar, aşk yolında ne utanırlar, ne de dünya şöhreti peşine düşerler. Onlar aşkın çılgınlığı içindedir. Utanmak şöhret peşinde koşmak akıl işidir.

Resim

Nice ıllardır ser-i kûy-ı melâmet bekleriz
Leşker-i sultân-i irfânız velâyet bekleriz..

G.123/1


Kûy: f. Karye, mahalle.
Leşker: f. Asker.
Velâyet: Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk.
Vilâyet: Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet.


Nice yıllardır melâmet diyârını bekliyoruz. Bir irfan padişâh’ının askeriyiz, bir mülk, bir vilâyet olan melâmet diyarını bekliyoruz..

Biz nice yıllar melâmet altında yaşıyoruz. Çünkü âşık olmak mertebesine erişemeyenler bizi kınıyorlar. Melâmet bir âlemdir, bir mülktür, bir diyârdır. Biz irfan sultanının askeriyiz bu emre uyup hareket edenler Hakk’ı sevmek yani veliyyullâh olmayı umarlar. Biz de o mertebeyi ümit ediyoruz.

Resim

Ta'ne-i ehl-i melâmetten ne noksan âşıka
Berk-i lâm’i def’in eyler mi hücûm-i hâr ü has..

G.128/5


Ta'n: Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek.
Berk: Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım.
Lâm’i: Parlak. Parlayan.


Kınayan insanların ta’nından âşıka ne zarar gelebilir. Düşen parlak yıldırıma çerçöpün hücumu gibidir. Onu yolundan çevirir mi?.

Yıldırım harmana düşer onu yakar saman ise çerçöptür.

Resim

Götürmüş hâkten tuğyân-i eşkim hâr ü hâsâki
Başım üzre melâmet kuşlarıyçin âşyân etmiş..

G.133/2


Hâk: Toprak.
Âşyân: Âşiyân, f. Kuş yuvası.


Gözyaşımın coşup kabarması topraktan çerçöpü alıp götürmüş, başımın üzerinde melâmet kuşları için bit yuva vücuda gelirmiş..

Toprak insanın cismidir. Hakîki âşık ile coşan gözyaşı cismimdeki, maddedeki nefsânî ihtirasları, mâsivâ sevgilerini silip süpürüyor. Ve bu çerçöpten halkın beni kınaması için sürekli bir mekân vücuda getirmiş. Bu yuva çerçöpten olur. Melâmeti kuşlara benzetiyor. Mecnûn’un başı üzerinde kuşlar yuva yapmıştı. Halk deliyi, Mecnûn’u daima kınar ona taş atar.

Resim

Dâm-gâh-ı aşktan tut bir kenâr ey mürg-ı dil
Sınmadan seng-i melâmetten per ü bâlin senin..

G.168/6


Sınmak (ı): Kırılmak.
Seng: f. Taş, hacer.
Per: f. Kanat.
Bâl: f. Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı.


Ey gönül kuşu melâmet taşlarından kolun kanadın kırılmadan, aşk tuzağından bir kenara kaç, sığın..

Aşk, gönüllerin tuzağıdır. Bu tuzağın bir de avlanma yeri vardır. Kuşlar aynı zamanda sapanla avlanır. Yani hususî olarak çatal şeklinde yapılmış saplı bir ağacın iki kenarına lastik takılıp ortasına taş konulur ve nişan alınarak kuş atıp vurulur. Âşıkın bu tuzağa düşmemesini söylüyor.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

2-Terk/ Terk-i âlem/Terk-i dünya:

Terk: Bırakma, salıverme, vazgeçme. Boşama. Bakmama. İhmal etme.

Arapça, terk etmek anlamında bir kelimedir. Fakr ve Fenâ Ehli dervişlerin başlarına giydikleri taç ve külahlar üzerinde, dikey iniş şeklinde alâmetler olurdu. İşte bu dilim dilim görüntü veren alâmetlere terk veya terek adı verilir.
Bu dilimlerin sayısı, tarikatlara göre değişirdi. Bektaşîlerde dilim sayısı 12'dir.

Dört türlü terk vardır:
1-) Terk-i Dünya,
2-) Terk-i Ukbâ,
3-) Terk-i Hestî (varlık)
4-) Terk-i Terk..


Ukbâ: Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem.
Hestî: f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet.


Resim

Mariz-i derd-i aşkım terk-i âlemdir murâdım kim
Bu nâ-hoş mülkde eğlendiğimce zahmetim artar..

G.71/4


Mariz: (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.
Nâ-hoş: f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen.


: Âşk derdinin hastasıyım. Mâksadım âlemi terk etmektir. Zîra bu nâhoş, kötü diyârda kaldıkça daha fazla zahmet çekiyorum..

Fazla hastalıktan, çok ıstıraptan ölümü isteyen bir insanın ümitsizliğidir, âşıkın duruşu. Fakat aşk hastasının isteği mâsivâdan sıyrılmaktır. Yani maddî şekilde değil manevî şekilde âlemi terk etmektir. Nâhoş, kötü mülk dünyadır, mâsivâdır. Burada bulundukça ıstırabı artıyor.

Resim

Mülk-i tecrîddir ferâgat evi
Terk-i mâl eyle hân-ü-mândan geç..

G.50/3


Tecrîd: Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (cc) yönelmek.
Ferâgat: Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek.
Hân-ü-mân: (Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyâl, âile.


: Huzur ve aynı zamanda her şeyden vazgeçmek evi, dünyadan elini eteğini çekmek mülküdür. Malı terk et ev barktan vazgeç…

Feragatta iki mana vardır. Biri huzur ve rahat, diğeri bir şeyden vazgeçmektir. Mülk mukabili mal, ev mukabili de hânumândır.

Resim

Göñül mir'âtını eyler mükedder akl teklîfi
Hoş ol bî-bâkler kim terk-i nâm ü neng tutmuşlar..

G.69/3


Mir'ât: Ayine. Ayna.
Mükedder: Kederli. Sıkıntılı. * Tekdir edilmiş. Azarlanmış. * Bulandırılmış. Bulanık.
Nâm: f. İsim, ad. Lâkab. Ün. şöhret, Şan.
Neng: f. Ayıp, utanma, hayâ etme.
Bâk: f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
Bî-bâkl: Korkusuz.


: Aklın teklif ettiği şeyler gönül aynasını bulandırır. Ne güzeldir o pervasız, korkusuz insanlar ki nam ve şöhret yolunu terk etmişlerdir. Yani ne iyi işler için şöhret isterler nede ayıplanan işler için utanırlar..

Akıl daima aşk ile karşı karşıyadır. Aklın insana emrettiği şeyler, bir divânelik olan aşkın emirlerine aykırıdır. Aşkın emirleri, aklın ilerisinde bir âlemin emirlerine aykırıdır. Aşkın emirleri, aklın ilerisindeki bir âlemin emirleridir. Akıl onlara erişemez. Akıl hayatının bağlarını kırıp aşk seline kapılan ve bu uğurda ne dünya şöhreti, ne de dünya kınanması tanımayan insanlar ne bahtiyârdır. Fuzûlî: “keşke bende böyle olsam!.” demek istiyor.


Resim

Sâ'idiñ zevkiyle terk etmiş Fuzûlî âlemi
Meyl-i sahrâ eylemez bir kuş ki dest-âmûz olur

G.93/5

Sayd: Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek.
Sâ’yid: f. Avcı. Sayyad.
Âmûz: f. Öğretmek mastarının emir kökü.
Dest-âmûz: Ele alışmış..


: Fuzûlî senin kolunun zevkiyle âlemi terk eylemiştir. Ele alışan bir kuş sahraya uçup gitmez..
Avcı kuşlar, kol üzerinde gezdirilirler. Fuzûlî de o kolun zevki ile âlemi terk eylemiştir. Nasıl ki ele alışmış kuşlar uçup sahraya gitmezlerse o da bir sahraya benzeyen mâsivâya meyletmez.


Resim

Cünûn feyziyle âzâd olmuşum kayd-i âlâyıktan
Kemâl ü fazl terki rütbe-i fal ü kemâlimdir..

G.101/3


Cünûn: Delilik, cinnet. Delirmek. * Çok olmak.
Âzâd: f. Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. * Dünya alâkasından kesilmiş. * Serbest fikirli.
Kayd: Kelepçe, bağ. * Bağlamak.
ÂLâik: (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.


: Aşk çılgınlığının feyzi ile onun sâyesinde onun verdiği kudretle bütün mâsivâya ait bağlardan kurtulmuşum. Kemâl ve fazilet denen şeyleri, bunların insana verdiği maddî üstünlükleri terk etmek benim kemâl ve fazilet üstünlüğümdür. Bu hususta kazandığım yüksek derecedir..

Mâsivâ âleminde bizim düşündüğümüz kemâl ve fazilet mefhumları hakikat âlemine hiçbir değeri haiz değildir. Bunu idrak edecek dereceye yükselmek hakikî kemâl ve fâzilettir. En büyük kemâl ve fazilet aşk çılgınlığıdır..

Resim

Zevk istersen Fuzûlî terk-i dünyâ kıl ki ben
Bulmadım bir zekv bundan gayrı tâ dünyâdeyim..

G.184/7

: Fuzûlî zevk istersen dünyayı terk et. Ben dünyada oldukça bundan başka zevk bulamadım..

Dünyada dünyayı terk etmekten başka bir zevk bulmadım derken, dünyayı maddi değil manevî şekilde terk etmekten bahsediyor. Dünya zevklerini hakîr görüp onlara bağlanmamak, hakikî vahdet zevkini duyabilmek için lâzım gelen ilk şarttır. Dünyada onu terk etmekten başka zevk yoktur. Dünyayı terk etmekte yani dünyaya ait her şeyi terk ettikçe ayrı bir zevk duyulur demek istiyor..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

Görüp dîvârlarda Kûh-ken nakşın demen âşık
Benim âşık ki tuttum dest terk-i hân-ü-mân ettim..

G.201/5


Kûh-ken: f. Dağ kazan, dağ deviren.
Nakş: Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek.
Dest: f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe.
Hân-ü-mân: f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe.


: Duvarlarda Ferhât’ın resmini görüp ona âşık demeyin. Asıl çöle çıkıp evini, barkını terk eden ben âşıkım.

Evlerde Ferhât’ın resimlerini asarlardı. Yani Ferhât evlerde otururdu. Böyle âşık olmaz.Âşık, çöllere çıkıp evini, barkını terk edendir. İşte şâir böyle yapmıştır.

Resim

Dâr-i dünyânı göñül cehd kılıp terk edegör
Hâb-i gaflette iken özünü bîdâr eyle..

G.249/5


Dâr-i dünyân: Dünyâ evi.
Cehd: Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
Hâb-i gaflet: Gaflet uykusu.
Bîdâr: f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık.


