ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

2. DERECE: Hürmet ve riayet

Meşâyih-i Kiram şöyle buyurmuşlardır:
"Hürmet demek Hakk'a karşı tazim demektir. Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'l münker demektir. Rabbinin emrine, itaatle, ibadetle ve tazimle uymaktır. Allah'ı müşahede etme makamına erildiğinde hürmet ve riayet, kıyamda (ayakta), oturarak ve yatarak ta yapılabilir. Zira Hak katında köle olan hürmetini muhafaza etmek mecburiyetindedir."

Rivayet edilir ki, Beyâzıd hazretleri bir gece ayakta durmaktan yorgun düştü ve oturdu.
Oturduğunda işgal ettiği yer o kadar küçüktü ki, bu oturuşu ancak melekler yapardı.
Öylesine toparlanarak ve edeple oturdu. Ve oturduktan sonra Hazret, bir daha ebediyyen Rabbinin huzurunda oturmamaya yemin etti.

Hürmet eken hürmet biçer.
Şeker getiren baklava yer.


Asıl lazım olan şey, sâlikin rahatlamak istediği anda hürmet etmesidir.
"Rahatlamak hakkım" diyerek yayılmanın ve sereserpe uzanmanın edebe yaraşır bir yanı yoktur.
Allah'ın huzurundayken buna cür'et edilmez.

Ey kardeşim şunu iyi bil ki, ehlullahın hürmeti üç kısımdır:
Birinci kısım, ister yorgunluktan dolayı dinlenme anında olsun, isterse başka bir halde olsun, her anında ve saniyesinde hürmetle davranır. Ve nâmahremden sırr-ı vahdeti setreder.
İkinci kısım ise, Allah'a karşı göstermiş olduğu hürmetini açıkça izhar eder. Fakat tamamıyla ve dört başı mamur bir hürmet kılmaz.
Üçüncü kısım ise, kemâliyle hürmet kılar ve bunu da açıkça izhâr etmekten çekinmez.
Birinci kısma misal Cüneyd-i Bağdadî'dir.
İkinci kısma misal, Şiblî'dir.
Üçüncü misal ise Mansûr'dur.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

3. DERECE: İhlâs

Allah u azimüşşan bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor:
"İhlas, benim sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan seçtiğim kimselerin kalbine emanet olarak bıraktım."

İhlâs: Dinî amelleri, ucûp ve riyadan temizleyip halis hale getirmektir.
Nitekim Allah(cc) bir âyet-i kerimesinde, "iyi bilinmelidir ki hâlis din Allah'ındır." buyurmaktadır.

Şeyhü'l-islâm hazretleri ihlâsı şöyle tarif etmektedir:
"İhlâs, insanın yapmış olduğu ameli bütün şaibelerden temizlemesi ve gösterişi terketmesidir. Ve amele itimât etmemektir. Zira amele itimât eylemek irfanın noksanlığına işarettir."

İbn-i Atâ hazretleri şöyle buyuruyor:
"Amele itimât etmek hakikate vakıf olanlar nezdinde zillettir."
Sevap kazanmak için amel etmek ve ihlâsa yönelmek, ihlâsı elde etmeye mânidir. Ve bir kimsenin şöhret için amel etmesi de ihlâsa mânidir, işte ihlâs, bütün bunlardan amelleri uzak tutmaktır.

Ebu Osman Mağribî şöyle buyuruyor:
"İhlâs, içerisinde nefsin haz duyacağı ve böbürleneceği şeyin bulunmadığı halettir."
Daha da ötesi, ihlaslı olanın kendini muhlis görmemesidir.
Onun için "ihlâs, senin kendini ihlâslı görmemendir." diye tarif edilmiştir.
Zira İhlasın devamı tevâzuyla mümkündür.

Hakikat şu ki, ihlas yalnız ve yalnız Allah için ve onun rızasını kazanmak yolunda yapılan ibadetle kazanılır.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

4. DERECE: Tehzib

Meşâyih —Allah onlara rahmet eylesin— tehzibi şöyle tarif eder: "Tehzib, ilim ve amelin ona layık olmayan şaibeli şeylerden arındırılması demektir."
Tehzib ve tenkiye hâlis olmayanlar ve safa bulmayanlar içindir.
Nitekim şöyle buyurulmuştur "Tenkiye ve tehzib, hasta olana ilaç hükmündedir."

Bu riyazetler, bu cefa çekmeler,
ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
İyinin ve kötünün imtihanı,
altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.


Bu haslet hâlis olan ve salâh bulan kimselere ve doğru mizaçlı olan kimselere lâzım değildir.
Ancak sülûke yeni girenlere ve riyazet erbabına vaciptir.
Şeyhü'l islâm hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "Tehzib, sülûke yeni girenler ve riyazet ehli için bir imtihandır."
Bu imtihandan murâd ise, beşeriyete ait pisliklerden (maddî ve manevî) arınmaktır.
Sülûk'e yeni girenlere lâzım olmasının sebebi, onların tehzib sayesinde huylarını ve tabiatlerini düzeltmeleridir.
Gösterişten ve riyakarlıktan kurtulmalarıdır.
Zira nefsâniyyete ait basitlik ve huysuzluklarla asla ibâdet yapılamaz.

Meşâyihden bazıları şöyle demişlerdir: "Âdet üzere yapılan ibâdetler, ibadet olarak kabul olunmazlar, ibadet hâlis niyetle ve şuurlu bir şekilde yapılırsa ibâdet olur. Bilhassa ibâdet eden için nefse muhalefet vaciptir. Sırf âdet olduğu veçhile oruç tutanın orucu ne oruç olur ne de oruçsuzluk. Nakıs (eksik) bir oruç olur. Çünkü nefse itimât vardır."

Tehzib, ibadetlere istikamet verir. Ve tehzib-i nefs olan kimse hakkıyla müstakim olanlardandır.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

5. DERECE: İstikamet

İstikâmet demek, yemede, içmede, akîdede, ibadette, amellerde, ahvâlde, vakti geçirmede ve bütün yapılan işlerde, ifrat ve tefride kaçmamak ve orta yolu tutmaktır. Ve sülûke, manevî yükseliş gayesiyle girmektir.
Onun için: "İstikamet, sulüke manevî irtifa niyetiyle girmektir" denmiştir.

Allah u Teâlâ istikâmet üzere olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"O kimseler ki, bizim Rabbimiz Allah'tır derler. Ve sonra amellerinde dosdoğru olduklarında da biz onlara melekleri indirdik. Ki o melekler onlara, korkmayınız, üzülmeyiniz, dünyada vaadedilen cennet sizin içindir. Müjdeler olsun dediler."
Bu âyet-i kerîme ihlâsı, ameli ve ilmi muhtevîdir.
Hepsini bir arada birleştirir, ihlâs, amel ve ilim üçü birleştiği zaman gerçek istikâmeti tayin eder.
İstikâmet, hülâsâ-i amel olduğu için bunun sevabı ve karşılığı tasavvur edilemeyecek kadar çoktur.
Sü'bân hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Resûlullah efendimizin şöyle buyurmuştur:

"Ey ümmetim! Dosdoğru olunuz, istikâmetin sevabını sayamazsınız. Ve bilin ki, sizin en hayırlı ameliniz namazdır. Mü'min olan temizliğini kemâliyle yapandır."
Namaz iki vecih üzere kılınır.
Birincisi, şeklen kılınan namazdır, ikincisi ise kalben (manen) kılınan namazdır.
Makbul olan ikincisidir.

Zahiren yapılan ta'dîl-i erkân, fıkhın tayin ettiği şeklî namazda olur.
Oysa batini olarak kılınan namazda gösterişe ve riyaya yer yoktur.
Bâtınî kalple kılınan namazda kalbi teşvişden mahfuz eylemek lâzımdır. Asıl temizlik budur. Bunu ise hakkıyla gerçekleştirecek olanlar, hakikî mü'minlerdir.

Müstakim olan mü'min, Allah'ın hidâyet nuruna erişen kimsedir.


İstikamet ehlinden birini bilirim.
Hidayet mahallesinin başında durur.
Hüviyet nurlarıyla canını vermiş.
Tabiatın kirinden, çirkefinden temiz olmuş.


Avârif adlı eserde Ebî Ali ez-Zevcî'den hikâye edildiğine göre o şöyle dedi; "İstikâmet sahibi olmayı iste. Kerameti değil... Çünkü senin Rabb'in senden doğruluğu bekliyor ve doğru olmanı istiyor, keramet göstermeni değil..."

Taleb-i istikâmet Rabb'in rızâsıdır.
Taleb-i keramet nefsin hevâsıdır.
Ehl-i Hak olanın ise nefsin isteklerinden kaçınıp, Hakkın rızâsına sığınması gerekir.
En güzel keramet istikamettir.
Tıpkı ibn-i Atâ'nın şöyle söylemesi gibi; "Keramet ancak ve ancak istikâmettir. Ancak bir kimseye istikâmete girmeden önce kerametin verilmesi istisnaî bir nasiptir. Onun için sâlik olan evvela istikâmete öncelik vermeli ve bu mevzuda hırslı olmalıdır. Bunun böyle olması vaciptir. Zira, harikuladelik olan kerametin, istikamet olmaksızın hakîkat ehli yanında bir kıymeti yoktur. Hakikat ehlinin katında en büyük keramet te'dib-i ahlaktır.
Sehl ibn Abdullah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki, en büyük keramet, senin zemmedilmiş olan ahlâkını, Muhammedî ahlâka tebdil etmendir."
Erbâb-ı kemâl bu nev'i harikulade olan kerameti, "insanın hayzıdır" diye, terketmişlerdir. Ve akabinde, nefsi İslaha ve terbiyeye yönelmişlerdir.
Birgün Beyazıd-ı Bestâmi hazretlerine şöyle denildi: "Filanca kişi bir saatte Mekke'ye ulaşıyor, ne dersiniz?"
O'da şöyle cevap verdi: "Ona bakarsan Şeytan göz açıp yumana kadar mağribden meşrıka gidiyor. Halbuki o bir lânetlidir."
Bunun üzerine tekrar soruldu:
"Filanca kişi hem su üzerinde yürüyor hem de havada uçuyor?"
Beyâzıd hazretleri şöyle cevap verdi:
"Suyun üzerinde bir odun parçası da yürüyor (yüzüyor). Havada dersen bir sinek dahi uçuyor. Bunda şaşacak ve büyütecek ne var ki? Siz esas o kimselerin, istikâmetini ve ahlâkını bana söyleyiniz ki ben size onun ne olup olmadığını söyleyeyim."
Görüldüğü gibi Hazret, ekseriya Hakk'a teveccühü ve istikâmeti öngörüyor.

Yahya bin Muaz'ın naklettiğine göre, bir gün Beyâzıd hazretleri denizin kenarına secde eder bir vaziyette şöyle dua ediyordu:
"Ey Rabbim! Kavmim benden su üzerinde yürümeyi ve havada uçabilmeyi talep ediyor. Ey Rabbim! Senden bunları istemekten yine sana sığınırım. Rabbim, Kavmim benden tayy-i zaman ve tayy-ı mekan istiyor. Rabbim, onlardan hoşnut ol ve onlara acı. Ama bunu istemekten sana sağınırım. Rabbim! Kavmim benden yeryüzünün hazinelerini istiyor. Onlardan hoşnut ol ve onlara merhamet et. Ama onların istediğini istemekten sana sığınırım. Onların açıkladıklarından yüz çeviriyorum. Benden razı ol. Ve bana, sana hakkıyla istikâmet sahibi bir kul olmam yönünde yardım et. Yâ ilâhî beni sende yok et ki sana ulaşayım."