: Ey gönül çalış bu dünya evini terk et. Gaflet uykusundasın kendini uyandır.


Bütün dünya güzellikleri asıl olan sevgili yanında hiçtir. Onlara kapılman gafletyüzündendir. Kendini uyandır. Dünyayı terk et demek istiyor.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

3-) Fakr:

Fakr: İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.


Arapça, övünme, övünme vesilesi olan şey demektir. Çeşitli sayıda dilim (terk) li, Bektaşî tâcının adıdır. Bu taç, yokluk ve fakr ifâde eder. Hz. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın "fakirlik Benim öğüncümdür, onunla öğünürüm" hadis-i şerifine imtisâl eden sufîler, fakrı kendilerine temel düstûr edinmişlerdir. Mahv, fakr ve yokluk yolunun yolcusu olan sûfîler, başlarına giydikleri tâc ve sikkeleri, bu konuda sembol olarak kullanmışlardır.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “El fakr-i fahr :Fakrımla fahrederim!.” buyurdu.

(Aclunî, Keşfü’l- Hafâ 2-87)

Resim

Sülûk-i fakr etvârım mezâk-i aşk hâlimdir
Tecerrüd âlemi seyrinde âlem pây-mâlimdir..
G.101/1


Sülûk: (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
Etvâr: (Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.
Mezâk: Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma.
Tecerrüd: Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. * İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme. * Herşeyden boş olma.
Pây-mâl: (Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.


:Fakr yoluna girmek benim tavrım, aşk zevki ise hâlimdir. Âlemden elini eteğini çekmek âleminde dolaşırken âlemi ayağımın altına alırım..
Benim her hareketim fakr yolunda yürüdüğümü ispat eder. Hâlim ise devamlı aşk zevki içindedir. Fakr, âlemden elini eteğini çekmektir ki bir ismi de tecerrüddür. Yanimâsivâdan soyunmak. Bu fakr âleminde yaşayan insan, bütün âlemi ayağının altına almış demektir. Bu beyitteki mazmun güneştir. Çünkü bütün âlem güneşin ayağının altındadır.Güneş ise tecerrüdün timsali olan Hz. İsâ aleyhisselâm’ın makâmıdır. Tecerrüd ile seyr ve âlemi pâyimal etmek bir araya gelince güneş ve Hz. İsa aleyhisselâm meydana çıkıyor..

Resim

Fakr mülki taht ü âlem terki efserdir baña
Sükr-li'llâh devlet-i bâki müyesserdir baña
G.15/1

Efser: f. Tâc. Padişah tâcı.
Devlet-i bâki: Ebedî devlet.
Müyesser: (Yüsr. den) Kolaylıkla olan, kolay gelen, âsân olan, nasib.


: Fakr mülkî taht ve âlemi terk etmek de taçtır. Allah’a şükürler olsun ki bâkî devlet bana müyesser oldu..

Fakr, fakirlik, yoksulluk demek değildir. Dünyaya ait her şeyden müstağni olmak, onu istememek ve ona bağlanmamak demektir. Eğer onlara hiç bir değer vermezlerse odervişte fakra mâlik olmuştur. Bu mâlikiyyet onun için bir tâçtır. Dervişlerin serpûşuna taç derler. Üzerinde dilimlere de terk derler. Terk ehli üç şeyi terk eder:
Terk-i Dünya,
Terk-i Ukbâ,
Terk-i Terktir..


Ukbâ: Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem.

Resim

Gör ganîmet fakr mülkünde gedâlık şîvesin
İ'tibâr-i mansıb ü der-gâh-i sultânı unut
G.45/4


Ganîmet: Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet.
Gedâ: f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.
Şîve: Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz.
İ'tibâr: (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri. * Ticarette söz veya imzaya olan itimad.
Mansıb: (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'.


: Fakr, istiğna mülkünde dilenci bir fakir gibi yaşamayı kazanç bil. Sultanın sarayında itibar ve rütbe sahibi olmayı unut..

Fakr mülkü, dünya mal ve servetine değer vermeyenlerin mülküdür. Orada bir geda yani dilenci gibi dünya arzu ve ihtiraslarından uzak yaşamak bir ganimettir.


Resim

Çekme âlem kaydını ey ser-bülend-i fakr olan
Saltanat tahtına erdiñ bend ü zindânı unut
G.45/5


Kayd: Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart.
Ser-bülend: (C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek.
Bend: f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile.
Zindân: f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer.


: Ey fakr saadeti ile başını yüksekte tutan insan, dünyaya ait lezzet ve sadetlerin insanıkendine çeken, bağlayan bağından kurtul. Fakr âlemine girmekle asıl saltanat tahtına erdin. Artık zindanı ve seni orada bağlı tutan zincirleri unut..

Fakr sahibi insanın başı daima yukarıdadır. Çünkü insana baş eğdiren dünya nimetlerinin hiç birine muhtaç değildir. İhtiyat hissetmeyince daima müstağnidir.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Fakr mülkiñ tut ger isterseñ kemâl-i saltanat
Saltanattan geç kim ol vâdide çoktur ihtiyâc..
G.49/2

: Fakr mülkünü zaptet. Eğer kemâl derecesinde her şeyden müstağni olmak istersen dünya saltanatından vazgeç. Çünkü dünyada her şeye mâlik olacak bir kudrete sahip olmak istersen o yolda insan çok şeye muhtaç olur.

Şâir iki mülkten bahsediyor biri fakr mülkü, her şeyden müstağni olmak, ikincisi isedünya nimetlerine sahip olma ihtirasıdır.

Resim

Terk ü tecrîd ihtiyâr et kim diyâr-i aşkta
Fakr bâzârına esbâb-i fenâdandır revâc..
G.49/5

: Her şeyi terk et, her şeyden elini eteğini çek, zirâ aşk pazarında bir fark pazarı vardır. Bu pazarda malına revâç bulmak için kendini ifnâ etmenin sebepleri lazımdır. O da terk ve tecrrittir.


Tecrîd: Açıkta bırakmak. Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
Ihtiyâr: Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek.
Fakr: İhtiyaç, yoksulluk. Azlık, muhtaçlık.
Esbâb: (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.
Fenâ: (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. Geçici dünya. Geçip gitme. Tas: Kendi varlığından geçmek. Kötü. Devamlı olmayan.
Revâc: Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.


Resim

Naks-i zâ'ildir umûr-i dehre kılma i'tibâr
Olsa hâsıl fakrdan hüzn ü gınâdandır ibtihâc..
G.49/6

: Fakr yoluna gitmekten mahzun veya zenginlikten mesrûr olmak, bir anda gelip geçenhâller olduğu için bunlara değer verme. Hüzünde geçer, sevinç de, bunlar dünyahâllerinden, işlerinden gelir.


Naks: Eksiklik, noksan, kusur. Azaltma, eksiltme. (Bak: Nâkıs)
Zâ'il: (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
Umûr: (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.
Dehr: Zaman, çok uzun zaman, ebedi. Bin yıllık zaman. Dünya.
İ'tibâr: (İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. Taaccüb etmek. Şeref, haysiyet. Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri.
Fakr: İhtiyaç, yoksulluk. Azlık, muhtaçlık.
Gınâ: Zenginlik. Yeterlik. Tok gözlülük.
İbtihâc: Sevinç, sevinme. İç açıklığı.


Resim

Fuzûlî âlem-i fakr ü fenâda mün'im-i vaktim
Diyâr-i meskenet nakd ü kanâ'at mülk ü mâlimdir..
G.101/7

: Fuzûlî fakr ve fenâ âleminde zamanın zenginiyim. Meskenek yani acz ve sükûn diyârımülküm, kanaat parasıda malımdır.


Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren.
Meskenet: Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Tarîk-i fakr tutsam tab' tâbi' nefs râm olmaz
Gınâ kılsam taleb esbâb-i cem'iyyet tamâm olmaz..
G.113/1

: Her şeyden elimi eteğimi çekip fakr yolunu tutsam yaratılışım bana tabi olmaz. Nefsimde emrim altına girmez. Eğer zenginlik istesem, icap eden şeyleri bir araya getirip tamamlamak imkânsız.


Tarîk: Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
Fakr: İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek.
Râm: f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad.
Gına: Zenginlik. Yeterlik. * Tok gözlülük. * Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak.
Esbâb: (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.


İç âlemdeki tenâkuzları anlatıyor. Maddî sahadaki hüsranları tefekkür ve ma’na âlemindeki nasipsizliğini anlatıyor..

Resim

Ey Fuzûlî ben kana'at mülkünüñ sultânıyım
Saltanat esbâbı eğnimde pelâs-i fakr bes..
G.128/7

: Ey Fuzûlî ben kanâ’at mülkünün sultanıyım. Üstümdeki fakr paçavrası benim sultanlığım için kâfidir.


Kana'at: Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.
Pelâs: f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs.


Tasavvufta fakr hakikî sultanlıktır. Çünkü istediği hiç bir şey yoktur. Hakk’ın rızasından başka, dünya sultanları her ân bir ihtiyaç ve zaruret karşısındadır..

Resim

Râhat olsaydı garaz dünyâda fakr isterdi halk
Gâlibâ kim halka bir bî-hûde gavgâdır garaz..
G.138/5

: Eğer dünyanın yaratılmasında maksat rahat etmek olsaydı halk fakr isterdi. Yani dünya nimetlerine değer vermemek saadetine erişirlerdi. Hâlbuki bunu bilmeyen halk bîhûde bir çabalama peşinde koşuyor.

Halk dünya nimetlerine değer vermese o zaman rahata ererdi.


Bî-hûde: f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.

Resim

Mün'imiñ arz-i tecemmüldür işi fakr ehline
N'ola ger dil kılsa her dem derd-i aşkıñ câne arz..
G.139/6

: Zenginin işi mâlik olduğu ni’metleri, süsleri fakirlere göstermektir. Nolur gönlüm de senin aşkından dolayı çektiğim dertleri cana arz etse, gösterse.


Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren. Zengin.
Tecemmül: Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek.


Burada zengin gönüldür. O kadar derdi vardır ki... Fakr ise candır, gönül ma’nadır, canise maddedir. Aşk derdi ruhun zenginliğidir. Çünkü bu sûrette ruh hakikate doğru yürümektedir..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Gel ey râhat sanan esbâb-i cem'in kılma nâ-dânlığ
Tarîk-i fakr tut kim fakr imiş âlemde sultanlığ..
G.146/1

: : Ey huzur için lâzım gelen şeyleri toplamakla rahata kavuşacağını sanan insan, gel cahillik etme. Fakr yolunu tut. Dünyada sultanlık ancak fakr imiş.


: Nâ-dân: f. Cahil, bilmez, haddini bilmez.

Resim

Göñül verdim fenâ vü fakra terk-i i'tibâr ettim
Bi-hamdi'llâh ki âhir küfrüm imâna değşidim..
G.197/4

: Kendimi Hakk’ta yok etmeye, dünyadan elimi eteğimi çekmeye gönül verdim. Kıymet hükümlerimi değiştirdim. Allah’a şükür nihâyet küfrümü îmâna tebdil ettim.


Fenâ: (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek.
Fakr: İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. * Cenab-ı Hakk'a karşı fakrını, ihtiyacını hissetmek. * Tas: Kendisindeki bütün her şeyin Allah'a âit olduğunu bilmek..


Benlik davasında bulunmak, dünyaya gönül vermek ehl-i Hak nazarında küfürdür. Terk-ii’tibâr, evvelce kıymet verdiğin şeyleri terk etmektir. Evvelâ benliğe ve dünyaya değer veriyordu. Şimdi fenâ ve fakra düşerek onları terk etmiş..

Resim

Aşk erbâb-i riyâdan fâriğ etmiş göñlümü
Fakr esbâb-i alâyıktan götürmüş rağbetim..
G.210/6

: Aşk riyakârlardan zâhidlerden gönlümü fâriğ etmiş, onlara alakayı kesmiş. Fakar yani mâsivâdan elini eteğini çekmek de dünyaya bağlananlara karşı meyl ve rağbeti yok etmiştir.


Alâyık: Münâsebetler. alâkalar.

Ne riyakârlarla ne de Hakk’tan gayri bir şeye bağlananlara hiç bir alakam kalmamıştır. Ben, sâdık ve samimî bir âşık, dünya ile alakasını kesmiş bir insanım demek istiyor…

Resim

Ey Fuzûlî fakr toprağında devlet iste kim
Sâye ol toprağa salmıştır hümâ-yi himmetim..
G.210/7

: Ey Fuzûlî hakikî devlet fakr toprağındadır. Onu iste çünkü o toprağa himmetimin hümâsının gölgesi vurmuştur.)
Toprak fakr ve tevâzu manasındadır.


Sây: Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.

Resim

Naz edip dönderme ey bî-derd yüz uşşâktan
Bunca hem gösterme fakr ehline istiğnâ yüzün..
G.228/6

: Ey dertsiz naz edip âşıklardan yüz döndürme. Fakr ehline bu kadar istiğna gösterme.

Hakikî sevgili, âşıklarına daima nâz eder. Onlara istiğna yüzünü gösterir. Çünkü âlemlerden müstağnidir. Müstağni olan kimse kendisine verilmek istenen bir şeyden yüzçevirir. Yani bende ondan çok var, istemem der. Bu yüz döndürme, istiğna yüzün göstermektir, müstağni olduğunu anlatmaktır.


Resim

Fakr imş fakr Fuzûlî şeref-i ehl-i vücûd
Özüñe eyleme hem-dem fukarâdan gayrı..
G.272/7

: Fuzûlî, var olan insanların şerefi fakr imiş fakr, fukaradan başka kimse ile düşüp kalkma,arkadaşlık etme.

Resim

Ey felek yoktur pelâs-i fakrdan ârım benim
Atlasından bilmişim üstün muhakkar salimi..
G.287/3

: Ey felek ben fakr elbisesinden utanmam. Şu hakîr şalımı senin atlasından üstünbilmişim.

Fakr bütün feleklerden yani maddeden müstağni olmaktır. O halde bütün atlaslardanüstün olan felek-i atlasın da daha üstüne yükselmiştir. Felek-i atlasta hiçbir şey bulunmadığına göre fakrda da hiçbir maddi bir şey yoktur.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

4-) Geda

Farsça, dilenci mânâsında bir kelimedir, ilâhî tecellîlere muhtaç olan sâlik;

Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-ı aşktır
Kim müsahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ..
G.1/3

: Vahdet vâdisi hakikatte aşk makamıdır. O aşk makamı ki orada sultandan dilenci ayrıt edilmez.

Aşkın gayesi vahdete erişmektir. Onun için bu yol aşk ile elde edilir. Bu aşk makamına erişince insan kesret âleminde birbirinden çok uzak olan varlıkları birleştirir. Meselâ mecaz mâsivâ âleminde birbirinden çok uzak olan ün yüksek mevki olan sultanlıkla enâşağı mevkide bulunan dilenci birbirinden ayırt edilmez. Bil misal olarak ele alınan bu telâkki hakikatte de doğrudur. Bu mutasavvıf insanları sadece insan ve Hakk’ın mazharı olarak ele alır. Ârızî olarak haiz olduğu şeyler tamamen fânidir ve bir görünüştür.Tasavvuf âleminde hakiki değer Hakk’a yakınlık ile ölçülür. Vâdi geçit yoludur buvadîden sultan da geçer dilencide. Burada vadî manevî telakki ve inanış yolu, makam isedurulan yerdir. Ama burada erişilen yer ma’nasındadır.


Resim

Düşmez çü sâh kurbu Fuzûlî gedâlara
Ol sehden iltifât ne nisbet baña saña..
G.17/7

: Şah ile geda cem’iyet meratib-i silsilesinde en yüksek ve en alçak seviyede olanlardır. Mecazî veya hakikî sevgiliye şah denir. Çünkü şah büyük demektir. Asıl ma’nası budur. Ey Fuzûlî, gedalar, dilenciler padişahlara yaklaşamaz. O şah sana ve bana hiç iltifat eder mi, ne münasebet..

Kendisine yaklaşılamayacak olan büyük, yani idraki muhal olan büyük, vahdet-imutlaktır, Hakk’tır.


Resim

Okuñ her lâhza kim bağrım deler göñlüm kılar efgân
Bi'aynih eyle kim feryâd eder itler gedâ görgeç..
G.52/4

: Gamın canımı deldiği her lahza gönlüm feryat eder. Nasıl ki köpekler, dilenci görüncehavlamaya başlar, tıpkı onun gibi.

Bir eve dilenci girince evin köpeği ona havlar, gam evin kapısından giren bir dilencidir. Feryada başlayan gönül de köpekler. Bu hâl eski mahallelerde olurdu köpekler bir dilenci görünce onu kıyafetlerinden tanır havlamaya başlarlardı. Çünkü dilenci onların kısmetinden bir şeyler alır götürürdü. Manevî bir ıstırap maddede dahi tesirini gösterir.Yani onu, canı derler, gönlün feryadı, maddî bir acının gelip gönülden bir şey almasınama’ni olmaktır.


Resim

Gamze peykânın gözüñ ben mübtelâdan saklamaz
Sarf eder ehl-i nazar nakdin gedâdan saklamaz..
G.110/1

: Gözlerin yan bakış okunun temrenini ben âşıktan esirgemez. Zirâ nazar ehli, bakışı güzel olanlar parasını dilenciden esirgemez..

Nazar ehli, güzel bakışlı olanlar, bir de içi görüp anlayanlar demektir. Burada benim nasıl bir âşık olduğumu anlıyor ve beni daima güzellikleriyle yaralıyor, demektir.


Resim

Arızıñ görmek hayatım tâze eyler veh ne ayb
Ger gedâ vech-i ma'âsın kılsa sultândan tama'..
G.143/6

: Senin yanağını görmek benim hayatımı tazeler. Dilencinin yaşamak, geçinmek parasını sultandan istemesi ne kadar ayıptır..

Dilenci sultanın kendisine yanaşamaz. Onun memurları yada bendeleri ona sadaka verir. Âşık sevgilinin zâtına yaklaşamaz. Ancak onun sıfatı olan mâsivâ ile hayatını te’min eder ve gayesine yaklaşır.


Resim

Yok aceb ger mâle rağbet mülke kılman iltifât
Ben gedâ-yi kûy-i aşkım mülk ü mâli n'eylerim..
G.186/3

: Mala rağbet etmiyor, mülke dönüp bakmıyorsam hiç hayret etmeyin. Ben zevk ehliyiminsana sıkıntı veren şeyleri ne yapayım.

Dünya mülk ve malı Hak âşıklarına sıkıntıdan başka bir şey vermez. Onlar başka bir zevk âlemi içindeler.


Resim

Gedâ-yi kûyuñ idim böyle zilletim yok idi
Serir-i saltanat-i kurbde mu'azzâm idim..
G.194/4

: Senin diyarının dilencisiydim. Böyle zelil ve hâkir değildim. Sana yakınlık sultanlığıntahtında ulu bir sultandım..

Dilencilik ile sultanlığı karşılaştırıyor. Ruhlar âleminde, Elest Bezminde sana yakındım.Bu anâsır âlemine düşerek zelil oldum o zaman bir sultandım. Çünkü senin diyarında bir dilenciydi.


Resim

Kerem kıl kesme sâkî iltifâtın bî-nevâlardan
Eliñden geldiği hayrı diriğ etme gedâlardan..
G.215/1

:Ey sâkî, kerem et yoksullardan iltifatını kesme. Elinden gelen hayrı bu dilencilerdenesirgeme..

Sâkî şarabı el ile sunuyor. Sâkî’nin elinden gelen hayır, şarab kadehidir. Sâkî aşkı ilham eder. Bu ise hayırdır.


Resim

Fuzûlî nazenînler görsen izhâr-i niyâz eyle
Terâhhum umsa ayb olmaz gedâlar pâd-şâhlardan..
G.215/9

: Ey Fuzûlî, nazlı güzeller görsen onlara yalvar, sana acısınlar. Çünkü dilecilerin padişahlardan merhamet dilenmeleri, ayıp değildir..

Sevgililerden kendisine cefâ etmelrini istemektedir. Çünkü bu cefâlar onu hakikî sevgiliye ulaştıracaktır..

Resim

Rahm et ey seh dil-i derviş çeken âhlara
Ki gedâ âhı eser eyler ulu şâhlara..
G.243/7

: Ey Fuzûlî, vücudum zayıfladı, artık sesim çıkmıyor diye ağlayıp inlemelerini kesme. Mâdemki bizi çengi ile ağlayıp inlemeye alıştırdın dâima inle..

Resim

Ben gedâ sen sâha yâr olmak yok ammâ n'eyleyim
Ârzû ser-geşte-i fikr-i muhâl eyler beni..
G.294/4

: Ben dilenci sen şaha yar olamaz ama neyleyim arzu, bu muhal, imkânsız düşünce ilebenim başımı döndürüyor..

Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

5-) Üryân

Arapça, çıplak demektir. Tasavvuf düşüncesindeki, "çıplak geldik hiç bir şeye sahipolmadan, çıplak gideriz" yorumunu anlatan bir terim.

Revâc-i nakd naks-i sikkedendir n'ola kadr etse
Baña il cism-i uryânımda naks-i bûriyâ görgeç..
G.52/5

: Paranın geçer olması üzerindeki yazıdandır. Halk çıplak vücudumda hasır izleri görüpbana itibar ediyor, buna şama..