Şeyh hazretleri, Şeyh Ebû Medyen'den hikâye ederek şöyle buyurdular:
"Bu âlemde tasarrufta bulunan abdallardan bazıları şeyhin müridlerine dediler ki: Erbab-ı tasavvuf kendi murâdlarını, Hakk'ın muradına tercih etmeyip, onu terkederek Hakk'ta fâni olanlardır. Erbab-ı tasarrufta ise şaibeyi murâd etmek vardır. Onun için "Tasavvuf ile tasarruf birarada olmaz" denilmiştir."



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

6. DERECE: Tevekkül

Abbâs(ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah(sav) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden yetmişbin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Bu kimseler, büyü yapmayan ve başkalarının söylediklerini te'vil edip abartmayan ve Rabblerine tevekkül eden kimselerdir."

Şeyh hazretleri şöyle buyurdular:
"Tevekkül iki kısımdır. Birincisi âmm; ikincisi hâss. Âmm olan tevekkül, kişinin herşeyde müessir olanın Allah olduğuna inanmasıdır. Meselâ, ateşin yakıcılığı, suyun akıcılığı, karın soğukluğu hep Allah'ın emriyledir. Bunun aksi asla sahih değildir. Hass tevekkül ise, te'vil ve büyüyü bırakıp Allah'ın kendisi hakkında yazmış olduğu kadere teslim olmaktır."
Diğer bir mânâ ile tedbiri bırakarak tümüyle Allah'ın iradesine teslim olmaktır.

Zünnûn hazretleri bu hususta şöyle diyor:
"Tevekkül, kulun tedbiri bırakıp kendini Allah'ın kudretinin eline terketmesidir. Tıpkı meyyitin (ölünün) kendisini yıkayan gassâl'a terketmesi gibi."
Yani kulun, bütün olacak şeylerin hâkimiyetini ve ayarlamasını Halikına bırakmasıdır tevekkül.

Şeyhü'l-İslâm hazretleri şöyle buyuruyor:
"Tevekkül, işlerin bütününü mâlikine terketmektir. Ve onun delâletine itimât etmektir."
Bu tevekkül avama en zor gelen tevekkül şekli olmakla beraber, havasa en zayıf gelen tevekküldür.
Avama zor gelmesinin sebebi, avamın esbaba tevessüle alışmış olmasından ve muhabbet duymasındandır.
Bu muhabbetlerinden dolayı, sevmiş oldukları sebepler, kendileriyle Allah(cc) arasında perde olmuştur.
Sebeplere olan itimatları, Allah'a olan itimatlarından daha fazladır.
Onun için sebepleri terkedemezler. Ve tevekkül yoluna gidemezler.
Zannederler ki, esbaba tevessül etmeden bir kâr edilmez. Ve sebepsiz hiçbir şey zuhur etmez.
Halbuki sebep bir âlettir. Ama avam bunu böyle anlamaz.
Onun için avama tevekkül zor gelir.

Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbibten gafil kalıyorsun.
Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere ondan meyletmektesin sen.
Sebepler gitti mi başına vurmaya başlar,
'Aman Yarabbü' demeye koyulursun.
Allah da sana "Hadi, yürü, sebebe git. Ne acayip şey; sen Beni yarattığım sebepler için andın ha!" der.


Şeyh hazretleri Fütuhat'ında şöyle diyor:
"Tevekkül, kalbin Allah'a itimadıdır. Kalb sebeplere meyletmekle zayi olur. Sebeplere meyletmek ise nefsin şânındandır. Eğer kalb bu nev'i meyillerle hasta ise, esbaba tevessül etmekten asla ızdırap duymaz. Allah'a hakikî mânâda tevekkül edenlerin kalbi ise, gassal elindeki meyyit gibi, tamamıyla Allah'ın tasarrufuna ait kudretinin elindedir. Tıpkı efendisinin emrindeki köle gibidir. Bazılarının tevekküldeki hali, babasıyla oğlu arasındaki hale benzer. Ama tevekkülün havas katında en zayıf hali ifâde etmesi, "Her iş Allah'ındır" hükmüne binâendir. Havasa göre bütün mülk Allah'ındır. Ve her türlü sebepli sebepsiz hükümranlık ona aittir. Bu kanaate sahip olan havas hiçbir zaman vesile ittihaz etmez. Ve ondan gelen herşeye razı olur."


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

7. DERECE: Tevfiz

Allah u Teala, âl-i firavn'ı anlatırken Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor:
"İleride size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok iyi görendir." (Mü'min, 44)