Çıplak vücûd ile bir hasır üzerine yatmak fakirliğin son mertebesidir. Hasırın örtüsü çıplak vücûdda çizgi çizgi izler bırakır. Bunu para üzerindeki devlet ya da hükümdarın adına benzetiyor. Bu çizgiler aşk hükümdarının fakr sahibi vücudundaki nişanı, âlametidir. Ve elbette revaç bulacaktır..


Resim
Ey habâb-i eşk nâ-yâb et ten-i uryânımı
Kim bu rüsvâ perdemi çâk etti sırrım kıldı fâş..
G.129/5

: Ey gözyaşımdaki hava kabarcığı çıplak vücudumu ört, onu görünmez hale getir. Zirâ burezil rüsvâ varlığım benim utanma perdemi parçalayıp sırrımı ifşâ etti..

Resim

Gör ten-i ûryân ile ahvâlimi hicrân günü
Var imiş rûz-i kıyâmet kılma inkâr ey hakîm..
G.189/5

:Ayrılık günü çırılçıplak vücudumun ne ıstıraplar içinde kıvrandığını gör de kıyamet gününü inkâr etme…

Kıyamet günü herkes çırılçıplak mezardan kalkacak. Hayattayken insan ancak çıldırdıysa çırılçıplak soyunur. Ahvâlimi gör dediği bu cinnettir. Istıraptan çıldırdığını söylüyor.


Resim

Öyle uryân gerek âvâre-i sahra-yi cünun
Ki ta'allûk dikeni tutmaya kat'â eteğiñ..
G.226/5

: Cünûn, aşk divaneliği sahrasında âvâre dolaşan âşık öyle çıplak olmalıdır ki, dünyayaait bir diken onun eteğini tutmasın. Yani onu dünyaya bağlamasın.

Âşık tamamen fakr hâlinde bulunmalıdır. Dünya ile alakasını kesmelidir..


Resim

Let urup kâleb-i fersûdemi geh habs kılar
Geh serâsime vü uryan bırakır sahrâya..
G.224/2

: Bâzen bana sopa atıp bu yıpranmış vücudumu hapse atar. Bâzen de aklımı karıştırıpbeni çırılçıplak bir sahraya atar..

Madde ve akıl âlemi dardır. Maddede hapsediyor, aşk âlemi ise sahra gibi uçsuz bucaksızdır. Aklını alıp aşk âlemine götürünce orada fakra düşüyor. Yani dünyadan soyunuyor. Mecnûn gibi sahralarda dolaşıyor.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

6-) Nemed

Arapça Keçe demektir.

Bildi aşkından nemed-pûs olduğum âyîne veş
Rahm edip bir kez baña bakmaz bu istiğnâya bah..
G.58/4

: Aşk yüzünden ayna gibi keçelere sarılduğımı bildiği halde bir kere bana bakmaz. Bu istiğnaya bak.

Aynaları keçelere sarıp saklarlar. Keçe aynı zamanda fakr âlametidir. Derviş hırkasıdır.Güzeller aynalara çok bakarlar, böyle olduğu halde keçeye sarılmış âşıklarına bir keredönüp bakmazlar.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim 7-) Libas:

Arapça, elbise demektir.

Resim

Kan yeter kim dem-be-dem gözden inip örter tenim
Dest-i gam Mecnun'uyum ben handan u handan libâs..
G.124/2

: Her ân gözümden inip tenimi örten kan kâfidir. Ben gam çölünde yaşayan bir Mecnûn’um. Ben nerede, elbise nerede?.

Kanlı gözyaşı, kat kat veya her ân akınca bütün vücûd kana bulanıyor. Gam çölünde dolaşan bir Mecnûn “âşık” için bu elbise kâfidir. Kandan kelimesinde iki mana vardır biri benim gibi Mecnûn’a hiç elbise olur mu diğeri ise ben kandan elbise de kandan demek istiyor.


Resim 8-) Kalender:

Farsça bir kelimedir. Dünya ile alâkasını kesip Allah'a yönelen kimselere denir. Bunların özelliği, laubali meşreb, lâkayd, mücerred ve fakir olmalarıdır. Kalenderiyye tarikatına mensup olanlara kalender denir. Bektaşîlerde derviş olmaya ikrar veren, fakat kendisine derviş olma töreni ile taç giydirilmeyen ve tekkede arakıyye ile hizmet eden kişilere de kalender adı verilir.Ancak bu kelime zamanla aşınmış, farklı manalarda kullanılmaya başlamıştır. Halk arasında kalender; yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi, her şeyi hoş görüyle karşılayan geniş meşrebli, herkesle anlaşabilen ve geçinebilen kimselere de kalender adam denir. Kaynaklara göre, kalenderîler başı açık gezmektedirler. Sikkelerinin yukarı kısmında on iki, aşağı kısmında ise kırk dilimin bulunduğu kaydedilir. Bektaşîler, beyaz keçeden yapılan lengeri dört, kubbesi on iki dilimli ve tepesinde düğme adı verilen kenârları dikişli, fındık büyüklüğünde, beyaz keçeden mamul dikili bir parça bulunan tâca, "Hüseynî" ve "Celâli Tâc" denir. Lengeri dört, kubbesi on iki parça keçenin, iç taraftan birbirine dikilmesiyle meydana gelen bu tâcın, dıştan görünen dilimlerinin kenârları da küçük ve birbirine bitişik dikey dikişlerle dikilerek, dilimler iyice belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikili olmayanına ve tepesinde düğme bulunmayanına "kalenderî taç" denir. Kalenderîler; çar-darb denilen bir uygulama yaparlardı ki, bundan kasıt, zahirî süsten vazgeçmekti. Çar-darb (dört vuruş) ise, saç, sakal, bıyık ve kaşları tıraş etmekten ibaretti. Kafadaki tüm kılların kazınmasına özen gösteren bu tip dervişlerin, cevalıka (cavlaklar) diye anıldığı da bilinmektedir.

Resim

Gözgüde aks-i hâliñi gördüm gelip dedim
Koymaz mı dâğ göğsüne Rûm'uñ kalenderi..
G.297/6

Resim 9-) Rind:

Farsça, kayıtsız, laubali, akıllı, münkir vs. gibi özellikleri olan kişi anlamına gelir. Rindler, şekilden kurtulmuş, öze ermiş kişilerdir.

Resim

Riyâyî zâhid-i husküñ semâ'ından n'olur hâsıl
Hoş ol kim rind-i mey-hâre içip câm-i şarâb oynar..
G.70/5

: Riyakâr kuru sofunun semâ etmesiden ne netice çıkar. Asıl güzel rindin şarab içip oynamasıdır..

Zâhid kurudur. Rind ise şarab içip içini ıslatıp raks ediyor. Rind bir manaya aşktır. Kuru sofuluğun zıddı rindiltir. Rindde aşk vardır. İçtiği şarab ve yaptığı raks, aşk ve onun verdiği dini heyecandır.


Resim

Ukbâda kevser istemesin rind-i mey-gede
Dünyâda bes değil mi mey-i ergavân içer..
G.77/4

: Meyhane rindi ahirette kevser şarabı istemesin. Dünyada erguvan renkli şarab içiyor, bu kâfi değil mi?

Meyhane rindi âşık olan rinddir. Onun dünyada içtiği aşk şarabıdır. Bu şarab yanında cennetteki kevserin kıymeti yoktur. Hakikî zevk aşktadır bu tatlı ıstırapta ancak dünyada içilir. Bu nefisle mücadele zevkidir. Kırmızı şarab, ilâhi aşk şarabıdır.


Resim

Ben hod öldüm ey türâbımdan olan sâğar müdâm
Rindler bezmin gezip bir bir yetir benden niyâz..
G.114/5

: Ben zaten ölmüşüm ey benim toprağımdan yapılan kadeh, dâima rindlerin işret meclisini gezip her birine benden niyaz ilet..

Ben mâsivâdan alâkamı kestim benim toprağımdan ancak aşk sunan kadeh yapılır. Çünkü ben âşıkım ey kadeh rind aşıklar meclisini gezip her birine benden niyaz sun. Burada niyaz şarabtır. Toprağından yapılan kadehle sunulacaktır.


Resim

Âşık isen rind ü rüsvâlıktan ikrâh etme kim
Aşk sırrın iktizâ-yi devr pinhân istemez..
G.115/5

: Eğer aşık isen rindlik ve rüsvâlıktan tiksinme zira devrin iktizâsı yani Allah’ın kazâsı aşk sırrının gizli kalmasını istemez..

Âşık, kendine göre kıymet hükümleri verip onu yaşamalı. Çünkü aşk başka bir hayattır. Bu hayatta âlemin inanışına veya hayatına aykırı şeyler olabilir. Âlem nazarında rüsva ve rezil telâkki edilir. Âşık bundan çekinmemelidir.


Resim

Mahrem olmaz rindler bezminde mey nûs etmeyen
Ey Fuzûlî çek ayağ ol bezmden yâ çek ayağ..
G.143/7

: Şarab içmeyen insan rindler bezmine giremez. Ey Fuzûlî, ya o meclisten ayağını çek yahud kadeh çek şarab iç..

Âşıklar bezmine aşk şarabını içmeyenler mahrem olamazlar. Şarab içmeli yahud o meclise girmekten vazgeçmeli. Ayak çekmek bir manada bir yere gitmemek diğer manada da şarab içmektir. Ayağ kadeh manasına, çekmekte içmek manasındadır.


Resim

Rind hâk olsa dahî dürd-i hum-i bâde olur
Ne ise koymaz elinden mey-i sahbâ eteğin..
G.226/6

: Rind toprak dahi olsa şarab küpünün dibindeki tortu olur. Ne olursa olsun şarabın eteğini elden bırakmaz..

Rind âşık ölüp toprak olsa dahi aşkın eteğini elden bırakmaz şarab küpünün dibindeki tortu toprağa benzer ve şarabın dibine çökmüş halde bulunur. Şarabın dibi, eteğidir.


Resim

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîse halka rüsvâdır
Soruñ kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı..
G.264/7

: Fuzûlî aşkın icabı olarak rinddir yani cemiyetinin mevzuatına değer vermez. Ve değer vermediği için de çılgındır. Sorun bu ne cinnettir, bu delilik devam eder mi yoksa akıllanır mı?.

Fuzûlî, herkesin ayıpladığı bu çılgınca hareketlerde aşk yüzünden bulunur. Çünkü aklı Hak tarafından alınmıştır. Rind ve mecnûnu olmuştur. Bu bir sevdadır yani akıl hastalığıdır. Usanmak, us yani akıldan gelir, usanmak akıllanmak demektir. Bıkmak değil.


Resim

Sanemler hidmetin tâ'at bilen rind ecrsiz kalmaz
Kılar biñ rişte-i tesbih isin her târ-i zünnârı..
G.270/6

: Güzellere, putlar hizmet etmeyi bir ibadet bilen rind muhakkak ecr ve sevap kazanır. Zira onun zünnarının her ipi bin tane tesbih ipi hizmetini görür..

Hakk’a âşık rind, sanemlere hizmet ederken bu hizmeti Hakk’a vâsıl olmak için yapar. Bu yüzden onun küfr kemerinin her ipi hakikate bin tesbih ipinin yaptığı tâ’atı yapar. Rind halkın kendi hakkındaki düşüncelerine değer vermez. Zünnar, Hıristiyan râhiblerin kemeridir. Tecerrüd mânâsındadır. Hazrei İsâ tecerrüdün timsalidir.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim 10-) Mücerred:


Hiç kim sırr-i dehânıñ bilmez ol îsî-lebin
Âlemi gavgâya salmıstır mücerred bir gümân..
G.216/5

:Hiç kimse o İsâ gibi hayat veren dudağın sırrını bilmez sadece bir şüphe, âlemi kavgaya salmıştır..

Dudak yoktur. Onun için sırrı bilinmez. Dudak fenâfillâhtır. Yine sırrı bilinmez İsâ ölüyü diriltir. Dudakta fenâfillâhı yani fâni hayatta ölmeyi, kendini Hakk’ta yok etmeyimüteakip, bekabillâh yani bâkî ömür gelir. Ölüyü hayata kavuşturuyor. Âlem sadece bir şüphe üzerine bekabillâha erişmek için uzun bir mücadeleye girmiş yani aşk hastalığınadüşmüştür. Hz İsâ tecerrüdün timsali olduğu için bir de ölmediği için mücerred kelimesikullanılır. Mücerredde bekâr demektir.


Resim 11-) Ta’n.:

Arapça, “ta'n” dürtmek demektir. Kınamak ve aleyhde bulunmayı da ifâde eder. Ta'n eden bizden, ettiren ise bizden değil: Bu, taş atan bizden, attıran bizden değil anlamında dakullanılır. Bu söz, tasavvuf yoluna giren kişinin, bağlı bulunduğu yola tenkit getirecek davranışlarda bulunmaktan sakınması, ölçülü olması ve dikkatli konuşması gerektiğini bildirir. Bu konuda kur’ÂN'da;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
"Ve lâ tesubbûllezîne yed’ûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm (ilmin), kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû ya’melûn (ya’melûne).: Allah’tan başkasına dua edenlere sövmeyin, aksi halde ilimleri olmadan, haddi aşarak Allah’a söverler. İşte böyle bütün ümmetlere amellerini süsledik. Sonra dönüşleri Rab’lerinedir. O zaman, yapmış oldukları şeyleri, onlara haber verecek.” (En'âm 6/108).


Resim

Kâr-ger düsmez hadeng-i ta'ne-i düsmen baña
Kesret-i peykânıñ etmistir demirden ten baña..
G.11/1

:Düşmanın kınama, ta’n oku bana tesir etmez. Çünkü bana o kadar ok attın ki onlarıntemreni bende demirden bir ten vücuda getirmiştir..

Demirden ten zırhtır. Zırha demir ok işlemez fakat düşman kimdir niçin ta’n eder, sevgilinin attığı oklar nedir dikkat edilirse buna dâir bir işâret yoktur bunu biz düşünüp bulacağız. Bu edebiyatta yerleşen bir tasavvuf kültürü vardır bu kültüre istinat eden şâir, her şeyi söylüyor. Düşman, kendi tasavvufî akidesini anlamayıp, onun cemiyet nizamına aykırı hareketlerinden dolayı kınayanlardır. Hakiki sevgilinin attığı oklar kâinattaki her güzelliğin âşıktaki tesiridir. Her biri ayrı ayrı bir güzellik göstererek ayrı bir hasret getiriyor çünkü sevgili erişilmezdir. Ve şâir bu aş oklarının vücudunu demirden bir zırhla bürüdüğünü yani bütün varlığıyla aşık olduğunu anlatıyor böyle bir insanı düşmanın kınaması hiç tesir eder mi?.


Resim

Çıkma yârim geceler ağyâr ta'nından sakın
Sen meh-i evc-i melâhatsiñ bu noksandır saña..
G.21/5

:Ey sevgilim geceleri sokağa çıkma çünkü başkaları sana ta’n ederler, kötü söylerler. Sen güzelliğin en yüksek noktasında bulunan bir aysın bu senin için bir noksandır..

Bu beyitte sevgilinin bedr-i tam olduğunu yani Hakk’ın güzelliğini mümkün olan en tam şekilde aks ettiğini söylemek için gece çıkmak hadisesini bir bahane olarak kullanıyor.


Resim

Ta'n-i gaflettir peri-tal’atlere izhâr-i hâl
Sanma kim ahbâb hâlinden olur gâfil habîb..
G.34/4

: Peri gibi güzel sevgililere âşıkların aşk uğruna çektiklerini anlatmaları, onlara bunu bilmediklerinden dolayı bir nevi ta’n etmektir. Zannetme ki sevilen sevenlerin halini bilmez..
Tasavvufta sevgi evvela Allah’tan kuladır sonra da kul Allah’ı sever.


Resim

Bağrı bütünler baña ta'n ederler müdâm
Hâlimi serh etmeğe bir ciğeri pâre yoh..
G.60/2

:Aşk ıstırabı ile bağrı parçalanmamış olanlar beni dâima kınıyorlar. Bir benim gibi aşk içinde ciğeri parça parça olan yok ki ona halimi şerh edeyim..

Aşk ıstırabı çekmeyen aşıkın halinden anlamaz. Halini anlamak için parçalanmış bir gülşerha şerha olmuş, bir sîne lâzımdır.
Mesnevî’de:
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ beguyem şerh-i der-i iştiyâk..


:Ayrılıktan parça parça olmuş bir sîne istiyorum.
Tâ ki iştiyak derdini ona uzun uzunanlatayım..

Beyti bu duygunun ifâdesidir..


Resim

Fuzûlî vermedi ta'n okları göz yasına teskîn
Öñün bend etmek olmaz hâr ü hâsâk ile Ceyhun'dur..
G.90/ 7

:Fuzûlî, bana atılan kınama okları gözyaşımı dindirmedi.
Çünkü gözyaşım Ceyhun nehri gibi akıyor. Dikenle çerçöple önünü kesmek olmaz..


Âşık ta’n oklarını çerçöp gibi tehlikesiz görür..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Kabrim tasına kim gam odumdan zebânedir
Ta'n okun atma kim hatarı çok nisânedir..
G.99/1

: Gam ateşinin bir alevi olan kabrim taşına kınama okunu atma çünkü o tehlikesi çok bir hedeftir..

Kabir taşı beyazdır ve yerden fışkıran bir aleve benzer. Şâir öldükten sonra dahi gam ateşi içinde yandığını ve kabir taşının o ateşin alevi olduğunu söylüyor aşk ateşi içinde öldükten sonra da yanan bir âşıka ta’n eden çok felakete uğrar. Çünkü âşıklar Allah’ın sevgili kullarıdır.


Can vermeyem mi gurbete kim bîm-i ta'neden
Yâd-i vatan figânına sensiz behânedir…
G.99/6

:Gurbete nasıl can vermeyeyim mi, nasıl can vermem; çünkü senin ayrılığından dolayı feryad etsem beni kınarlar. Güya vatan yâd edip onun için efgân ediyormuşum gibi yapıp senin yokluğundan feryad ediyorum. Vatan yâdı bahane oluyor. Bunun içinde gurbete canımı veririm..

Gurbet, hakikî vatandan yani Elest Bezminden ayrılıp unsurlar âlemine düşmektir. Bu gurbete can vermek, maddi canı teslim edip vatanına yani ruhlar âlemine dönmektir. bir de onu canını verecek kadar sevmek. Maksadım ruhlar âlemini yâd etmeyi ve onun için feryad etmeyi bahane ederek hakikî sevgili için figân ediyorum. Ruhlar âlemi Hak ile beraber bulunan âlemdir. Çünkü doğrudan doğruya Hakk’a talip olursa bunu anlamayanlar, ona ta’n ederler.


Göñülde biñ gamım vardır ki pinhân eylemek olmaz
Bu hem bir gam ki il ta'nından efgân eylemek olmaz..
G.112/1

: Gönülde bir gamım vardır. Bunu gizlemek olmaz. Hem bu öyle bir gam ki halk kınar,ta’n eder diye feryâd eylemek de olmaz..

Bu aşk gamıdır gizlenmez çünkü aşk ile müşk gizlenmez derler. Miski gizlemek olmaz keskin kokusu onu ele verir.


Ey Fuzûlî cevr-i yâr ü ta'ne-i ağyârdan
Var yüz biñ gam bu hem bir gam yok gam-hârımız…
G.120/7

: Ey Fuzûlî, sevgilinin cefâsı; başkalarının, ağyârın kınaması bunlar bana yüzbinlerce gam yüklüyor ve öyle bir gam ki bir tek dert ortağımız yok..

Ta'ne-i ehl-i melâmetten ne noksan âşıka
Berk-i lâmi def’in eyler mi hücûm-i hâr ü ha…
G.128/5

: Kınayan insanların ta’nından âşıka ne zarar gelebilir. Düşen parlak yıldırıma çerçöpün hücumu gibidir. Onu yolundan çevirir mi?.

Yıldırım harmana İsâbet eder ve onu yakar saman ise çerçöptür.


Âdem evvel ser-i kûyuñ verip olmus cennet
İşitip ta'n-i melek soñra pesîmân olmuş..
G.136/6

: Âdem evvela senin diyarını verip cenneti almış fakat sonra melekler onu kınayınca pişman olmuş..

Âdem Bezm i Elestten, âlem-i ervahtan anasır âlemine inince cennete yerleşmiş. Yani âlem-i ervahı bırakıp madde âlemine inmiş. Âlem-i ervaha karşılık cenneti almış. Cennet bütün maddi lezzetlerin toplandığı yerdir. Meleklerde Âdem’e ta’n ederler Âdem bunu işitip sonradan pişman olmuştur..


Ta'ne-i ağyâr çekmektir isim bir yâr için
Kim olup ağyâra yâr eyler baña ağyârlığ..
G.147/5

: İşim, başkalarına yar olup beni ağyar kabul eden bir yar için ağyarın kınamasına uğramaktır..

Başkalarının kınamasına uğramak aşk uğrunda cemiyetin makul görmediği hareketleri yüzündendir. Başkalarına yar olup aşığa ağyar muamelesi eden sevgilide hakiki sevgilidir.


Tanımaz oldu beni ta'ne eden ehl-i riyâ
Sükr kim hâlimi ey ask diğer-gûn ettiñ..
G.147/6

: Bütün kınayan riyakârlar beni tanımaz oldular. Ey aşk, Allah’a şükürler olsun ki ben halimi değiştirdim..