Hakikî bir sâlike lazım olan şey, onun her hâlini ve kârını Allah'a tefvid (havale) etmesidir.
Tefvid, tevekkülden daha efdaldir. Zira mânâ itibariyle de olsa tefvid tevekkülden daha geniş mânâları muhtevidir.
Tevekkül, sebebin vuku bulmasından sonra hâsıl olur. Oysa tefevvüd hem vukuundan önce ve hem de sonra hâsıl olur.
Tevekkülün, sebebin vukuundan sonra hâsıl olmasına misal: Kur'anı Kerim'deki ifâdeye binâen Yakup (a.s.) oğullarına şöyle dedi:
"Ey oğullarım! Mısır'a girerken hepiniz bir kapıdan girmeyiniz. Ve her biriniz ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ve ben size, Allah'tan gelecek birşeyi defetmeye kadir değilim. Zira hüküm yanlızca Allah'ındır. Ve ben ona tevekkül ediyorum."
Yani ona sizin adınıza sığınıyorum ve sizi ona emânet ediyorum demektir.
Bu tevekkül, sebebin vukuundan öncedir.
Bir misal de sebebin vukuundan sonra hâsıl olan hâle verelim.
Resulüllah(sav) Ashâbıyla beraber iken kendilerine âyet-i kerimenin ifadesiyle şöyle denildi:
"İnsanlar, onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun' dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'"
Tevekkül, sebebin vukuundan sonradır.
Sebep ise müşriklerden, Allah'a sığınmaktır.
Tefevvüde misal verecek olursak, Hz. Peygamberimiz(sav) yattıkları yerden şöyle buyururlardı:
"Allahım! Kendimi sana emânet ve teslim ediyorum. Sırtımı sana dayıyorum. Ve işlerimi sana havale ediyorum."
Bu sebeplerin vuku bulmadan önce hasıl olan tefevvüde misaldir.
Sebebin vukuundan sonraki tefevvüde misal ise, âyet-i kerimede buyurulduğu üzere âl-i firavnı anlatırken: "Ben işlerimi Allah'a bırakıyorum" diyen mü'min kimsenin tefevvüdüdür.
Buradaki sebep, firavn'ın korkusudur.
Tefevvüd ile tevekkül arasında, umum ve husus yönünden fark vardır.
Tevekkül ehass'tır. Tefevvüd ise eamdır. Ve bu haliyle tevekkül, tefevvüdün bir şubesi durumundadır.
Tefevvüd her yönüyle, tevekkülden mânâca daha üstündür ve geniştir.
Sâlike yakışan ve lâyık olan da tefevvüddür.
Zira sâlikin bütün kuvvetini ve kudretini Allah'ın isteği istikametine bahşetmesidir. Ve onun tasarrufuna boyun eğmesidir. Kendini Hakk'ın rızâsı için kendi tasarrufundan tahliye eder ve Hakk'ı tasarruf etmesi yönünde kendisine yegâne dayanak ve hükümran ittihâz eder.
Ve her murad ettiği şeye rızâ gösterir.
Tevekkülde ise, kişinin istekleri ve menfaati doğrultusunda Hakk'ı vekil tayin etme durumu sözkonusudur.
Burada cür'et ve sû-i edep (edepsizlik) söz konusudur.
Onun için tefevvüd tevekkülden menduptur.
Evliya ve enbiyânın tercihleri de bu meyanda olmuştur. Ve, "Sevgiliden (Allah'dan) gelen herşey bize sevimlidir." demişlerdir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

8. DERECE: "Sika"

Sika, kalbin Allah'a güveni, itimâdı ve hükmüne başeğmesidir.
Tevekkülden, teslimden ve tefevvüdden daha evlâdır.
Bu makamların medâr-ı hayatı sika'dır.
Tevekkül gözün siyah noktası ise, teslim ve tefevvüd onun dairesidir.
Sika ise o göze yön veren rûh'dur.
Nitekim bu makama münasip olarak Cenâb-ı Hakk Musa'nın annesini hikâyeten şöyle buyuruyor:
"Biz, Musa'nın annesine şöyle ilham ettik; Çocuğu emzir. Başına birşey gelmesinden korkunca da, onu hemen sandığa koyup, Nil nehrine bırak. Sakın korkma! Mahzun da olma! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." (Kasas, 7)
Eğer Musa(as)'ın annesi Allah'a bu denli tevekkülle bel bağlamasaydı, Musa(as)'ı ırmağa bırakmazdı.
Bu mertebede olanlar, kemâliyle Allah'ın takdir ettiği kadere boyun eğerler.
Zira bilirler ki, Allah'ın takdir ettiği şeyin aksi asla vuku bulmaz.

Ali(ra) kerremallahü veche şöyle buyurmuştur:
"Şunu yakînen biliniz ki, Allah'ın azmettiği şeyi kul hiçbir zaman değiştiremez. Çünkü Allah'ın murâd ettiği herşey zikr-i hakîm'de mahfuzdur."
Rahat bulmak isteyen bu sırra vâkıf olur.
Zahmet ve meşakkat çekmek isteyen bu sırdan gafil kalır.
"De ki, bütün işler Allah'ın katındadır" emrine binaen, kişinin kendi kuvvetini terkedip, Allah'ın kuvvetine boyun eğmesi gerekir.
Nitekim âyet-i kerimede:
"Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yapmadan önce levh-i mahfuzda yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (Hadid, 22) buyurulmuştur.
Diğer bir ayette ise devâmen:
"Bu, geçene üzülmemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlere sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Hadid, 23)

Beyzâvî der ki: "Çünkü herşeyin takdiri Allah'a aittir. Üzülmenin veya sevinip de şımarmanın bir mânâsı yoktur", işte bir kimse herşeyin levh-i mahfuzda kayıtlı ve takdir edildiğini hakkıyla idrâk ederse, istemekten ve talep etmekten necat bulur (kurtulur). Ve Allah'ın hükmüne dayanarak her ne gelirse ona teslim olur.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

9. DERECE: Teslimiyet

Gayb âleminden zuhur eden şeylere razı olmaya teslimiyet denir.
Yağmurun yağması, rüzgârın tesiriyle meydana gelen hâdiseler, bitkilerin yeşermesi, ölmesi, zelzele gibi felâketler vs. bütün hepsinin Allah'ın iradesiyle olduğunu kabul etmek ve teslim olmak, teslimiyetin şartlarından en önemli olanıdır.
Kaza ve belâ yalnızca Allah'tan gelir.
Meşîet-i Hüdâ (bütün bunların Allah'tan neş'et etmesi) ilim ve hikmete tâbidir. Hikmeti olan şey abes olmaz. Ve o hükme itiraz edilemez.
Sırrını bilemediği şeyde, kulun yapması gereken en elzem şey teslimiyettir. Ve kaza-yı Hakk'a teslim olmaktır.
Meselâ bir kimse, dünyada olan birtakım ahvalin, akla ve mantığa aykırı olduğunu görse bile bunlara itiraz etmemesi lazımdır.
Çünkü herşey Allah'ın takdîriyledir.
Meselâ, zâlimin âdil olan bir kimseyi yenmesi, bir ümmetin peygamberine karşı olan zıtlığı, âlim olan kimsenin itibar görmeyip, câhil olan kimselerin itibar görmesi gibi hadiseler her ne kadar zahiren mantığa zıt gibi gözüküyorsa da, bunlar Allah'ın takdiriyle olan şeylerdir.
Çünkü bunların vuku bulması vaciptir. Ve Hakk'ın muktezâsıdır. Ve hepsi de hükm-ü Hûda'dır. Asla abes değildir.

İbnü'l Farız bu mevzua münasip şöyle söylüyor:
Allah'ın takdiri asla abes olmaz.
Şayet insanların fiili olmasa denge nasıl olurdu?


Eğer sâlik, hatarat (şüpheler) nevinden fikrî teşvîşe veya savaş gibi bir hadisede yakınlarını kaybetme gibi bir ızdırâba muhatap olursa, yapacağı en güzel şey, Allah'ın irâdesi doğrultusunda vuku bulan şeylere sabretmek ve teslim olmaktır.
Çünkü bu nevi âfetler sâlikin terakkisi içindir.
Allah istediği şeyi helak eder, istediğini ise azîz kılar.

Şeyh Abdullah Râbi şöyle dedi;
"Cengizle yapılan savaşta, Cengiz taraftarları bütün kardeşlerimi ve yaranımı katlettiler. Sıra bana geliyordu ki, kendi kendime şöyle dedim: Ey nefsim! Allah'ın hükmüne razı mısın? Bu soruyu kendime sorduğum an gördüm ki, ölümle hayat arasında hiçbir fark yoktur. Hakk'ın hükmüne bu denli rıza göstermiş bir hâlete müyesser olduğum için Allah'a hamdettim. Cenâb-ı Allah, geriye kalan kimseleri ben de dahil olmak üzere o canilerden halâs eyledi. Benim için kurtuluşumdan daha mühim olan teslimiyetimdi. "

Onun lutfun ve cefâsına itaat farzdır
Safasını da kederini de içmek tat verir insana
Bütün işlerimde Allah'ı vekil buldum
O beni ister öldürür, isterse hayat verir.



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

10. DERECE: Tasavvuf nedir?

Sırrı hazretleri şöyle dedi:
"Peygamberimiz(sav)'i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. 'Ya Resulallah[sav] tasavvuf nedir?"
Cevaben şöyle buyurdu: "Dâ'vâyı terketmek; mânâyı ketmetmektir."
Erbâb-ı tasavvufa vacip olan dâvayı terketmek, mânâyı da ketmetmektir.
"Sudûrü'l-ahrâr, kubûrü'l-esrâr" fehvasınca bütün büyüklerimiz, ehli olmayanlardan ve ağyardan (cahillerden) esrâr-ı Hakk'ı saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine tecâhül etmişlerdir.
İşte bunlar ağyardı beşeriyyettin hazzını aşamayanlardır.
Erbab-ı tasavvuf ise beşer üstü manevi nazlara sahip olanlardır.
Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hakk'tan başkasını görmez.
Onda alâyim-i nefsânî ve meâlim-i insanî olmaz.
İşte hakikatte tasavvuf: İnsanın herşeyiyle, hem zahiren, hem de bâtınen Allah'la olan bağlantısını kurmasıdır.
Bir âşık, zahirî ve bâtınî olarak ru'yet-i halkı iskât eylese Hakk'ın sırrına lâyık olur. Ve nur-u ilahîde fena bulur.

Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevaben:
"Tasavvuf nefsin, Allah'ın Vahdetinde fena bulmasıdır." buyurdu.
Sahib-i tasavvuf, bu fenaya erdikten sonra hakikî mutasavvıf olur.

Ebu Muhammed el- Harirî şöyle buyurdu:
"Tasavvuf, yaratılmış olan şeylerin alçaklığından kurtulup, Allah'ın övdüğü şeylerin dairesi içerisine girmektir."

Herşeyin en iyisini Allah bilir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ResimResimResimResim 4. BAB ResimResimResimResim



Resim

1. DERECE: Hulk (Huy, Ahlâk, Seciye)

Hulk, lügatte, huy'a denir.
İstılahda ise, meleke-i nefsâniyyeye denir.
Tasavvuf ehline göre ise ahlâk-ı seniyyeye denir.

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle diyor:
"Tasavvuf demek ahlâk demektir. Kim ahlaken daha yüksek mertebedeyse, o, tasavvufta da yükselmiş olur. Kim de ahlaken alt seviyede olursa onun tasavvufu da ancak o kadar olur."
Şeyh hazretleri, bu sözünden sonra şöyle devam etti:
Hz. Aişe'ye Peygamberimizin ahlâkı sorulduğunda şöyle dedi: "Onun ahlâkı Kur'an idi."
Nitekim Allah u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde "Biz seni şüphesiz ki seçkin bir ahlâkla ahlaklandırdık." buyuruyor.
Görüldüğü gibi Allah u Teala Peygamberimizin ahlâkını, en seçkin ve büyük şekliyle tayin etmiştir.
Zira Peygamberimizin kaynağı Kur'an'dır. Ve ondan müstefid olmuştur. Ve Kur'an'ın edebiyle müeddeb olmuştur.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah u Teâlâ Peygamberimize hitaben şöyle buyurmuştur: "Affı al ve doğrulukla emret, cahillerden de yüz çevir".
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
"Rabbim beni en güzel edep şekliyle edeplendirdi ve sonra beni mekarim-i ahlâkla emretti ve şöyle buyurdu: "Affı al, doğrulukla emret ve cahillerden yüz çevir".