Fuzûlî öldürür her dem beni ehl-i nazar ta'nı
Ki niçin yâr lâ'liñ Çesme-i Hayvân'a benzettim..
G.198/5

: Fuzûlî, yârin lâ’l dudağını niçin Âb-ı Hayât’a benzettim diye, gören ve hakikati bilen kimseler her an beni kınıyorlar..

Ey Fuzûlî her yeten ta'n eyler oldu hâlime
Bu yeter ehl-i melâmet içre tahsînim benim..
G.206/7

: Ey Fuzûli, her gelen halimi kınar oldu. Melâmet ehli içinde beğenilmek bana yeter..

Fuzûlî aşkı bilmeyenler tarafından kınanıyor. Demek ki kendisi melâmet ehli, herkes de kınayınca aşkı bilenler tarafında beğeniliyor. Bu beğenilmek ona yeter.


El ta'nesinden isterim ol kûya gitmeyem
Öz ihtiyârım ile beni koyma ey cünûn..
G.231/2

: Halkın kınamasından, taşlamasından o diyara gitmeyeyim diyorum. Ey cünûn, delilik beni kendi halime bırakma..

Sevgilinin diyarına giden âşıkı halk taşlıyor. Sevgilinin diyarına gitmek, ilâhî aşk âlemine girmektir. Bunu halk anlamaz. O diyara ancak cünûn halinde gidilir. Deli, halkın kınamasına değer vermez. Cünûn aşkın icabıdır..


Akl dûn-himmet sadâ-yi ta'ne yer yerden bülend
Baht kem-sefkat belâ-yi ask gün günden füzûn…
G.232/3

: Akıl bana yardım etmiyor, himmeti aşağıdır. Yer yer beni kınayan sesler yükseliyor. Bahtın şefkat ve merhameti yok. Aşkın belâsı da günden güne artıyor..

Akıl, dünya işlerini düzenlemek içindir. Ben bunları yapamıyorum, akıl bana yardım etmiyor. Herkes beni kınıyor. Himmetin manası tecerrüd dünyayı terk etmek kudretidir. Esasen akıl, dünyayı terk etmeyi emretmez onu aşk emreder. Aklın yardım etmemesi neticesi, deliliktir. Delileri de kınarlar.


Kaddiñe serv demis gonceleriñ ta'nından
Duramaz bâd-i sabâ hiç gül-istân içre..
G.254/6

: Bahar rüzgârı senin boyunu serve benzetmiş, goncalar ona o kadar ta’n etmişler, taşlamışlar ki gül bahçesinde durmaz olmuş..

Değildim ben saña mâ'il sen ettiñ aklımı zâ'il
Baña ta'n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı..
G.264/6

: Ben sana gönül vermiş değilim. Benim aklımı sen aldın. Yani beni kendine sen âşık ettin, akıl yerine aşkı getirdin. Beni bu çılgınca hareketlerimden dolayı kınayan gafil seni görünce utanmaz mı?.

Allah kulu sever kendine çeker. Sonra da kul Allah’ı sever. “O, onları sever, onlarda O’nu severler”


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû men yertedde minkum an dînihî fe sevfe ye’tîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû ezilletin alâ’l- mu’minîne eizzetin alâ’l- kâfirîn (kâfirîne), yucâhidûne fî sebîlillâhi ve lâ yehâfûne levmete lâim (lâimin) zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâu vallâhu vâsiun alîm (alîmun).: Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu', Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Mâide 5/54)

Bundan dolayıdır ki ben sana gönül vermedim, sen benim aklımı aldın. Akıl alınca yerine aşk gelir ve âşık çılgınca hareketler yapar. Bu inceliği bilmeyen insanlar âşıka ta’n ederler. Eğer onun sevgilisini görseler bu kınamadan utanırlar. Sevgili görünmez bu ise manevi bir müşahededir.


Zâhid çok etme ta’ne mey üftâdesine kim
Çokları yıktı pîr-i muğânıñ kerâmeti..
G.301/6

: Ey kuru sofu, şarab düşkününe çok ta’n etme. Zira meyhane büyüğünün “mürşid-ikâmilin” kerameti birçoklarını yıkıp harap etmiştir..

Zâhid şarabtan harap olan yıkılan insana ta’n ederse meyhane büyüğünün gazabına uğrar çünkü şarab aşktır. Mürşid-i kâmil ise keramet ehlidir. İnsanlara aşk ikram eder…
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim 12-) Zâhid:


Zâhid su’âl ederse ki meyden nedir murâd
Bizde safâdır anda küdûret cevâb aña..
G.8/2

: Meyden muradımız nedir diyen zâhide şu cevap verilir: bizde saffet ve temizlik, onda bulanıklık.

Fuzûlî burada zâhidi karşısına alınca mey’in aşk-ı ilâhî olduğu meydana çıkar hakiki aşk,kalbi mâsivâdan temizler, şeffaf bir ayna haline getirir..


Resim

Silk-i ehl-i hâle çekmis zâhidi esk-i riyâ
Mis kimi kim sîm kadrin bildirir sîm-âb aña..
G.9/7

: Zâhidin riyakâr gözyaşı onu hâl ehli olan âşıkların arasına getirmiş yani ehl-i hâl ipine dizmiş. Gözyaşı inciye benzetiliyor. Gümüş kadrini kendisine civanın bildiği bakır gibi..

Resim

Zâhidâ sen kıl teveccüh gûse-i mihrâba kim
Kıble-i tâ’at ham-i ebrû-yı dil-berdir bana..
G.15/6

: Ey zâhid, sen mihraba karşı durup namaz kıl. Benim dönüp ibadet edeceğim kıble sevgilinin kaşının bükülüşü, kavs halini alışıdır.

Fuzûlî “kabe kavseyn” yani Hakk’a karşı ibadet ediyorum demek istiyor..


Resim

Ol büt ebrûsun koyup mihrâba döndürmen yüzüm
Koy beni zâhid baña çok verme Tanrı'yçün azâb..
G.29/6

: O put gibi güzelin kaşını bırakıp da yüzümü mihraba döndürmem. Tasavvufta put, mana güzelinin tecellîsidir. Ey zâhid bırak beni Allah için bana çok azap verme.

Zâhid, kuru sofu mihraba secde et diyor şâir âşık ve mutasavvıftır. O, Hakk’a kulbiyetin ifâdesi olan kaşa “kâbe kavseyn” yüz döndürecektir..


Resim

Muvahhidlere kılma inkâr zâhid
Mey-i vahdeti sanma ümmü'l-habâ'is..
G.47/3

: Ey zâhid hakiki tevhid erbabına karşı çıkma onların davalarını reddetme. Onlar vahdet şarabını içmişlerdir. Bu şarabı asıl şarab gibi kötülüklerin anası sanma.

Tevhid şarabı kötülükleri yani delaletleri, sapıklıkları doğurmaz. Zâhid onu içip sarhoş olmadığı için bu sırra eremez..


Resim

Câm tut der sâki-i gül-çihre zâhid terk-i câm
Ey göñül fikr eyle gör kim hansıdır tutmalı pend..
G.63/6

: Gül yüzlü sâki kadeh tut, eline bardak al iç der. Kuru sofu ise kadehi terk et. Ey gönül düşün bak, hangisi tutulası gerek nasihattır.

Yine zâhir ile bâtın karşılaşıyor. Kadeh, şarab aşktır, batındır. Sofunun nasihatı zahirdir.Düşünmek gönüle havale ediliyor. Elbette gönül aşkı, bâtını tercih edecek..


Resim

Lebiñ devrinde zâhidler tutup mey-hâneler küncün
Kılıp tesbih terkin târ-i zülf-i çeng tutmuşlar..
G.69/6

: Dudağının devrine, idrakine girdikleri zaman evvelce zühd ve takvâ yolunda yürüyen insanlar meyhaneler köşesine çekilmişler ve tesbih ipini terk edip, çeng tellerini tutmuşlar. Yani çeng ahengine kapılmışlar.

Leb fenâfillâhtır. İlahi aşktır. Bunu idrak eden zâhidler aşk âlemine, meyhane köşesine çekilirler. Ve evvelce ellerinden düşürmedikleri tesbih ipini terk ederler. Çengin tellerine yani sema ve musikiye koşarlar çünkü sema ve raks mütenevvi sesli ve hareketlidir.Onları ilahi bir aşk ile dinler ruhları yükselir. Fuzûli sema ve musikinin insanı ilahi vecd ve istigraka düşürdüğü için islâmi bir değeri olduğunu söylüyor..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

Riyâyî zâhid-i husküñ semâ'ından n'olur hâsıl
Hos ol kim rind-i mey-hâre içip câm-i sarâb oynar..
G.70/5

: Riyakâr sofunun sema etmesinden ne netice çıkar asıl güzel rindin şarab içipoynamasıdır.

Resim

Gamzen görünmeyib göze kanlar içer müdâm
Zâhid kimi ki bâdeni elden nihân içer..
G.77/5

: Gamzen göze görünmeyip gizlice dâima kanlar içer. Halktan gizli şarab içen sofu gibidir..

Resim

Muhabbet lezzetinden bî-haberdir zâhid-i gâfil
Fuzûlî aşk zevkin zevk-i aşkı var olandan sor..
G.84/7

: Gaflet içinde olan kuru sofu muhabbet lezzetinden habersizdir. Ey Fuzûlî aşkın zevkiniaşk zevkine sahip olana sor..

Resim

Zâhid-i bî-hod ne bilsin zevkini ask ehliniñ
Bir aceb meydir muhabbet kim içen hûs-yâr olur..
G.96/4

: Kendini kaybetmiş, kendinden habersiz sofu aşk ehlinin zevkini ne bilsin aşk acayip bir şarabtır onu içen sarhoş olmaz bilakis aklı başına gelir.

Resim

Aşk aybını bilübsen hüner ey zâhid-i gâfil
Hüneriñ aybdır ammâ dediğiñ ayb hünerdir..
G.106/5

: Aşkı ayıplamayı bir hüner, bir marifet biliyorsun ey gafil zâhid! Senin hünerin ayıptır, fakat ayıp dediğin hünerdir.).

Bir şeyden haberi olmayan zâhid aşkı ayıplıyor. Ve bunu bir hüner, bir marifet biliyor fakat hakikatte onun hüner ve marifet bildiği şey ayıptır. Âşıklar ayıplanmaz. Ayıp dediğiaşkta bir hünerdir, bir üstünlüktür ve bir değerdir..


Resim

Ham-i ebrû-yi müsgîniñ görürse zâhid-i kec-bîn
Dahi kâmet sücûd-i gûse-i mihrâba ham kılmaz..
G.63/6

: Eğri görüşlü sofu, senin kaşının kıvrımını görse artık mihrab köşesine secde içineğilmez.

Kaş mihraba benzer. Burada zâhidden bahs edildiğine göre kaşın tasavvufi manası kastediliyor. Kaş ise Hakk’a yakınlıktır. Zâhid Hakk’a yakınlığın manasını ve değerini anlasaartık mihraba karşı eğilmekle bütün dini vazifesini yapmadığına inanır. Kaşın bir timsaliolan mihraba değil, gönlündeki Hak aşkına secde eder, yakınlık ister..


Resim

Sanır zâhid özün hâlî hayâliñden galattır bu
Bu hayrân olduğundandır ki hayrân olduğun bilmez..
G.69/6

: Zâhid kendisinde senin hayalinin bulunmadığını zanneder. Bu yanlıştır, zâhid hayranolduğu için hayran olduğunu bilmez.

Hayran, esrar sarhoşuna derler. Dâima hayal içinde yaşarlar. Aynı zamanda hayran, bir güzelliği fevkalâde bulup karşısında kendinden geçmek; bu kadar güzelliği tasavvurunfevkinde bulup hayrette kalmak ve ona aşık olmak demektir. Zâhid, hakiki güzelitahayyül eder. Esasen her varlıkta Hakk’ın tecellîsi vardır. Muhakkak zâhidde de Hakk’ıntecellîsi vardır. Her güzel, Hakk’ın mazharıdır fakat zâhid bunu bilmez. Esrarkeşlerinhayal âlemindedir..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

Zâhidâ gör sîne çâki su'lesin bizden sakın
Bir ocağız biz ki sûzandır der ü dîvârımız
G.120/2

: Ey zâhid, yarık sinemizden fışkıran alevi gör bizden sakın. Zira kapısı, duvarı yanan bir ocağız..

Resim

Kâ'be ihrâmına zâhid dediler bel bağladı
Eyledim tahkîk anuñ bağlandığı zünnâr imiş..
G.113/4

: Zâhid, Kâ’be’de tavaf esnasında giyilen elbise, hirama bel bağladı.Yani bütün kurtulma ümidini onda gördü dediler. Ben işin hakikatînı aradım, gördüm ki, onun bağlandığı zünnâr imiş..

Resim

Zâhidâ terk etme sâhidler visâli râhatin
Ger ibâdetten hemin gılmân u havrâdır garaz..
G.38/2

: Ey kuru sofu, eğer kendini dünya ni’metlerinden mahrum etmek azabına, cennetteki huri ve gılmanın visâline ermek için katlanıyorsan dünyadaki güzelliklerin zevkini sür, rahat et..
Zâhid bir takım mahrumiyetlere cennette onları elde etmek için katlanır. Bunun kıymetiyoktur. Asıl marifetleri Hakk’a vasıl olmak için terk etmektir. Âşıkın kemâli buradadır..


Resim

Mey-i gül-gûnu dediñ akla ziyandır zâhid
Bu mudur akl ki terk-i mey-i gül-gûn ettiñ..
G.167/2

: Ey zâhid, gül renkli şarab akla ziyandır dedin. Gül renkli şarabı terk ettim bu akıllı işi midir?..
Zâhid ile aşık ve mutasavvıf dâima mücadele halindedir. Mey-i gülgûn, kırmızı şarab yani sâhbadır ki hakikî aşktır. Zâhid bu şarab akla ziyandır diyor. Doğrudur çünkü aşk âşıkı akla aykırı hareketlere sevk eder. Zahir âlemde olan zâhidin aklı buna ermez.


Resim

Severim zâhidi kim gûse-i mihrâbı sever
Ham-i ebrûña rakîbim olup olmaz mâ'il..
G.175/6

:Mihrab köşesini seven zâhidi ben severim. Zira kaşının kıvrımını sevmek sûretiyle bana rakip olmuyor..

Resim

Her kimiñ takdirden maksûdu öz kadrincedir
Ehl-i ask ister zülâl-i vasl zâhid selsebîl..
G.177/3

: Herkes Allah’ın takdirinden kendi kadr ve mertebesine göre bir şey ister. Aşk ehli visâlin saf suyunu, zâhid ise cennet ırmağını ister çünkü zâhidin idrak mertebesi o kadardır.

Resim

Cennete zâhid bilir can vermeden yetmez velî
Câna kıymaz öz temennâsındadır miskîn bahîl..
G.69/6

: Zâhid, can vermeden cennete giremeyeceğini bilir. Lakin o miskin hasis, kendini düşünür canına kıymaz..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

Hûblar mihrâb-i ebrûsuna kılmazsan sücûd
Diniñi döndergil ey zâhid ki yahşi din değil..
G.179/4

: Güzellerin kaşının mihrabına secde etmezsin, dinini değiştir. Ey zâhid bu güzel bir din değildir..

Resim

Hem-sohbet oldu dâne-i engür zâhide
Aslı budur kim okudular bâdeni harâm..
G.180/7

: Üzüm tanesi zâhidin haremine girdi. Bâdeye haramdır demelerinin aslı budur..

: Üzüm tanesi bir süre zâhid ile birlikte olduğu için haram oldu. Bu beyitte maksat helâl olan hatta farz olan ilahi aşkın zâhidin idrâkı yüzünden haram sayılmasıdır..


Resim

N'ola kılsam terk-i mey minnet kılıp zâhidlere
N'eylerim mey neş'esin ben kim seniñ hayrânınım..
G.181/3

: Zâhidlere minnet yükleyip şarabı terk etsem ne çıkar? Şarab neşesini neyleyeyim ben kisenin hayranınım..

Mey neşesiyle afyon sarhoşluğunu karşılaştırıyor. Hayran, afyon-esrâr sarhoşluğuna denir. Zâhidleri memnun etmek için şarabı terk etse de onun yerine de sarhoşluk veren afyon vardır. Ben senin hayranınım aşk sana erişmek için bir vasıtadır..


Resim

Zâhidâ benden ne hâsıl kim okursan mescide
Bende tâ'at yok heman âlâyiş-i seccâdeyim..
G.184/5

: Ey zâhid benden ne beklersin ki, beni mescide çağırıyorsun? Bende ibâdet yok. Bensadece secdenin kibri olurum..

İbadet deyince ibâdette zâhidin anladığı mânâda zâhiri bir ibâdettir. Seccade üstündedir.Hâlbuki ibâdet âşıkların aşk içinde olan ibâdetidir ki onlar her an, her neye baksalar ruhen ayrı ayrı secde ederler..


Resim

Tavrıma zâhid eğer sûrette eyler i'tirâz
Îhtilât etsem anı serm-ende eyler sîretim..
G.210/3

:Zâhid, benim zâhirime bakıp bana itiraz etse de biraz benimle düşüp kalksa ahlâkım, seciyem onu utandırır..

Zâhidler âşıkların tavır ve hareketlerine itiraz ederler fakat, bu onların karşıdan görüp verdikleri hükümdür. Bir de âşıkların iç âlemi, ahlâkı, tabiatı vardır. Biraz bu sîrete vakıf olsalar evvel ki verdikleri hükümlerden utanç duyarlar..


Resim

Deme zâhid ki terk et sîm-ber bütler temâşâsın
Beni kim kurtarır Tanrı sataştırmış belâlardan..
G.215/4

: Ey zâhid bana gümüş göğüslü güzellere bakma deme!. Allah’ın musallat ettiği belâlardan beni kim kurtarır?.

Resim

Zâhidin ta'n ile dönderdim yüzün mihrâbdan
Nice bulmaz ecr biñ kâfir müselmân eyleyen..
G.221/8

: Kınaya kınaya nihâyet zâhidin yüzünü mihrabdan döndürdüm. Bin kâfiri müslüman eden hiç sevâba nâil olmaz mı?..

Burada zâhid mihraba secde ediyor. Mihrab ise taştan bir şeydir. Secdedeki aşkın hakiki mânâsını idrak etmeyen insan puta secde etmiş gibidir. Zât-ı İlâhî, her yerde hazır ve nâzırdır. “ne tarafa dönerseniz Allah ile karşılaşırsınız” âyeti mealince secde Hakk’adır..

وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim --- "Ve lillâhi’l- meşriku ve’l- magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm (alîmun).: Ve doğu da Allah’ındır batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah’ın Vechi (Zat’ı) işte oradadır. Muhakkak ki Allah Vâsi’dir (rahmeti ve lutfu geniştir, her şeyi ilmi ile kuşatandır).” (Bakara 2/115)
En son nurunnehar tarafından 21 Mar 2019, 20:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

N'ola zâhid bilse küfr-i zülfün imân olduğun
Simdi görmüsler midir kâfir müselmân olduğun..
G.222/1

N'ola zâhid bilse küfr-i zülfün imân olduğun
Simdi görmüsler midir kâfir müselmân olduğun..


: Saç “kesret”, vahdet olan yüzü örttüğü için küfretmiş olur. Küfür, örtmek demektir. Saçın örttüğü yüz ise imandır. Zâhid ne olur zülfün örttüğünün iman olduğunu bilse, kesretin altında vahdeti görse ne olur? O zaman vahdete iman eder. Bu idraka ererse hakiki mü’min olur.

Resim

Der imis zâhid ki olmak aybdır rüsvâ-yi ask
Bu sözü fâs etmesin rüsvâ-yi âlem olmasın..
G.234/6

: Zâhid aşk yüzünden rezil olmanın ayıp olduğunu söylüyormuş. Sakın bu sözü dallandırıp budaklandırarak kendisini halka rezil etmesin..

Resim

Za'f-i tâli' kesti dünyâdan nasibin zâhidiñ
Yoksa öz re'yiyle zâhid terk-i dünyâ etmedi..
G.280/6

: Zâhidin dünyadan nasibini kesen talihsizliğidir. Yoksa zâhid kendi düşünce ve fikri iledünyayı terk etmedi..

Dünyayı ve ondaki nimetleri ancak âşıklar kendi iradeleri ile terk ederler. Eğer zâhiddünya nimetlerinden nasibini almamışsa bu talihsizliğindendir. İradesi ile dünyayı terk etmemiştir..


Resim

Gâyet-i zühd ü vera' zâhid visâl-i hûr ise
Vech-i yok men eylemek hûrî-likâlardan beni..
G.292/6

: Ey zâhid sofuluğun, takvânın gayesi cennetteki hurilerin vİsâline erişmek ise beni huriyüzlerinden men etmenin sebebi yoktur..

Kuru sofu ibâdet ve takvâsını cennetteki hurilerin vİsâline erişmek için yapıyor. O halde şâir de, huri yüzlülere sevgi beslediği için zâhidin onu bu aşktan men etmesine sebep kalmıyor. Cennetteki huriler her türlü maddi ve dünyevi hususiyetlerden münezzehtir.Şâir bu hurilere her türlü nefsanî arzulardan münezzeh olarak bakıyor. O halde cennetteki huriler ile bunlar arasında fark kalmıyor esasen her ne şekilde tecellî ederse etsin her güzellik Hakk’ındır zâhid bunun farkında değildir...