Resûlullah efendimizden rivayet edildiğine göre bir gün çocuklar Resûlullah efendimizin etrafını sararak; "Ya Resûlallah! Hasan ve Hüseyin'le oynadığın gibi bizimle de oyna" dediler.
Resûlullah(sav) Hz. Bilal'i çağırarak, Ya Bilal eve git ve beni bunlardan kurtaracak birşeyler getir.
Hz. Bilâl sekiz tane ceviz getirdi.
Peygamberimiz bunları çocuklara dağıtarak kendini onlardan kurtardı. Ve şöyle buyurdu:
"Kardeşim Yusuf kendisini beş semene kurtarmıştı. Sizse beni sekiz cevize satın aldınız."


Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor:
Benim devem af yapınca, bütün otları telef eder
Onun afvı bütün günahkârların günahlarını yok eder


İmam Hüseyin ve imam Hasan, Hz. Peygamberimizin(sav) deve stili sırtına binerlerdi. Ve Resûlullah efendimiz onları bu minval üzere eğlendirirdi.
Buna kıyasen öbür çocuklarda aynı şekilde eğlenmek isteyince, Resûlullah efendimiz(sav) onları kırmadan, cevizlerle gönüllerini aldı. Ve onlara güzel ahlakıyla iyilikte bulundu.

Sâlik'e lazım olan Muhammedî meşreb olmasıdır. Ve daima mütevazı olmalı, kibirden kaçınmalıdır.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

2. DERECE: Tevazu

Allah u Teâlâ(cc) bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
"Rahman olan Allah'ın kulları, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atıp sataştıklarında aldırmadan; "selâmetle" deyip geçerler:" (Furkan, 63)
Kâmil olan bir mü'minin sıfatı yumuşak ve mütevâzi olmaktır.
Nitekim Resûlullah efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:
"Mü'min mütevâzıdır. Tıpkı, bağlandığında boyun eğen, bir taş üzerine çekilse çöken bir deve gibi mülayimdir."

Hz. Cüneyd'den naklolunduğuna göre; bir kimse gelip Hz. Cüneyd'i davet eyledi.
O da hemen kalkıp onunla beraber yürüyerek davete icabet etti.
Davet edenin evine vardıklarında adam Cüneyd'e şöyle dedi:
"Şu an evimde birşeyim yoktur sen iyisi mi bir vakti iki eyle (öğünleri birleştir)."
Cüneyd Hz. bunun üzerine evine döndü.
Aynı kimse bir saat sonra yine geldi ve yine Cüneyd'i davet etti.
O da evvelki yaptığı gibi onun davetini kabul etti ve kalkıp tekrar evine gittiler.
Adam eve varınca Cüneyd hazretlerine, sen tekrar evine git.
Çünkü şu an seni ağırlayacak bir kolaylığa sahip değilim.
Şeyh hazretleri tekrar evine döndü.
Bu davet tam dört kere tekerrür etti ve Şeyh hazretleri hepsine de öfkelenmeden icabet etti.
Dördüncü davette, adam dayanamayarak sordu:
"Ya Şeyh! Seni dört kere davet ettim ve dördünde de terbiyesizliğe varacak derecede reddedip gerisin geri tekrar evine gönderdim. Ve sen bana asla kızmadın. Bunun sebebi hikmeti nedir?"
Şeyh hazretleri şöyle dedi:
"Ey kardeşim! Ben yirmi senedir nefsimi zillet altında bırakarak riyazette kaldım. Tâ ki nefsim benim katımda köpek derecesine indi. Hem öyle köpek ki; onu hırpalarlar, kovarlar o yine gelir. Sonra yine hırpalarlar, önüne bir kemik parçası atıldığında yine gelir. Ve buna razı olur. Eğer sen beni elli kere kovsan ve ellibirinci defa davet etsen ben sana yine gelirim" buyurdu.


Ey kardeşim!
İşte bu anlatılanları iyi anla ve tevâzuun ne demek olduğunu öğren.
Nefsine kıymet vermeyenler ve tevazu sahibi olanlar ne güzel bir makamdadırlar.

Beyazıd hazretleri şöyle buyuruyor:
"Bir insanın mütekebbir (kibirli) olması kadar şer birşey yoktur."
Bu sözü söyledikten sonra Beyazıd hazretlerine "Tevazu nasıl elde edilir?" diye soruldu.
O da cevaben;
"Bir insanın nefsine kıymet vermediği zaman mütevazı olması mümkündür" buyurdu.


Ey kardeşim!
Şunu iyi bil ki kendi nefsini üstün görüp kıymetli olduğunu gerek sözleriyle ve gerekse haliyle izhar eden bir kimse kesinlikle mütekebbirdir.
Ve hatta bunların katında tevazu bile bir tekebbür vesilesidir.
Ama tevhid ehlinin katında bu böyle değildir.
Tevhid ehli nefislerini görmedikleri gibi kendilerini de görmezler.
Onlar herşeyde Hakk'ı görürler.
Onun için kendilerinde olan tevazuu dahi Allah'tan bilirler.
Ve ondan zuhur ettiğine kani olurlar, işte gerçek tevazu budur.

Allah en iyisini bilir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. ....
Allah razı olsun....Hizmetiniz daim ve makbul olsun...

inşallah amin...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Amin Mina kardeşimiz cümlemizden Allah c.c. razı olur inşaallah..
Daimi Muhammedi Muhabbetle.
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

çok faydalandık istifadenizimizz çoştu elhamdülillah

"Bu şerhi, baş gözümün ve kalp gözümün açılmasına devâ yapan, ummadığım yerden yardım ve ihsânı ile rızıklandıran, zâhirî, görünen, bilinen sebeplere beni muhtâc etmeyen ve beni hâl sâhibi kılan Allahü teâlâya hamdolsun" demiştir.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

3. DERECE: Îsâr

Îsâr, lügatte ihtiyar (istemek) mânâsına gelir.
Filancayı kendime îsâr ettim (tercih ettim) şeklinde kulanılır.
Îsâr asıl manâsıyla, dünya, ahiret ve nefsin lezzet aldığı her ne hazlar var ise hepsine karşılık Allah'ı istemek ve onu murâd etmektir.