Resim

Zâhid çok etme ta’ne mey üftâdesine kim
Çokları yıktı pîr-i muğânıñ kerâmeti ..
G.301/6

:Ey kuru sofu, şarab düşkününe çok ta’n etme. Zira meyhane büyüğünün kerameti birçoklarını yıkıp harap etmiştir..

Burada şarab üftadesi çok şarab içen yıkılandır. Çünkü şarab içmeye düşkün demek değildir. Böyle sarhoşa mest-i harap derler. Zâhid şarabtan harap olan yıkılana ta’n ederse meyhane büyüğünün gazabına uğrar mahvolur çünkü şarab aşktır. Meyhane büyüğü mürşid-i kâmil keramet ehlidir. Harikulade işlerle muktedirdir. Aynı zamanda kerem ehli insanlara aşk ikram eder...
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

13-) RÜSVÂLIK.:

Andanam rüsvâ ki seyl-âb-i siriskim çâk eder
Zahm-i tîğiñ kanı giydirdikçe pirâhen baña..
G.11/3

Âşıkın kılıcı ile açtığın yaralarsan akan kan bana “kandan”bir gömlek giydirdikçe, gözümden akan gözyaşı seyli onu parçalıyor. Yani kanı gideriyor. Bu sûretle kandan gömlek parça parça oluyor. Ve bu yüzden âleme rezil, rüsvâ oluyorum..

Vücûdda kan, madde hayatının devamını temin eder. Aşkın kılıcı kanımı akıtarak benimaddeden temizliyor ve vücudumu kana buluyor. Bu sevinilecek bir şeydir. Gözyaşı eğer su gibi berrak akarsa mâsivâ için akıyor demektir. Vücûddaki mâsivâ akan gözyaşımaddeden temizlemeyi ifâde eden kanı silip götürüyor ve beni bir taraftan maddeye, mâsivâya götürdüğü, bir taraftan da parça parça gömlekle kaldığı için beni aleme rüsvâ ediyor..


Dostlar kan yaş döküp kıldı beni rüsvâ-yi halk
Veh ki düşmen çıktı âhir dîde-i pür-hûn bana..
G.13/4

Dostlar, kanlı yaş dökerek beni halka rüsva etti. Ne yazık ki bu kanla dolu gözüm banadüşman çıktı..

Kanlı yaş vücudu mâsivâdan temizler. Kanlı yaş, sarı yüz üzerinde aşk âlametidir. Oinsanının aşk olduğunu halkın melâmetini üzerine çekebileceğini ifşa eder. Yani onuhalka rüsva eder. Fuzûlî maddeden temizlendiğini anlatmak istiyor..


Ey selâmet ehli ol ruhsâra bakma zinhâr
İhtirâz eyle melâmetten men-i rüsvâya bah..
G.58/3

Ey aşka ve ıstıraba düşememiş insan aman o yüze bakma. Melâmete herkesinkınamasına maruz kalmaktan kork. Bana bak nasıl rüsvâ oldum..

Bakmakla aşka ve melâmete düşülen yüz, alelâde bir yüz değil, muhayyel ve mücerret bir yüzdür..


Âkibet rüsvâ olup mey tek düser el ağzına
Kim ki bir ser-mest sâkî lâ'l-i handânın sever..
G.83/6

Sermest bir sâkînin açılmış güle benzeyen dudağını seven sonra rüsvâ olup şarab gibihalk ağzına düşer..

El ağzına düşmek, rüsvâlığın şâyî olup herkes tarafından bilinmesidir..


Sürdü Mecnûn nevbetin simdi benim rüsvâ-yi ask
Doğru derler her zamân bir âşıkıñ devrânıdır..
G.86/2

Mecnûn nevbet devresini yaşadı ve öldü. Şimdi aşk yüzünden rüsvâ olan benim. Halk,her zaman bir âşıkın devridir derler, doğru..

Mu'anber sünbülüñden almadan bû olmadım rüsvâ
Bu rüsvâlık baña senden değil bâd-i sabâdandır..
G.88/4

Amber kokulu, sümbülü benzeyen zülften koku almadan âleme rüsvâ olmadım. Burüsvâlık bana senden değil, sabah rüzgârındandır..

Şaçının amber kokusunu aldıktan sonra aşka düştüm diyor. Bir şeyin kokusu onun gözlegörünmeyen mahiyetidir. O zülfü gördükten kokusunu aldıktan sonra âşık olup herkesinkınamasına maruz kaldım diyor..


Âşık isen rind ü rüsvâlıktan ikrâh etme kim
Aşk sırrın iktizâ-yi devr pinhân istemez..
G.115/5

Eğer aşık isen rindlik ve rüsvâlıktan tiksinme zira devrin iktizâsı yani Allah’ın kazâsı aşk sırrının gizli kalmasını istemez.

Âşık, kendine göre kıymet hükümleri verip onu yaşamalı. Çünkü aşk başka bir hayattır.Bu hayatta âlemin inanışına veya hayatına aykırı şeyler olabilir. Âlem nazarında rüsva verezil telâkki edilir. Aşık bundan çekinmemelidir. Eğer âşık isen rindlik ve rüsvâlıktan tiksinme..


Kılma her sâ'at beni rüsvâ-yı halk ey berk-i âh
Eyleme rûşen şeb-i gam külbe-i ahzânımı..
G.263/4

Ey âh şimşeği, her saat çakıp beni halka rüsvâ etme. Aşk ıstırabı içinde geçirdiğimgeceler hüzünle dolu kulübemi aydınlatarak beni halka gösterme.

Fuzûlî'ni reh-i aşkında eşk ü âh eder rüsvâ
Belâdır her kimin bir yolda gammâz olsa yoldaşı..
G.275/7

Aşkının yolunda Fuzûlî’yi âleme rüsvâ eden gözyaşı ile âhıdır. Bir yolda insanın yoldaşının gammaz olması “fitneleyici”bir belâdır.

Aşk yolunda gözyaşı dökmek ve âh etmek gâyet tabiîdir. Fakat aşkı anlamayanlar bunuyadırgar ve âşıkları kınarlar. Gözyaşı ve âh hiç bir zaman gizlenmez..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: FUZULÎ ve MELÂMet

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

RİND iLe ZÂHİD”deki =>MELÂMEt ÇAĞRIŞIMLARI.:

ZÂHİD.: "Ey RİND, sözünden, mensûr cümlelerden nefretin ve manzûm olanlarına hevesin anlaşıldı. Karışık mensûr cümlelerden nefretin, bunların kavramasındaki kusurdan olduğu için mâzûrsun! Bunu anladım. Ama ALLAHın ve peygamberin merdûd saydıkları nazmı sevmen ve onlardan hoşlanman neden? Nazmın yalanda aşırılığa vasıta olduğu için şerîat yolunda gidenlerce adı kötüye çıkmıştır. Senin hatırındadır ki.:"

Kıt’a.:
“Yalanı başkasına iten, yalancının yerini tutar.
Akıl onun varlığını hiçe sayar!.
Sözün başını yalana bağlamanın sebebi ne?
Yalan, düşük itibârının sebebini kendisi de bilir!”


RİND.: Ey ZÂHİD, “Biz O’na şiir öğretmedik” âyetinin mânâsından anlaşılan, şiir peygamberden başkasına ALLAH’ın öğrettiği şeydir! Ona ihânet ise yanlıştır!. “Şüphesiz, şiirde hikmet vardır”ın mânâsı öyle görünüyor ki, nazım, MuhaMMed Mustafa’nın râzı olduğu bir davranıştır. O halde nazmı kötülemek utanma eksikliğidir. Şunu bil ki, şiirin faydalı yalanı zararlı doğrucu nesirden daha iyidir. Doğrusu şöylece söylemezsen eğer yalandır.:

Rubâî.:
“Şerîatte yalan söz söylemez!
Yalan, meşrû değildir, mâkul de değildir!.”
Şiirin bu pâyesi yeter ki, onun kisvesine bürünen bu çeşit yalan bile herkesçe makbûldür!.”


ZÂHİD.: “Ey RİND, mâdem ki bilim ve sanata kabiliyetin var, fayda ve zararın sonunu göz önüne getiriyorsun; sanat öğrenmeden önce bilime rağbet gösteresin ve bilim yolunun çöllerini aşasın!. Bu güzeldir!. Çünkü ilim, rûhânî tatlar zincirini kımıldatır ve ALLAH sırlarını bilmeye vasıtadır!.” dedi..
Şöylece demişler ki.:


Kıt’a.:
“Bilim hakkı bilme cevherinin elde edildiği bir denizdir!
Bilimin değerini bilginlerden sor!
Bilimin tadını câhil ne bilsin?.”


RİND.: “Ey ZÂHİD, bilim öğrenmenin iyi olduğunu söylüyorsun! Benim de bunu elde etmemi diliyorsun! Şimdi öğret de öğreneyim! Onun ışığı ile de can mumumu alevlendireyim!.” dedi..

Rubâî.:
“Onu et ki bereketinden bir isteğe ulaşayım!
Kılavuzluğunla bir yere varayım!
Varlık iddaası, irfândan başka bir şey değildir!
Doğru yolumu göster de iddaâ ettiğime ulaşayım!.”

Sonra ZÂHİD bir sahifeye, “elif”in şeklini çizdi. RİND onun anlamını sordu.


ZÂHİD.: “Bu bilimler hazinesinin kilidi ve kendi kendine ayakta durmaya gücü yeten ALLAH’ı bilmenin esasıdır. Başlangıçta kâlem levh’ın üzerine işâret koyunca, birden ancak bir çıkar, kaidesi gereğince, kendisine “elif” şeklinde tecellî verdi.” dedi..

Rubâî.:
“Elif, hecelerin defterinin başında, bir harftir.
Zekâ bahçesinin süsü olan bir servidir.
Bâzen derd, bâzen devâ şeklinde görüntüye sâhib.
Binlerce görünüşü olan bir “TEK” tir!.”


RİND.: ”Ey ZÂHİD, bu yazı öğretmenin başlangıcıdır! Yazı öğretmenin, ALLAH’ı bilmenin şartı olduğu düşüncesi yanlıştır. Peygamber Hazretlerinin Ümmî oluşu bu mânâya tanıktır.” dedi..

Kıt’a.:
“Yazı bilmenin, ALLAH’ı bilmenin sebebi olduğunda, kitapları bir araya getirmiş olan fâkîh’in şüphesi var!
Yazının, ALLAH’ı bilmenin menşe’i olmadığına yâkîn hâsıl edememiştir.
Eğer yazı ise, oyazı/hat, gül yanaklıların yüzündeki yazıdır!
Yazı bilgisini kazanmak, dedikoduyu güçlendirmektir.
ALLAH’ı bilen konuşmaz, LâLdir!.”
Cevapla

“►Aşıklar◄” sayfasına dön