Ebu Hafs-ı Kebir şöyle buyurmuştur:
"Îsâr, gerek dünya işlerinde ve gerekse ahirete taalluk eden işlerde, kardeşini kendi nefsine tercih etmendir."
Bu tarif de başka bir vecihtir.

Birgün sahabeden birine bir sarık hediye edildi.
Hediye eden adam tam hediyeyi takdim edeceği sırada sahabi, onu bir başkasına vermesi konusunda tavsiyede bulundu.
Zira o daha muhtaçtı.
Bunun üzerine o adam daha muhtaç olana gitti.
O da bir başkasının daha muhtaç olduğunu söyleyerek ona vermesini söyledi.
Böylece adam bu minval üzere tam yedi sahabi gezdi.
En sonuncusu hediyeyi kabul etti.
Bunun üzerine şu âyet-İ kerime nazil oldu:

"... ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler..." (Haşr, 9)

Hakikî müessir olan kimse, kardeşini dünyevî ve uhrevî, nefsânî ve ruhanî her ne hazzı ve isteği varsa onu kendisine tercih eder.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

4. DERECE: Fütüvvet (Eli açıklık, mertlik, temizlik)

Musa(as) Rabbine fütüvvetin ne olduğunu sordu.
Rabbi de ona cevaben şöyle buyurdu:
"Nefsini günahlardan temizlemendir."

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor:
"Fütüvvetin aslı, nefsin hazzından çıkmaktır. Ve Rabbin tevhidini îsâr eylemektir. Nitekim İbrahim(as) nefsinin hazzından çıktı ve onu nâr'a (ateşe) attı. Çünkü o Rabbinin tevhidini istiyordu. Eğer nefsini ateşe atması Rabbinin emriyle idiyse ve buna mukabil nefsini ateşe atmış ise bu fütüvvet büyük bir fütüvvettir. Yok şayet Rabbinin isteği olmadan bu tercihi kendisi yapmış ise büyük mertliktir."

Hakikat o ki; fütüvvet, Resûlullah'ın tavsiyeleri ve emirleri üzere, insanın nefsânî isteklerini temizlemesini aklın delillerini de dikkate alarak istikâmet kazanmasını muhtevîdir.

Şeyhü'l-islâm hazretleri Menazîl'üs-Sâirîn'de fütüvveti üç kısma ayırır.
Birincisi, başkasını (kardeşini) kendi nefsine tercih etme yiğitliğidir. Ve kardeşinin hukukunu daha bir gözetmendir.
İkincisi, kardeşine karşı, hak hukuk mevzuunda bir husumetin varsa onu terketmendir. Şayet o apaçık bir zillet içerisinde olsa bile onu görmemezlikten gelmendir.
Üçüncüsü ise, senden kaçan veya ırak olan kardeşine yaklaşman ve ona kurbiyyet sağlamandır. Seni incitse bile onu affedebilmendir. Şayet kardeşin bir cinayet işlese, sanki o cinayeti o değilde sen işlemişsincesine ona mukabelede bulunup onu güzel bir vaziyette uyarman gerekir.

Eğer bir kimse sana kötülük eylerse
Onun zilletinden dolayı ona yüz çevir


İmam Ebu Hanife hazretlerine ait anlatılan bir menâkıbta şöyle geçiyor:
Bir gün İmam Ebu Hanife yolda giderken, yolun dar bir yerinde halktan birine hafiften dokundu. Bunu fırsat bilen, adam, silahıyla imam'a vurdu, imam'ı tanımamıştı. İmam ona şöyle dedi:
"Be adam, ben şu an sana misliyle kısas etmeye kadirim. Hatta seni alıp halifeye de götürebilirim. Fakat senin bu hareketine rağmen ben ahirette şayet cennete gireceksem seni de yanıma almak isterim" dedi.
Adam bunun üzerine yaptığından pişman olup, İmam'dan af diledi ve sâlihlerden oldu.


Anlatıldığına göre Kadı Sirâcüddin, Hz. Rir'e daima eziyet ederdi. Birgün bir dânişmende Hz. Mevlânâ'ya ezâ etmesi karşılığında, kendisine bir medreseyi tahsis edeceğini söyledi. Bunun üzerine o kimse, Hz. Mevlânâ ve müridleri semâ ederlerken gelerek edepsizce ve kaba küfürlerle Hz. Pîr'i rencide edecek sözler söyledi.
O ne kadar küfrettiyse Hz. Pîr: "Ey Müslüman! Sen ne dersen biz oyuz" dedi. Ve her seferinde cevabı bu oldu. Bunun üzerine adam hızını alamayıp; "Siz yetmiş iki fırkanın dışındasınız" dedi.
Bunun üzerine Hz. Pîri tebessüm buyurdu. Ve arkasından şöyle dedi: "Doğru söyledin, yetmişiki taifenin dışındayız."
O kimse Hz. Pîr'in göstermiş olduğu tahammül karşısında şaşırarak, kalbine bir yumuşaklığın geldiğini hissetti.
Bu hal üzerine çabucak tevbe etti. Ve Hz. Rr'in müridi oldu. Ve muhlislerden oldu.


Seyis tekrar gelerek;
Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti,
o fena zamanı görmeyeyim.
Sana helal ediyorum. Kanımı dök ki
gözüm o kıyameti görmesin" dedi.
Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı katil olsa da,
elinde hançer olarak senin kastına yürüse,
yine senin bir tek kılını kesemez.
Çünkü kader kalemi böyle yazmştır.
Sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma.
Senin şefaatçin benim.
Ben ruhun eri ve sultanıyım,
ten kulu değil.
Yanımda bu tenin kıymeti yok;
ten kaydına düşmeyen bir eroğluerim.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

5. DERECE: Sıdk (Sadâkat)

Resûlullah(sav) efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
"Ey ümmetim! Sıdk sizin üzerinize olsun. Zira sıdk hayır ve ihsana götürür. Hayır ve ihsan ise cennete götürür. Bir insan gösterdiği sıdkından dolayı yok olsa ona devam eylediği için o kimse Allah indinde sıddıkların makamına yazılır."

Allah u Teâlâ sıddıklar hakkında şöyle buyuruyor:
"İçlerinden bir adama: "İnsanları uyar. İman edenleri Rablerinin katında yüce değerlerle müjdele" diye vahyettiğimizi, insanlar tuhaf mı karşıladılar da, kâfirler: "Şüphesiz ki bu adam, apaçık bir sihirbazdır" dediler?" (Yunus, 2)

Sâlik olan kimseye, dünyada ve ahirette en faydalı olan şey sıdk'tır. Zira Allah u Teâlâ diğer bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
"O gün (kıyamet günü) sâdık olanlara sıdkları fayda verecektir."
Yani Allah u Teâlâ kıyamet gününde, sâdık olmayanların zarar göreceğini ifâde buyuruyor.
Sıdk Sâlik'in nefsindeki kibriyete ait hastalıklara en güzel ilaçtır.
Sıdk sahibi olan kimseler, her türlü muradına erişirler.
Sâdık olmayanlar ise mahrum kalırlar.

Hz. Beyazıd-ı Bestâmîye şöyle soruldu: “En büyük haslet nedir?”
O da cevaben şöyle dedi: "En büyük haslet sıdktır. Zira o Allah'ın büyük isimlerinden biridir."

Dua ve ibadetlerin tesirli olabilmesi için sıdk sıfatına sahip olmak lâzımdır. Sıdk sihirli bir kılıçtır ve her türlü mevzuda keskinliğini muhafaza eder.

Zünnûn hazretleri bu konuya muvafık olarak şöyle buyuruyor:
"Sıdk; Allah'ın kılıcıdır. Yeryüzünde neye değerse onu keser."

Âşığın doğruluğu asaya ve dağa tesir etti; hatta azametli denize bile dokundu. Musa'nın doğruluğu asaya ve dağa tesir etti hatta azametli denize bile dokundu. Ahmed'in doğruluğu ayın yüzüne tesir etti.
Hatta parlak güneşin bile yolunu vurdu.
Kısacası fiillerde, ahvalde ve herşeyde sıdk sahibi olmak lâzımdır. Sıdkın fazileti çoktur. Ve bunu bu kısa bölümde incelemeye ve izah etmeye imkan yoktur.

Herşeyin en iyisini Allah bilir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ (K.S.) ~ 100 MERTEBE

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

6. DERECE: Hâyâ

İbn-i Mes'uddan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimizin şöyle buyuruyor:
"Ey Ashabım! Hakk'ın hayâsıyla Allah'a karşı haya ediniz.
Ashabı Resûlüllah'a şöyle cevap verdiler: “Yâ Resûlallah biz hepimiz Allah'tan haya ediyoruz.”
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz(sav) şöyle mukabelede bulundu: "Haya bu değildir. Zira hakkıyla haya eden kimse başını, her türlü belânın başı olan hevâsından koruyabilen kimsedir. Ve dahi namusunu haramdan alıkoyan kimsedir. Ölüm denilince, vücudunun ne kadar geçici olduğunu anlayabilen ve âhiret denildiğinde dünya zînetlerini terk eden kimsedir. Kim bunları hakkıyla yerine getirirse o kimse haya etmiş olur."


İbn-i Mes'ud'dan rivayet edilen bir diğer hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurmuştur:
"Haya etmezsen istediğini yap".
Yani Hakk'tan ve halktan utanmayan herşeyi yapmakta mazurdur.
Mazur derken o kimse insanlıktan çıkıyor demektir.
Sâlik'e lâzım olan da Allah'tan haya etmek ve insanlıktan da çıkmamaktır.
Hadis-i şerifteki "istediğini yap" ifadesi tehdid içindir. Yani "eğer hevâna uymakta ısrarlıysan, cehennem seni bekliyor" demektir. Neticede yine zararlı olacak sensin.

Haya, murakabe ehlinin sıfatıdır.
Murakabe ehli Rabb'lerini heryerde müşahede ederler. Ve amellerini ihsan mefhumu üzere yaparlar.
İhsan ise, görmediği halde, Allah'ı görüyormuşçasına ona ibadet etmektir, ihsanın, haya ile mezcedilmesi ise mü'minin üzerine vaciptir. Hakk'ın istediği haya ise budur.
Kulun, Rabbine karşı tekzib edici bir vaziyetten kendisini kurtarmasıdır.
Allah'tan gelen herşeyi tasdik edip en yüksek mertebelere ulaşmasıdır.

Nitekim bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah u Teâlâ kıyamet gününde yaşlı bir kimseye şöyle seslenecek: Ey kulum neden şöyle şöyle amel ettin?
O yaşlı kimse şöyle cevap verecek: Ya Rabbi ben öyle amel etmedim. Allah u Teâlâ (cc) bunun üzerine meleklere, "Onu cennete götürünüz" buyuracak.
Bunun üzerine Melekler: Ey Rabbimiz bu kimse söylediğin kötü amelleri işlemesine rağmen neden yüzüne vurmadın? diye soracaklar.
Bunun üzerine Allah u Teâlâ, o ihtiyarın hatasını yüzüne vurmadan haya ettim buyuracak."


Cenab-ı Allah(cc) pîr olanları dahi tekzib etmez. Kula da gereken Allah'ın(cc) bu güzel hüsnüne layık olmaktır.

Resûlullah(sav) efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
"Haya imandandır."
Hayanın hepsi hayırdır.
Allah herşeyin en iyisini bilir.


Resim
Resim
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön