İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resimİlâhî AŞK Resim

Yazar;Şeyh-ul Ekber Muhiddîn İbn-i Arabî k.s
Çeviren; Mahmut Kanık


İBN ARABİ 1165 yılında bugünkü İspanya’nın Murcia (Mürsiye) kentinde dünyaya gelmiş en büyük İslâm sufilerinden biridir. Din hakikatinin yorumlanmasını bir İnsan-ı Kâmil düzeyinde anlayıp eserlerinde bu şekilde anlatan, yüksek bilgilere mazhar olmuş büyük bir velidir. Varlığın Birliği perspektifinden bakışla Tanrı, Varlık , İnsanü zerine metafizik açıklamalar getiren İbn Arabi’nin bu sahaya ilişkin yüzü geçkin eseri vardır.

İçindekiler
Giriş ......................................................................................................................9
Sevginin Temelleri......................................................................................... 19
Sevginin Belirtileri......................................................................................... 27
İlâhi Sevgi..........................................................................................................39
İlâhi Sevgi-Ek ...................................................................................................47
Ruhâni Sevgi ....................................................................................................57
Tabii Sevgi.......................................................................................................... 63
Sevginin Adları ............................................................................................... 71
Sevginin Yanıltmaları ................................................................................... 81
Âşıkların Bazı Sıfatları................................................................................... 85
Kur’an’da Âşıkların Vasıfları........................................................................95
Âşıkların Çeşitli Halleri Hakkında Anlatılan Öyküler......................117
Âşıkların Bazı Sıfatları ................................................................................. 131
Sonsöz ................................................................................................................171


Resim... BİL ki, SEVGİ makamı çok şerefli bir makamdır. Gene BİL ki SEVGİ var oluşun ASLıdır...Resim

Elinizdeki eser, Muhyiddin lbn Arabi'nin Risaletu’l-Fütûhâti’l-mekkiyetifi ma’rifeti’l-esrârı’l-malikiyyeti ve’l-mülkiyyeti (Malik ve mülk sırlarının bilinmesine dair Mekke’deki manevi fetihler kitabı) adlı 560 bö­lümlük eserin 178. bölümünün çevirisidir. Bu bölümün adı, Fî ma'rifeti makâmı'l-malıabbeti (Sevgi makamının bilinmesine dair)’dir ve adı geçen eserin dört ciltlik Beyrut baskısının 2. cildinde 320 -362 sayfaları arasında yer almaktadır. Aynı bölüm , Maurice Gloton tarafından Traite deI’am our (Albin Michel, Paris, 1986) adıyla Fransızca’ya da çevrilmiştir.
Amacımız, geçmişteki şiir anıtlarından ışıklar düşürmektir gönül penceremize. Klasik İslâm edebiyatından esintiler taşımaktır çağımıza.
Elinizdeki eser, tarihin kalbinde titreşip duran İslâm edebiyatında doruk noktasına ulaşmış yüksek gerilimli bir duyarlılıktır. Demek ki, Endülüs semasından bir aşk yıldızı daha düşüyor gönlümüze. İlk kez, 1979’ da Diriliş dergisinde yayımlanan Güvercin Gerdanlığı, Sevgiye ve Sevenlere Dair başlığıyla, lbn Haznı’ın aşka dair eseri ufki boyuttan kayarak düşmüştü gönlümüze.* Bu kez gönlümüze düşen aşk yıldızı şakuli boyuttan düşmekte. 13. yüzyıldan yüzyılımıza ruhani esintiler taşımakta.
Böylece aşkın ufki ve şakuli boyutları bir kez daha çizilmekte. Baş­tan aşağı gül ve çiçeklerle dolu bir bahçeden bize misk kokulan ulaş­makta. Ruhumuz gıdalanmakta. İslam Uygarlığının Endülüs yakasından
gene bir gül düşmekte penceremize.
Neden aşk, diye bir soru gelecek olursa akla,
“Hiç aşkdan özge şey revâ nu
Sarf etmeğe gevher-i kelâm ı"1* diyelim. Nitekim, bizi Hakikate ulaştıracak
ilk ve son noktanın aşk olduğu gerçeği günümüzde de şu dizelerle ne güzel dile getirilmiştir:
“İlk nokta Başlangıç noktası Hakikate Biri dedi
ilk nokta aşktır
Ve öbürü dedi
Aynı zamanda
Son nokta”2*

Ayrıca lbn Arabi’nin kaleminden dökülen şu dizelerde de bu gerçeğe değinilmiştir.
“Bi? aşktan sudur ettik
Aşk üzerine yaratıldık
Aşka doğru yöneldik
Aşka verdik gönlümüzü. ”3*

Biz de gönlümüzü aşka vererek, ilk ve son nokta olan aşka yöneldik.
Bizi Hakikate ulaştıracak başlangıç noktasından yola çıkalım istedik.

Fuzulî gibi,
“Ya Rab, hemişe lütfunun et relı-nümâ bana
Gösterme ol tariki ki yetm ez sana bana”4*

(Ey Rabbim! Lütfunu daima bana yol gösterici kıl; Sana ulaşmayan
yolu bana gösterm e!) diye dua ediyoruz.

“Kad endre’l-ışku li'l-uşşâkı minhace’l-hüda
Salik-i rah-t hakikat ışka eyler ihtida”5*

(Âşıklara hidayet yolunu aşk aydınlatır; Hakikat yolunun yolcusu
* Bu eser daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır. Bkz. lbn Hazırı, Güvercin Gerdanlı­ğı, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985; dördüncü baskı, 1998 aşka tabi olur.) matlaıyla başlayan gazelinin anlamını yüreğimizde duymak istiyoruz.

lbn Arabi’nin bu eseri bir şaheserdir. Bu eser lbn Arabi’den önce bu konuda söylenenleri içermekte, aynı zamanda onları aşmaktadır. Aşkın bütün boyutları bütün yönleriyle ortaya konulmaktadır.
Muhyiddin İbn Arabi, yani dinin dirilticisi lbn Arabi günümüzde yeniden güncelleşen dirilişin bir piri olarak, bize sevgi hakkında mü­kemmel bilgiler ve yorumlar sunmaktadır. Bunu da, Kur’an’ın ilgili ayetleriyle, Hz. Peygamber’in sözleriyle, son derece güzel şiirlerle, pek çok erkek ve kadın velilerin öyküleriyle, gerçek âşıkların çok değişik sıfatlarıyla, dahası bizzat kendisinin yaşadığı ve tattığı sevgilerle, kendinden önce sevgi üzerine şiir yazan şairlerin şiirlerinden seçtiği ilginç örneklerle yapmaktadır.
Hemen herşeyin yalnızca madde planında ele alınmaya çalışıldığı, aşkın yalnızca tabi yönüyle ilgilenildiği günümüzde, sevginin ruhani ve İlâhi yönünden ortaya konulması kim ilerine şaşırtıcı gelebilirse de, kanımızca bir konuyu bütün yönleriyle ortaya koymak en sağlıklı yoldur.
Bu nedenle, lbn Arabi’nin, en somut biçiminden en soyut biçimine kadar, aşkı bütün yönleriyle ortaya koyduğu bu eserini çevirmekten dolayı mutluyuz.
lbn Arabi’ye göre, aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz. Sevgi evrenseldir. Annenin çocuğunu sevmesi, karı kocanın birbirini sevmesi, ilâhı bir sır olarak, gayesi “bir
tenle bir teni, bir canla bir canı kavuşturmak” olan sevginin evrenselliğine en güzel örnektir.
Aşk kendi içinde her zaman olumludur. Özü itibariyle dirilticidir, birleştiricidir, kavuşturucudur. Fakat aşkın özünü, mahiyetini bozanlarda nefrete, kine ve yıkıma dönüşür. Allah bu tür çirkin durumları sevmez. Çünkü “Allah güzeldir, güzelliği sever." Bütün aşkların nihai noktası İlâhî aşktır. Asıl olan sevgi Allah için Allah'da sevmektir. Allah'ı sevmektir. O’nun sevgisiyle dirilmektir. O’nun sevgisinde dirilmektir.
lbn Arabi’nin hayatı ve eserleri hakkında burada bilgi vermemiz gerekirse, kısaca şunları söyleyebiliriz.
Tam adı şöyledir: Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed lbn Ali lbn Muhammed ibn Ahrned ibn Ali ibn Arabi el- Hatemi et-Tai el- Endülüsi.
Muhyiddin ibn Arabi, Şeyh-i Ekber, Sultanü’l- arifin, Hatemü’l evliya, Kutbü’l- Hümam, lbn Arabi diye de anılır. Endülüs’te lbn Seraka diye bilinir. Hicri 543’de Fas’da ölen ünlü bilgin Ebu Bekir ibnü’l- Arabi ile karıştırılmaması için adı harf-i tarifsiz olarak lbn Arabi diye kullanılagelmiştir. 7 Ağustos 1135 Cumartesi günü (Hicri 27 Ramazan 539 kadir gecesinde) Endülüs Sultanı Muhammed ibn Said ibn Merzeniş zamanında Mürsiye’de dünyaya gelmiştir. Dedesinin adı Muhammed, babasınki Ali ibn Muhammed’di. Babasının kültürlü ve seçkin biri olduğu anlaşılmaktadır, çünkü lbn Merzeniş’in arkadaşıydı. Aynı zamanda o dönemin ünlü bilgini lbn Rüşd’ün (1126 -1198 ) de yakın dostuydu. Babası lbn Arabi’yi çocukken lbn Rüşd’le tanıştırmıştır ve aralarında çok ilginç bir konuşma geçmiştir, lbn Arabi soylu, kültürlü, maddi ve manevi dereceleri yüksek olan bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Sekiz yaşında ilim tahsili için lşbiliye’ye gitmiştir. Burada lbn Beşküval ve ünlü hadis bilgini Ebu Muhammed gibi bilginlerden ilim tahsil etmiştir. Yirmi yaşında tasavvuf yoluna girmiştir, lbn Arabi’nin ilk hanımı Meryem adını taşımaktadır.
Ruhaniyet sahibi bir kadm olduğu anlaşılmaktadır. Bu kadından Zeynep adında bir kızı olmuştur. Zeynep harika bir çocuktur. Daha kundaktayken düzgün bir dille konuşabiliyor ve bazı ciddi sorulara cevaplar verebiliyordu, lbn Arabi bu kızı için Zeynebiyyal diye şiirler yazmıştır6*.

“lbn Arabi orta boylu, beyaz tenliydi. Altın rengine çalan sarı saçları uzun ve dalgalıydı. Zayıf da değildi şişman da değildi. İri gözlüydü, berrak sesliydi. Pek yüksek sesle konuşmazdı. Gerekmedikçe gülmezdi.
Gözlerinde devamlı bir yorgunluk izleri vardı.”7*

lbn Arabi daha sonra Doğu’ya seyahate çıkmıştır. Kuzey Afrika, Tunus, ve Mısır’a uğrayarak Mekke’ye gitmiş, oradan Bağdat ve Musul’a uğramış, oradan da Anadolu’ya geçmiştir. Konya’ya yerleşmiş ve burada
Sadreddin Konevi’nin dul annesiyle evlenmiş, Sadreddin Konevi’yi (ö.672 hicri) yetiştirmiştir. Sonra Malatya’ya uğramış, burada tekrar evlenmiştir. Oğlu Sadeddin burada doğmuştur. Daha sonra Şam’a gitm iş ve Hicri 638 ’ de, miladi 16 Kasım 1240’ da Şam’da vefat etmiştir. Şam’ın Salihiyye bölgesine, Kasyon dağı eteğine defnolunmuştur. Oğlu Muhammed Sadeddin (h. 617 -656 ) ve Muhammed hııamüddin (ö. 667 h.) ve kızı Zeynep aynı yerde yatmaktadır. Kendisinin bildirdiğine göre, lbn Asakir, Ebu'l-Ferec, lbn Cevzi, lbn Sekine, lbn Ûlvan Cabir bin Ebu Eyyub gibi elli dört zattan zahiri ilimleri tahsil etmiştir. Ayrıca Şeyh Ebu Medyen el-Magribi, Cemaleddin Yunus bin Yahya el-K assar, Ebu A bdullah et-Teyem m i el-Fasi, Ebu’l-Hasan ibn Cami gibi zatlardan batini ilimleri tahsil etmiştir. Füsusü'l-Hikem ve Fütuhat-el-Mekhiye gibi eserleri büyüklüğüne birer delildir. Hızır aleyhisselamla karşılaşması irfan ehlince bilinen bir gerçektir.
Sayıları beş yüze ulaşan eserlerinin birçoğu tasavvufa dairdir. Bu nedenle büyük tepkilere maruz kalmış bu sebepten ölümünden sonra, kabrinin yerini belirsiz etmişlerdir. “Iza dahale’s-sinü fiş-şini zahara kabrumuhyiddin : Sin Şın’a girdiğinde Muhyiddin’in kabri bulunur.) kerametli sözüyle Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethedince ibn Arabi’nin kabrini buldurmuş ve üzerine mükemmel bir türbe ve de ayrıca türbenin yanma bir cami, bir de dergah yaptırmıştır. İkinci Abdülhamid zamanında türbesi restore edilmiştir8*. Türbesinde bir dörtlük ve kendisinin bir beyti yazılıdır.

Kabrû muhyiddin ibnü’l-Arabi
Küllü men lazebehu ev zârehu
Kadıyet hâcatühu min ba’di ma
G afara’l-Bâriû lehu evzarelıu.
9*

(Muhyiddin ibn Arabi’nin kabridir bu ; Kim ona bağlanırsa ya da
onu ziyaret ederse, ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.)
“Felikülli asrın vahidim yesmu bihi
Ve ene li b aki’l-asri zake'l-vahidü. ”10*

(Her asır büyük bir şahsiyetin adıyla anılır; bundan sonraki asırlarda benim adımla anılacaktır.) Bu kıtayı ve bu beyti Bursalı Tahir Bey’in Tercüme-i hal ve jaza.il-i Şeyh-i Ekber adlı eserinden alıntılıyoruz. Adı geçen kitapta lbn Arabi’nin hayatı, bazı mankıbeleri anlatılmakta ve eserlerinin tam bir listesi verilmektedir. 439 tane eserinin adı bu listede zikredilmektedir. (Adı geçen eser Diriliş dergisinin 55-60 sayıları arasında da tefrika edilm iştir.) Burada yalnızca bir bölümünü çevirmiş olduğumuz Fütuhatü’l-Mekkiyye hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Fütuhat lbn Arabi’nin en önemli eseridir. Onun bütün fikirlerini aşağı yukarı içermektedir. Onun uzun tahsil hayatının ve derin araştırmalarının bir meyvesidir. Bu eserini Hicri 599’ da Mekke’de yazmaya başlamıştır. Ortadoğuyla Mekke arasında yaptığı geziler sırasında, 30 küsur yılda tamamlanmıştır11*.

İbn Arabi Fûtuhat'm girişinde eserini dostu ve üstadı Abdulaziz elMahdavi’ye ithaf etmiştir. Bu zat Ebu M edyen’in (ö. 594 h.) öğrencisidir. lbn Arabi bu zatı birçok defa Tunus’da ziyaret etmiştir. Risaletü Ruhü’l-Kuds adlı eserinde bu zalm geniş bir biyografisini vermiştir. Bu eser, lbn Arabi çağının bir aynası ve o dönem de İslâm dünyasında olup biten olayların bir yorumudur. Hicri altıncı, miladi onikinci yüzyıldayız.
Islâm kültürü doruk noktasına ulaşmış. Edebiyat bütün türlerinde ilerlemiş. Dilbilim , tabiî ilimler, m atem atik ve felsefe en ileri düzeye ulaşmış. Şer’i ekoller Islâm âleminde hayatın sosyal, ekonomik ve siyasal yönünü düzenlem ekte. Bu yapı içinde sufiler kendi çevrelerinde yüksek noktaya ulaşan edebiyatları ve öğretimleriyle çok geniş bir etki alanı meydana getirmiş dürümdalar, işte böyle bir dönem de, bu eser Islâm medeniyetinin ve düşüncesinin kaynağından su içmek isteyenleri kana kana sulamıştır. Eser yazılır yazılmaz, bütün öğrencileri onu bir an önce okum ak için can atmışlardır. Eser kuşaktan kuşağa, el yazmalar, daha sonraları matbu nüshalarla aralıksız geçmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Sanatseverlerin gözünü kam aştıracak süslemelerle ve yazı çeşitleriyle prenslerin ve zenginlerin elde etmek için can attıkları bir eser olma niteliğini korumuştur. Doğu’da ve Batı’da kütüphanelerde yazma nüshalar mevcuttur. Süleymaniye kütüphanesinde yüzden fazla nüshası vardır. Konya’da ve Bursa’da yazma ve matbu nüshaları vardır. Fûtuhat'm yeni baskıları da yapılm ıştır: Beyrut ve Kahire baskıları en ünlüdür. Fûtuhat'm özetleri de yazılmıştır: Abdul Vahab eş-Şarani’nin El-Kibritü'l-Ahmer ve Levahihu’l EnvaFı bir örnektir. Türkçe, Farsça ve Fransızcaya kısmi tercümeleri yapılmıştır.

Fütuhat yukarıda da söylediğimiz gibi 560 bölümden oluşmuştur.
Bu bölümler kendi içinde altı ana bölüme ayrılmıştır:
1- El-maarif, 73 bölümdür (öğretiler).
2- El-muam elaı, 116 bölümdür (uygulamayla ilgili).
3- El-ahval, 80 bölümdür, (haller)
4- El-m enazil, 114 bölümdür, (menziller)
5- El-m ünazalaı, 78 bölümdür, (buluşmalar)
6- El-makamai, 99 bölümdür, (makamlar).

Birinci bölümde, lbn Arabi temel öğretisini ortaya koyuyor. Bu bö­lüm onun sisteminin ve Varlık görüşünün teorik yanını oluşturmaktadır. İkinci bölümde. Hakikat yolcusunun manen ilerlemesi ve şahsi olgunluğunu sağlam ası için gerekli olan muameleleri anlatm aktadır.
Ûçüncü bölümde, sufinin geçmesi gereken haller ve Hakk’a doğru yükselirken karşılaşacağı durumlar söz konusu edilmektedir. Dördüncü bölümde, manevi menziller, duraklar ele alınıyor. Sufi bu menzillerden birer birer geçmek zorundadır. Beşinci bölümde, Hakikat yolcusunun Sevgili’yle yüzyüze buluşacağı yerler açıklanıyor; ruhun sevgiliyle buluşması anlatılıyor. Ruh Köşkü’nü ve Yitik Cennet’i yeniden bulmak için, insanın göğüslemesi gereken büyük bir savaştır bu. Son bölümde sufi, varlığın yüksek makamlarına, mükemmelliğin nihai aşamalarına ulaşır.
lbn Arabi’nin hayatı ve eserleriyle ilgili olarak, Fransızca çeviride yer alan bir kronolojiyi burada veriyoruz.

MUHYIDDİN İBN ARABİ (1165-1240)
ilk Dönem: Endülüs 1165 Mürsiye, Doğumu 17 Ramazan 560 Hicri; 28 Temmuz 1165 Miladi.
1173 lşbiliye, Mürsiye El-M uvahhitler tarafından işgal edildikten sonra lşbiliye’ye hareket eder. Orada Kur’an, Tefsir, Hadis, Fıkılı, Sarf ve Nahiv ve Edebiyat tahsil eder.
1179 Kurıuba, Burada lbn Rüşd’le karşılaşır.
1184 lşbiliye, Tasavvufi yola girer.

ikinci Dönem: Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculuklar 1193 Tunus, Kuzey Afrika’ya gitmek üzere Endülüs’ten ayrılır. Burada Şeyh el-M ehdevi’yi ziyaret eder. Rıdıü’l Kuds adlı eserini ona ithaf eder.
1194 Fez , El-M uvahhit Yakup el-Mansur’un Hristiyanlara galip geleceğini önceden haber verir.
1195 lşbiliy. Yeniden Endülüs’e döner. Amcasından hadis dersleri alır.
1195 Fez, Miracı ve Nur makamına yükselişi: Kitabıı’l-lsra ilam akaını’l-esra adlı kitabım yazar.
1196 Fez, Allah kendisine Hatemül-evliya olduğunu bildirir.
1197 Mürsiye Gırnata ve Elmeriye Allah’tan aldığı ilâh! bir emirle Mevaki’ü’n-nücum adlı eserini yazar.
1198 Kurtuba, lbn Rüşd’ûn cenaze merasimine katılır.
1200 Marekeş, Kurbiyyet makamına erişir. Kürsi’yi keşfeder. Doğu’ya gitmek üzere Allah’tan emir alır.
Becaya, İlâhî nücum a ve hurufa katılır.
1201 Tunus, Hızır ile karşılaşır. İnşâü’d-devâir adlı eserini kaleme alır.
1201 Kahire, Kudüs Doğu’ya hareket eder.

Üçüncü Dönem: Doğu’y a yaptığı yolculukları 1201 Mekke, Nizam Ayn eş-Şems adında çok güzel, yetişkin, kültürlü ve manevi yönü kuvvetli bir genç kızla tanışır. Bu kız Tercümanü’l- eşvak adlı şiir kitabının ilham kaynağı olur.
1203 Mekke, Eserlerinin dördünü burada tam am lar: M işkatü’lenvar, Hilyetû’l-abdâl, Tâcû’r-resâil, Ruhü’l-Kuds. Ayrı­ca FütClhatü’l-M ekkiyye adlı büyük eserine burada başlar.
1204 Malatya, Anadolu’ya gelir.- Kudüs, Kahire’ye giderken Kudüs’e uğrar. Kahire, Resmî din bilginlerinin kendisine düşman olması karşısında bütün Filistin’i dolaşarak yeniden Mekke’ye gider.
1207 Mekke, M ekke’de hadis öğrenimini sürdürür.
1209 Halep, Et-Tecelliyat adlı eserinin yayımlanmasına izin verir. Risalatü’I-envcır adlı eserini kaleme alır.
1210 Konya, Konya’da Sadreddin Konevi’yle karşılaşır. Sadreddin onun en büyük öğrencilerinden biri olur. Daha sonra Sadreddin onun üvey oğlu durumuna gelir. Üvey babasının en yetkin yorumcusu olur.
1211 Bağdat, Büyük Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi ile karşılaşır.
1212 Bağdat, Kral Keykavus ve onun hamisi için, Hıristiyan tebeaya nasıl davranılacağına dair bir Risale yazar.
1213 Halep,
1214 Mekke,
1215 Halep,
1215-1219 Malatya, Bir süre Halep’te kalır. Şiir kitabı Tercümanü’l-eşvak'ı burada tamamlar.
Öğrencilerinin isteği üzerine Zahâirü’l-alak adlı kitabının bir yorumunu, şerhini yazar.
Kral Keykavus tarafından Anadoluya davet edilir. Aşağı yukarı beş yıl kadar kalır. Bu kralın Antiyoş’da
Hırisıiyanlar üzerine galip geleceğini önceden haber verir. Bu arada bazı eserlerinin yayınlanmasına izin verir: Kitap Makamü’l-Kûbıa, Menzı-lü’l-Menazil

Dördüncü Dönem: Şam 1233-1240 Şam, Hükümdar Malik el-Adil tarafından Şam’a davet edilince, kesinkes buraya yerleşmeye karar verir ve ölünceyek adar yaşamını Şam’da sürdürür. Önemli eseri Fütühatul-M ekhiyye’yi burada tamamlar. Füsüsû’l-hikem adlı en önemli eserini de tamamlar. 16 Kasım 1240’da (miladi), 26 Rebiülahir 638 ’de (hicri), Hakk’ın rahmetine kavuşur 12*. Kaddesallahu sırrahu.
Bu çeviride bazı özel terimleri kullanmaktan kaçınmadık, llâhî Aşk söz konusu olunca bu terimler kaçınılm azdı. Kitapta geçen ayetlerin sure ve ayet numaralarını hemen belirttik. Gerekli görülen yerlerde notlar ekledik. Elden geldiğince Arapça metne sadık kalmaya bununla birlikte Türkçe’nin yapısın ve özelliğini korumaya çalıştık. Şiirlerin çevirilerinde, anlama ağırlık vermekle birlikte, şiirselliği de vermeye çaba
gösterdik. Böyle bir eseri çevirmekten dolayı mutluyuz. Allah’a hamd olsun!
Mahmut KANIK

DiPNoT;
1*Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk, hazırlayanlar Orhan Oktay-Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınlan, İstanbul 1975, Bkz. 225. beyit
2*Sezai Karakoç, Leylâ ile Mecnun, Diriliş Yayınlan, İstanbul 1980, s. 67
3*lbn Arabi, ilâhı Aşk, s.28
4*Fuzuli, Kûlliyat-ı Fuzuli, Mekteb-i Sanayi Matbaası. İstanbul, H. 1291, s. 131.
5*A.g.e. s. 130.
6*Nihat Keklik, El-Fütulıat el-Mekkiyye, 11. cilt; İst. Üııiv. Ed. Fak. Yay. 1980. Bkz. c. 11, Bölüm B, s, 261.
7*Ebu’l-Hasan Ali el-Bagdadi, M. Ibn Arabi'nin Menkabeleri, Çev. A. Şener, R. Ayas, Ank. Ûniv. İlahiyat Fak. Yay, Ankara 1972, Bkz; s. 20.
8*lbn Arabi, Fdsusil'l-Hihem, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1971, Bkz. s. VU1
9*Nursalı Tahir Bey, Tercüme-i hal vefezail-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi, ikinci tab’ı, Necm-i İstikbal Matbaası, 1329 Dersaadet Bkz: s. 7.
l0*A.g.e s. 7
11*"Eş-Şeyh Muhyiddin Ibn Arabi, Al-Futııhat al-Makkıya, c. 1, s. 4 Tahkik: Osman Yahya, Kahire, 1980.
12*lbn Arabi, Traite de Tamour, çev.: Maurice Gloton, Albin Michel. 1986, Paris, Bkz: s. 14-17.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

Allahumme salli ve sellim alâ Seyyidinâ Muhammedini’n- Nebiyyi’l-Ummiyyi’l- Arabiyyi’l- Kureyşiyyi’l- Hâşimiyyi’l- Mekkiyyi’l- Medeniyyi.
Sâhibi’t- Tâc ve’l- Mi’râc.
Sâhibi’l- Şeriat ve Atâyâ.
Sâhibi’l- Makâmi’l- Mahmûdi ve’l- Havdi’l- Mevrûdi.
Sâhibi’s- Sucûdi li Rabbi’l- Ma’bûd.

Mânâsı:
ALLAHım Efendimiz;
Nebiyyil-Ummî, Arabî, Kureyşî, Haşimî, Mekkî, Medenî olana,
Tâc ve Mirâcın Sâhibine,
Şeriat ve Atâ Sâhibine,
Makâm-ı Mahmud ve Havz-ı Mevrûd Sâhibine,
Tek Mabud-İbâdet edilen RABB celle celâluhu için SECDEler Sâhibine,
Salât ve Selâmımızı ulaştır.
Teslimiyet ve Sıla ulaşımımızı sağla İnşâallah..
Âmin Yâ Muîn celle celâlihu


Not: Muhyiddin İbni Arabî (radi Allahu anhu) Salavat-ı Kübrâsının çok önemli olduğunu bildirmiştir.

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


SEVGİNİN TEMELLERİResim


Sevgi bir nisbettir, hem Tanrıyı ilgilendiren hem insanı
İlmimiz bilmese de bu ilişkinin sırrını.
Sevgi bir zevktir bilinmez hakikati
Allah, Allah! Ne tuhaf değil mi?
Sevginin nedenleri sarıyor beni özüyle
Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbisesiyle
Allah’ın varlığı bile sevgiyle bilinir
O’na benzer değiliz ama,
bizde de O’nda da o görülür
Ey Allahım affet beni, beni ve söylediklerimi
Şükür kabilinden söylüyorum ben bunları.
Aynı konuda aşağıdaki dizeleri söylüyorum:
Ben kendi zâtımı sevdim.
Bir’in ikiyi sev'ışi gibi
Sevgi O'ndandır: Tabiî ve ruhani,
İlâhîsi de O’ndandır, Kur’an ayetleriyle belli
Hûda nurunun sözleri sana geldi
Sen soruyorsun, oysa sorularını anlamıyorum ben
Hangi sevgiden, hangi mizandan söz ediyorsun sen
Her sevginin bir başlangıcı var
Rabb’ın sevgisinden özge
İlmim doğruluyor: İkinci yok O’nda öte.
Her aşkın bir başı vardır, sonu yoktur tabiî aşkın dışında
iki aşk var ki tanımına güç nerde
Ah bir kez anlasan o iki aşkın ne olduğunu
Ne kaybolur gider ne de vardır o ikisinin sonu
Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle, bir canı bir canla
Oysa Rahmanla kavuşma gayesi "ebediliğe" ermektir13*
Çünkü sevginin güzelliği ancak O’nun Güzelliğinin bir parçasıdır
O'nu anlatamadıysam, nefsim kimi sevdiğimi bilmiyor demektir
Çünkü O'nu anlatm ak için daha deliller gerektir.

Gene aynı konuyla ilgili olarak aşağıdaki dizeleri söylüyorum:

Ben sevginin sevgilisiyim, ah bir bilseniz
Sevgi de bizim sevgilimiz, ah biranlasanız
Eğer benim niyetimi anlarsanız
Yüce Allah’a hamd ediniz
Biliniz niçin çevremdekiler sözlerimden yüz çevirdiler
Çünkü benim sözlerimi anlamaktan çok uzaktı onlar.
Niçin açık seçik gösterdiğim şeylere gözlerini kapadılar
Ve varlığımdaki sevgilimi görmediler
Sevmedim ben O’nun halkından hiç kimseyi
Anlayınız hayır, hayır, varlığımdan başka kimseyi
İlâhi niteliklere büründüğümden beri O'nun zahür yerine döndüm
Evet tam öyle oldum, öyleyse bana bağlanınız.


Ben Allah'ın ipiyim yaratılışınızda, bunu iyi biliniz
Öyleyse kul olarak hizmete koyulunuz kapıma geliniz.
Zeyneb’i Nizam’ı ya da Inan’ı
Seviyorum dersem, o zaman iyi anlayınız ki
Bu bir simgedir eşsiz ve sonsuz güzel
Ki ardında çok değerli ve yaldızlı bir giysi var
işte ben onu giyenin üzerindeki giysiyim
O giysiyi giyen kimdir bilinmez
O giysinin içinde vaktiyle Hallac'ın dediği var14*
öyleyse geliniz, neşeleniniz, sevininiz
Aşk hayalına yemin olsun ki ne zaman
O’nu müşahade etsem
O gelir önümde belirir sizi müşahede edeyim diye
Göz görem ez Allah’ı olduğu gibi
Her an ve her durumdadır, fakat yok gibidir sanki.

Gene aynı konuyla ilgili olarak aşağıdaki dizeleri söylüyorum:

Varlık bir harftir sen onun anlamısın15*
Hayatta bir emelim yok O'ndan başka
Harf bir anlamdır, anlamı kendindedir
Göz görmez o anlamdan başka hiçbir şey
Kalb gider gelir fıtratının bir gereği
Kâh şekline o harfin kâh anlamına
Tanrı Yücedir, hiç kim se O’nu içeremez
Ama biz O'nu kalbim ize sığdırırız16*
Bunu ben demiyorum, Tanrı böyle diyor
iyi bilin o ilahi söz bu anlama geliyor
Hak oraya yerleşm ek isteyince yarattı halkı
Kendisi için ve bir suret verdi güzelce
Varlığımın özü O’nun suretinin özüdür17*
Bu sahih vahiydi»; O’ndan başkası bunu anlayamaz
Allah en büyüktür O’na benzer hiçbir şey yoktur
O’nun dışında bir şey yoktur, herşey O ’dur
Öyleyse göz bir başka varlığı ancak yok görür
idrak edilen varlık O’dur, evet doğrudur
Öyleyse Allah ancak kendini görüyor
Bu sözü iyi anlayınız ki iyi bilinsin, ne kastediliyor, kimden geliyor.

Gene aynı konuyla ilgili olarak şunları yazdım:
Manevi bir haldeydim, Hakk’ı gördüm, bu dizelerdeki manaları bana söyledi. Bana, hiç duymadığım bir isimle, sadece o manevi hal içindeyken duyduğum bir isimle “Evlerin şahini” (Bazdiyar) diye seslendi.18*
Bu ismin anlam ını O’na sordum. O da bana “Evi korunan kişi” dedi. İşte bu dizelerdeki anlam budur. Bu kitapta bu konuyu uzun uzun anlattım. Şimdi burada yaptığım ise, o manevi halin sadece bir tasviridir.
Seni evimde tuttum suretim19* izhar olsun diye
Seni teşbih ederim, tenzih ederim,
Sen ki bende tecelli ediyorsun
Gözlerin bakm adı benim kadar kâmil bir kimseye
Hiçbir göz bakmadı Senin gibi bu varlığa
İmkân açısından hiç kimse yoktur
Sen’den daha mükemmel
Bu konuda şeriattan delil getirdin, çok açık
Hangi kemal olursa olsun, hep Sen’sin söz konusu
Hangi görünüşte olursa olsun hep O’dur
O Yaratılışımı Adem’in suretinde ortaya çıkardın
Şen ölçüler içinde buna iman ettim ben
Bu imkân içinde olsaydı Sen’den daha mükemmeli
Kuşkusuz kusurlu bir varoluş olurdu bende
Gelmemiştir âlem e bir varlık benden daha mükemmeli
Çünkü benim varlığım suretinde belirginleştin Sen.

Gene aynı konuyla ilgili olarak şunları söylüyorum:
Allah en büyüktür, her varlık O’nıtnla gelişir büyür
O Seyyid’dir ve Samed’dir; en Yüce’dir, en Sevgili'dir
Güneş bize ulaşır; biz güneşi idrak ederiz
Evet O’ndan gelmektedir sevgi, bağış, iyilik ve feyz
Biz O’nu görüyoruz apaçık ortadadır O
Öyle bir tecelli ki hiç kimse erişemez
Nuru engelliyor bizi, O’na bir keyfiyet vermemizi
Keyfiyeti olmayanın birliği nasıldır ki?

Oysa O’nun ne bir cismi, ne bir hali, ne de sayısı vardır:
Gene aynı konuyla ilgili olarak şu şiiri söylüyorum:

Koş acele et yeniden ele geçirm ek için ömründen geçip gideni
Koş acele et yolculuğunda azık olarak almak için Rahman'ı
Sevgiyle söyle O’na: Ey gönlümün son emeli!
Sır ve mana ne kadar âşıktır
Sen’in haberine Biliyorsun
Sana bakm aya doyamıyorum
Görünce Seni, varlığı var eden Seni
Sana benzeyen her şeyin yokluğu ve inkârı olmasaydı
Senin bakışından gelen herşey yok olmasaydı yanmasaydı20*
Seni müşahede etmekten başka bir emelim olmazdı
Sen’den söz etmeyen hiçbir kitabı okum azdım istiyorum
Sen’den ey eşi ve benzeri olmayan
Sen'in kudretinin bana hükmettiği bir şeyi
Nitekim herşey Sen'in eserindir.
Bana dedin: “Kazam kaderimi görmendir, kim kaderimin dışına çıkabilir?"
Bir Peygamber tarafından bize gelmiştir
Böyle kararlaştırılmış kazayı yok edecek ve ömrü uzatacak şey
Çok değerli sözlerin var Sen’in hepsi birer inci
Bu kıymetli mücevheri de verelim o incilere sahip olana.

Şimdi de aşk sevgisiyle ilgili şiirimiz:
Sevginin değerine paha biçilmez bildim
Ne ki ömrümün sonuna dek olmadı bir etkim
Ebediyen âşık oldum ben aşkın sevgisine
Çene de yeter demedim, o kadar sevgiye kavuştum da
Sevgilim bana gösterdi vuslat güneşini
İşte o güneş aydınlattı dünyamı gözümü gönlümü
O'nun Celâlinden gizlice gönlüm ‘’eriye’’ yazdı
O anda doğdu benim için bir güven hattı
Gezdirdi beni Güzellik bahçesinde dostça
Ruhlar, cinler ve insanlar hayran kaldı bana21*
Önce bati hazır etti, var etti ve sır benden gitti
Sonra beni görünmez etti veyaklaştırdı beni
Ben birim dediysem, O’nun varlığı da birdir
Eğer varlığımı isbat etselerdi ikilik çıkardı ondan
Fakat O Bütündür, Ince’dir, Saftır. O Tek görünür
Böyle ama akıl gene de iki varlık görür
“O ne kadar beliğ!” dedim O’nun için
Oysa bu söz, dilimin ucundan düşen bir istiaredir ancak
Ey sen ki Kendi nefsi için kendi nefsinde ortaya çıkan
Varlık Sayı yok artık, çünkü baıim varlığım yok oldu artık
Sen bir kıymetli hâzineyi müşahede ettin, mutlu
Bak aynaya, orda beni görürsün ancak beni
Ey Görünmeyen Varlık! Kim bu makâma yükselirse
Kendini Naim cennetlerinde görür tıpkı bir can gibi
Ey olağanüstü Varlık! Zâtının Güzeliği ’ne yürekleri uçuran Varlık
Uçuş sırasında yürekleri de fani kılmaktasın.

DiPNoT;

13*Bu konuda bakınız, Ibn Arabi, "Kitabü'l-fenal fı’l-Müşahede". Bu risale, 1948’de Haydarabad'da Resailü Ibn Arabi adıyla yayınlanan ve pek çok risalelerini ihtiva eden kitapta yer almaktadır. Ayrıca bu risale Michel Yalsan tarafından Traite de l'Extinclivn dans la Contemplation adıyla Fransızcaya çevrilmiştir. (Les Editions de Eoeuvre, Paris, 1984.) Fend Risalesi adıyla bizim tarafımızdan da çevrilmiştir. İz Vay. İst. 1991
14*Hüseyin lbn Mansur cl-Hallac (858-922) Kitabıi't-Tavasin adlı eseri ünlüdür. (Türkçesi için bkz. çev. Yaşar Nuri Ûztürk, İstanbul 1976.)
15*“Harf sözcüğü aynı zamanda tersine çevirmek, sırasını değiştirmek anlamlarına da gelir.
16*Burada “Ne Arş ne de Kürsi Beni sığdıramaz, fakat mümin kulumun kalbi Beni sığdırır." kudsi hadisine bir gönderme vardır.
l7*“Tanrı’nın sureti" konusunda hadisler pek çoktur: “Allah Adem'i Kendi suretinde yarattı.", “Yüze küfretmeyiniz, çünkü Allah Adem’i Rahman suretinde yarattı.", “Rabb'imi en güzel surette gördüm.” vb.
18*“Diyar", “dar” kelimesinin çoğuludur. “Dar", ev anlamına geldiği gibi, fiil olarak ele alınırsa, çevrede dolaşmak ve dönmek gibi anlamları da vardır. Buna göre, burada şahin kelimesinin koruma, dokundurmama gibi bir anlamı çıkmaktadır.
19*“Sııret"; varlığın görünümünü meydana getiren bütün özellikleridir.
20* “Rabb’imin karanlıktan ve nurdan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer o perdeleri kaldıracak olsaydı, Vech’inden (Yüzü'nden) gelen ulvi yücelikler O’nun bakışının ulaştığı her yeri, her şeyi yakardı, yok ederdi." hadisine bir gönderme var. (lbn Hanbel, Mûsned, c. 4 s. 401).
21*,Kur’an'ın Rahman suresindeki 31-33 ayetlerine göndermeler var
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Allah seni üsıün kılsın! Bil ki, sevgi -(hubb).ilâhî bir makamdır. Allah kendini onunla vasfetti. Kendini Vedûd22* diye adlandırdı. Hz. Peygamber’in hadislerinde de Allah, Muhibb-Seven, diye nitelendirildi. Allah Tevrat’ta Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: “Ey Ademoğlu, sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki hakkım la da sen Ben'i sev .''

Kur’an’da ve Sünnet’de hem Allah hakkında hem de yaratıklar hakkında ki sevgi (muhabbet) zikredilmektedir. Allah, Kur’an’da, sevenlerin durumlarını sıfatlarıyla bildirmiştir. Kendisinin sevmediği sıfatları da zikretmiştir. Sevmediği sıfatların kimlere ait olduğunu da belirtmiş­tir. Yüce Allah Kur’an’da Peygamberimize, şu ayeti bize söylemesini emrederek, şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Kur'an, 3/31). Gene buyurmuştur ki: "Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse, (bitsin ki) Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da O'nu severler..." (Kur’an ,.5/54).

Allah sevdiği kimseler hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Allah tövbe edenleri sever; temizlenenleri sever.(Kur’an, 2/222; 9/108).Hiç kuşkusuz Allah kendisine tevekkül edenleri sever." (Kur’an, 3/159). “Allah sabredenleri sever." (Kur’an, 3/146).Allah şükredenleri sever, Allah tasadduk edenleri sever, Allah muhsinleri,yani iyilik ve güzellik yapanları sever." (Kur’an, 2/195). Allah Kendi yolunda, kurşunla kaynatılmış sağlam binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Kur’an, 61/4).

Allah beğenmediği bazı sıfatlarından dolayı bir toplumu sevmeyi bırakırsa, bununla, o toplumun değişmesini, ancak ve de zorunlu olarak karşıtıyla devam etmesini ister.

Bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuşıur: “Allah bozguncuları, fesatçıları sevmez." (Kur’an, 5/64; 28/77) Allah bozgunculuğu sevmez. Bozgunculuğun karşıtı iyilik, sulh ve barıştır. Bozgunculuğu bırakmak demek, bizzat sûlha ulaşmak demektir.
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah gururlanıp şımaranları sevmez." (Kur’an, 28/76), “Çünkü Allah kendini beğenip övünen kimseyi sevmez." (Kur’an, 31/18), “Allah zulmedenleri, zalimleri sevmez." (Kur'an, 42/40), “Allah müsrifleri, israf edenleri sevmez." (Kur’an, 6/41), “Allah kâfirleri sevmez." (Kur’an, 30/45), “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez." (Kur’an, 4/148), “Allah haksız yere saldıranları sevmez." (Kur’an, 2/190). Sonra Allah, bazısını süslü ve güzel göstererek, bazısına da mutlak değerler vererek, bize eşyayı sevdirdi.

Bize büyük ilgi gösteren Allah Tealâ şöyle buyuruyor: ''Fakat Alalı size imanı sevdirdi ve onu sizin kalblerinizde süsledi ve size küfrü, fışkı ve isyanı çirişin gösterdi." (Kur’an, 49/7).
Aynı anlamda gene şöyle buyuruyor: “Kadınlardan, oğullardan, katarlarca yığılmış altın ve gümüşten, otlağa salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırt düşkünlük insanlara süslü, cazip ve güzel gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak yer, Allah’ın yanındadır." (Kur’an, 3/14).

Karı koca hakkında da şöyle buyuruyor: “O’nun ayetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Kur’an, 30/21).

Allah bize, Allah’ın düşmanlarına sevgi beslememizi yasak etmiştir. Söyle demiştir bu konuda: “Ey inananlar! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği in kâr ettikleri, Rabb'ınız Allah’a inandığınızdan dolayı Resul’ü ve sizi, yurdunuzdan sürüp çıkardıkları halde, siz onlara sevgi besliyorsunuz" (Kur’an, 60/1). Kur’an’da sevgi daha pek çok yerde geçmektedir.

Ayrıca, sevgi Peygamberimizin sözlerinde de çokça geçmekledir. Kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmiyordum. Bilinmeyi sevdim, istedim ve yaratıkları yarattım. Onlara kendimi bildirdim. Onlarda Beni tanıdılar". Bu demektir ki, Allah bizi bizim için değil, sadece Kendi için yaratmıştır. Bu nedenle, cezayı amellerle yan yana koydu, onu amellere bağladı. Amellerimiz kendimiz içindir, O’nun için değil, ibadetimiz ise O’nun içindir, kendimiz için değil. Dolayısıyla ibadet amelin aynısı değildir. Yaratıklardaki zahiri ameller O’nun yaratmasıdır, çünkü o ameli yapan O’dur. O amellerin güzelliği, o ameller kul tarafından yapılmış olm asına rağmen, edeben ve nezaketen O’na mal edilir.
Her şey Allah’tandır, çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene and olsun." (Kur’an, 91/7-8), "Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96).
Ve gene şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz Allah, işte böyledir. O’ndan başka Tanrı yoktur. O herşeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na ibadet ediniz...(Kur’an, 6/102). Demek ki kulların amelleri bu ayetlerin çerçevesine girmektedir.

Selât ve selâm üzerine olsun, Allah’ın Resulü bir hadisinde şöyle der: “Allah şöyle buyurdu: Kullarımı Bana en çok yaklaştıran şey, kendilerine farz kıldığım ve sevdiğim amelleri yerine getirmeleridir. Kulum bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.” İşte bu tecelliden ölürüdür ki bu “ittihat’’la 23* konuşan Allah şöyle buyuruyor: '‘Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah altı." (Kur’an, 8/17), "Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96).

Gene Peygamberimizin bir hadisinde şöyle denilmektedir: “Yüce Allah, önce fitne çıkarmış fakat sonra pişman olup tövbe etmiş kimseleri sever.” “Birbirini Allah için, Allah’ta sevenlere, Benim sevgim, muhabbetim vacip olur.”. “Nimetlerinden size bağışta bulunduğu için Allah'ı seviniz", “Allah güzeldir, güzelliği sever". Allah hamd edilmeyi sever.

Peygamberimiz gene şöyle buyurmaktadır: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz”.
Gerçekten bu konudaki hadisler pek çoktur. Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır;
Biz sevgiden sudür ettik.
Sevgi üzerine yaratıldık
Sevgiye doğru yöneldik
Sevgiye verdik gönlümüzü


DiPNoT;

22*“Vedud" ismi “faul” veznindedir, hem etken hem de edilgen olarak çift anlamlıdır, yani hem seven hem de sevilen anlamlarına gelir..
23*Bu konuda bakınız, lbn Arabi, Kitabû’l-fanai ft’l-müşahede. (bkz. not 13).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

SEVGİNİN BELİRTİLERİResim

Sevgide bulunan müthiş etkiyi bizzat yaşadım ben. Bu etki aşırı ve şiddetli bir “Aşk”tır, etkileyici bir “şevk”tir. Gönül vermektir, yok olmaktır. İnsanın uykusunun kaçmasıdır, yemeden içmeden kesilmesidir.
Sevgi kimdedir, kimden gelir bilinmez. Sevgili (mahbûb) kimdir bilemezsin. İşte ben sevgide bulduğum zevki böyle buldum. Bundan sonra benzeri durumlar izleyebilir bunu. Kimi zaman keşf içinde bir tecelli başlar senin için. Ve aşk belirtileri yavaş yavaş kendini gösterir. Kimi zamanda birini görürsün, onu görünce bir vecd haline girersin. Daha önce hiç tanımadığın halde, onun, sevgilin olduğunu anlarsın.
Kimi zaman da, yanında birinden söz edilir, ta gönlüne işleyen bir sevgiyle ona meyledersin ve birden âşık oluverirsin. İşte o zaman onun senin dostun olduğunu anlarsın. Bu durum gayb perdesinin arkasından
eşyayı keşfederek, o eşya üzerinde ruhların sahip olduğu kontrolün en gizli inceliklerinden biridir. O inceliklerin durumunu bilemezsin.
Kime âşık olduğunu, kimde ve nasıl âşık olduğunu, ayrıca aş­kın ne olduğunu anlayamazsın. İnsanlar buna kabz halinde ya da bast halinde tutulurlar. Bunun niçin böyle olduğu da bilinmez. Bu hallerden birinde hüzün gelirse, anlarsın ki bu kabz halidir. Yok eğer neşe ve sevinç gelirse, anlarsın ki bu bast halidir. Bu haller daha dış duygularda ortaya çıkmadan, nefsin bu haller üzerindeki ilk önsezisidir bu. İşte bunlar sevginin oluşumundaki ilk belirtilerdir.

Bu durum, Allah’ın Âdemoğularımdan, “Ben sizin Rabbiniz değil mi yim?” diye sorarak, onlardan aldığı “Evet, buna şahidiz!" misakına, antlaş­masına benzemektedir. (Kur’an, 7/172). Hiç kimse, O’nu o zaman inkâr etmemişti. Bu nedenle her insanın fıtratında, kendisine dayanacağı bir Varlığa, bir Varediciye ihtiyacı vardır ki o da Allah’tır; kimileri O’nu tanımasa da, bilmese de, hakikat budur. Bunun için Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, O zengindir, O hamde lâyıktır." (Kur’an, 35/15).

Böylece Allah, sîzdeki bu muhtaçlığın, başkasına değil de sadece Kendisine olduğunu bildirmektedir, fakat siz onu bilemiyorsunuz. Oysa biz Hakk'ı bununla bildik. Bu makâma bizzat ulaştığımız ve o duyguyu bizzat yaşadığımız için, bu dizeleri söylüyoruz:

Ben öyle birine bağlandım ki aşkı yirmi hacca bedeldir
öyle âşık oldum ki ona, kime âşık olduğumu bile bilemedim,
Gözlerim bakmadı yüzünün güzelliğine
Kulaklarım birşey duymadı, dayanamadı sesine
Diri olan Tanrı katından bir şimşek görülünceye dek
Beni bir günlük nimete, yüzyıllık çileye boğdu.


Gene bu konuda bizim tattığımız bir zevk vardır. Biz sadece tattığı­mız aşkı anlatıyoruz:

Ben öyle birine âşık oldum ki sevgisi nerden bilmiyorum,
Bilmiyorum diyen kim onu da bilmiyorum
Şaşırıp kaldım, düşünceler sardı beni
Hayretler içinde kaldım, şaşkına döndüm
Yirmi kez hac ettikten sonra farkettim
Sırrımın kucakladığı bir aşkı terennüm ettim
Kimi seviyordum, tanımıyordum, adını bile bilmiyordum
Kimdi bu göğsümü daraltan bilmiyordum
Örtüsünü kaldırıp gösterinceye dek yüzünü
Geceleyin dolunay ışığıyla parlayan bulut gibi yüzünü
Sordum onlara: Kim bu? Safça dediler bana, yürekten gelen
Saf bir niyetle: Bu gönüldür, kardeşimin kızı
Bunun üzerine tekbir getirdim, "Allah en büyüktür” dedim onun için aşkla
Onun yanında geçirdiğim gece Kadir Gecesini bile aştı.


Şam’a ilk kez girdiğimde24*, bizim için bu anlamda bir zevk, bir tad hasıl olmuştu. Uzun sûren ilahı bir hal esnasında, hayalimde somut bir biçim kazanan, meçhul ve uzunca süren bir cazibe hissettim. O hal ve o lisan üzere hitab ederek, aşağıdaki dizeleri söyledim:

Sana duyduğum aşkın etkisiyle söylüyorum
Sevgilisi kendisine “Söyle bana” diyenin sözünü
Şam’a girince karıştı aldım
Görmedim bir âşık, aşkı benimki gibi olan
Aşığım ama kime âşık olduğumu bilmiyorum
Beni Yaratana mı y oksa benim gibi birine mi
Kulaklarım duymadı onun hakkında hiçbir söz
Acaba bizden başka, daha önce, bir âşık söyledi mi böyle söz?
Dolaştım Allah'ın beldelerini, Doğu’daki Batı’daki
Belki bulurum diye bana uygun birini
Gördüm yalnızca tek bir sevgili o zaman
Gölge gibi gitmek gerekiyordu onun ardından
Ey Tanrım, kalbim aşkla doldu dedim
Bakın şu halime, şu perişanlığıma, ne yapacağımı bilemedim
Aşk tellalı imledi o zaman bana arkamdan
Dedi: “Ey zavallı, düşmüşsün sen bilgisizlik deryasına
öyley se gel dinle, işit sözümü öğren bilgelik sırrımı
Çünkü ben yedi ilmin, on ilmin, sonra elli ilmin ehliyim
Dahası bir erdem eriyim ben
Kavuşursun bana eğer onlardan ikisini öğrensen
O zaman görünür size çok güzel bir kare şekil
Tamamen uygun oradaki kavuşmaya ve ayrılığa
Tıpkı açık seçik Allah adına benzer gibi onun adı
Asıf suretinde oluşmuş sevgilimin adı
Sevgilinin adı işte bu, sen bilmesen de
Geliyor bu, cimriliğe yaklaşan bir ilimden
Anlayış sahibiysen eğer başka bir şey düşünme,
Herşeyi kendinde toplayan kareyi üç katıma çıkartmaktan başka
Çünkü onun üçlenmesi demek tapmak demektir Kutsal Kitap demektir
O’nun öyle bir güzelliği var ki benim yoksulluğuma delildir
O bir tapmaktır benim için, varlığımın varlığı için Macid Tanrı için
O tapınağın iki ehli var: Biri Tanrı, biri benim özüm, hem iyilik hem özveri için
O’nun ilki bir harftir yedili
Ki aşar fasıl harflerinden öteki altı harfi
25*

DiPNoT;
24*Tahminen h. 610/m. 1213 yılında.
25*Fasıl harfleri Kur’an’da bazı surelerin başında bulunan harflerdir
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

İşte sevgide bulunan en lezzetli, en zevkli, en tatlı şey budur. Bunun biraz altında, aşk sevgisi, sevginin sevgisi vardır. Bu, insanın sevdiğini unutacak derecede aşkla meşgul olmasıdır. Leylâ Kays’ın (Mecnun’un) yanma gelir. Kays o sırada “Leylâ! Leylâ!” diye inlemektedir. O sırada bir buz parçası alır ve onu kor gibi yanan yüreğinin üstüne koyar; o buz parçası yüreğinin yangınını dindirir. O bu haldeyken Leylâ ona selam vererek “İşte ben geldim! Ben Leylâ'yım. İstediğin, arzu ettiğinim, ben senin sevgilimin, ben senin gözünü, gönlünü sevindirecek olanım, ben Leylâ’yım." der. Kays ona bakar ve ona “Gözümün önünden çekil git! Çünkü senin aşkın beni öylesine meşgul etti ki sonunda seni unuttum ” der. Bu duygu aşkta hissedilebilecek en tatlı ve en ince duygudur. Fakat bu duygu tat bakımından, daha önce belirttiğim iz duygudan daha aşağıdadır.

Allah rahmet etsin, şeyhimiz Ebu’l-Abbas Cafer el-Ûryanî26* bir duasında Allah’tan sevgiyi değil de sevgi hissini, zevkini istemişti. İnsanlar sevginin tanımı konusunda ihtilafa düştüler, fakat ben, sevgisini tam manasıyle tanımlayan birini görmedim. Aşkın, geride bıraktığı izleri ve gerekleri aracılığıyla belki tanımı yapılabilir. Özellikle O, Aziz ve Cenab olan Allah’ın bir sıfatı olarak kaldığında tanımını yapmak son derece zordur. Sevgi konusunda duyduğum en güzel şey, bazılarının bana Ebu’l-Abbas ibn el-Arif ed-Dahacî’den aktardığı şu sözlerdir. Ona sevgi hakkında bir soru yöneltilince şunları söylediğini aktardılar: “Kıskançlık, sevginin sıfatlarındandır27*; edeplice örtünm enin dışında her şeyi hor görür”.

Bil ki, bilinebilen işler (el-umûr el-ma'lûmeh) iki türlüdür. Bir kısmının tanımı yapılabilir, bir kısmının tanımı yapılamaz. Sevgi konusunu bilen ve bu konuda konuşan bilginlere göre, sevgi tanımı yapılamayan işlerdendir. Sevgiyi ancak aşka tutulan ve sıfatı âşık olanlar bilir. Bu âşıklar da sevginin mahiyetini bilemezler, fakat onun varlığını da inkâr edemezler.

Bil ki, insan sevgilisinden duyduğu sözün dışındaki sözlere sağır olduğu, sevgilisinin yüzünden başka gördüğü her türlü manzaraya karşı kör olduğu, sevgilisinin konuşmasının ve sevgilisinin sevdiği konuşmaların dışındaki konuşmalara ilgisiz kaldığı zaman, ancak aşk o insana hakim olur. O zaman kalbinin üzerine bir mühür koyar ve oraya sevgilisinin sevgisinden başka hiçbir şeyi sokmaz. Hayal hâzinesinin üzerine bir kilit vurur, bir sürgü sürer, böylece hayalinde sevgilisinin suretinden başkasını hayal etmez, hayalini meşgul edecek bir başka görüntünün öne çıkmasına ya da bir başka surelin oraya sokulmasına izin vermez.

Tıpkı şairin şu sözünde olduğu gibi:
Hayalin gözlerimde, sözlerin dilimde
Taht kutmuşsun kalbimde, neden kayboluyorsun öyleyse?
"

Onunla duyar ve onun için duyar. Onunla görür ve onun için görür. Onunla konuşur ve onun için konuşur. Bizzat ben hayal gücüyle öyle etkilendim ki, aşkım, tıpkı Cebrail’in, Allah Resulü’ne — selat ve selâm üzerine olsun— somut olarak gözükmesi gibi, sevgilimin suretini gözlerimin önüne hissedilir biçimde getiriyordu ve ben ona bakmamazlık edemiyordum. O benim le konuşuyordu, ben de ona kulak verip .dinliyordum ve ne söylediğini anlıyordum. Günlerce en ufak bir şey yiyemedim. Her ne zaman sofra önüme gelse, sevgilim sofranın ucuna geliyor, bana bakıyor ve bizzat kulaklarımla duyduğum sözler söylüyordu bana. “Beni seyrederken yemek mi yiyeceksin?” diyordu bana. Bunun üzerine ben de yemek yemekten vazgeçiyordum ama açlık da duymuyordum. Ona öylesine sırılsıklam âşık olmuştum ki sonunda ona baka baka şişmanladım. Bakışlarım ona çakılmıştı ve o benim için gıda ve besin kaynağı olmuştu. Dostlarım ve ailem, hiçbir şey yemediğim halde böyle şişmanlayışına şaşırıyorlardı, çünkü günlerce, ne olursa olsun hiçbir şey tatmadan, yemeden, içmeden o şekilde kalmıştım. Açlık hissetmiyordum. Susuzluk da duymuyordum. İster oturayım, ister ayakta durayım, ister hareket edeyim, ister hareketsiz durayım gözlerimin önünde hep O durmaktaydı.

Aslında insanın sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, ya da bir insan, bir kadın ya da bir çocuk olursa bil ki ancak o zaman sevgi, âşığı sevgi denizinde boğar. Bu saydıklarımın dışındakilerin sevgileri, insanı sevgi deryasında bogamaz.

Bunları özellikle söyledik, çünkü insan kendi surelinde olan biriyle ancak onu sevdiği zaman tanı anlamıyla anlaşabilir ve bir uyum içinde olabilir. Âşıkta, sevgilisininkine benzemeyen hiçbir yön yoktur; âşıktaki her şey sevgilisine ayarlıdır. Dışı dışına, içi içine âşık olur. Hakk Teâlâ’nın Kendisini, Zahir ve Bâtın diye adlandırdığını görmüyor musun? İşte bu nedenle, insan Allah için Allah’ın yarattığı şekiller ve varlıklar için sevgi deryasında boğulmaktadır. İnsan dışında, dünyadaki öteki varlıklarda sevgi yoktur. Dolayısıyla insan dünyaya ait bir şekil, bir suret severse, ona ancak uygun bir benzerlikle karşılık verir. Kendi zatına ait olan bir şey ise zihninde daima uyanık ve diri kalır.

İnsanın, Allah’ı sevdiği zaman, sevginin içinde boğulması meselesine gelince, bunun nedeni, Hz. Peygamberin hadisinde de belirtildiği gibi, insanın Tanrı suretinde yaratılmış olmasıdır. Böyle olunca, insan İlâhi Varlığı bütünüyle kendine kabul edebilir. Onu kendine sığdırabilir. İşte bunun için, insanda Tanrı’nın bütün isimleri zuhûr eder. Kendinde sevgi sıfatı bulunmayan insan bile bunu elde edebilir, çünkü kendinde olmasa da yaratılışında sevgi vardır. Bu nedenle insan sevgi içinde boğulur28*. Eğer insan Allah’a bağlanır, O’na âşık olursa. Sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makâma ulaşır ki, Allah’ın yaratıklarına karşı duyulan aşkta yok (fenâ ) olma halinden çok daha ileri bir makâmda, Allah’ın aşkında yok olur. Çünkü o varlıklara, o şekillere duyulan aşk, varlık ya da o şekil, sevenin gözünde kaybolunca, yok olmaktadır. Oysa sevgili Hakk Teâlâ olunca, O daima nıüşâhede edilebilir durumdadır. Sevgilinin müşahede edilmesi, tıpkı beden üzerinde gıdaların bıraktığı etki gibidir. Yani beden o gıdayla büyür, gelişir. Sevgilinin müşahede edilmesi arttıkça sevgi de artar. Aşka özgü olan bu durum nedeniyle, sevgiliyle karşılaşınca şevk sakinleşir, yatışır fakat yeniden kavuşma arzularıyla iştiyak yeniden canlanır, işte sevgiliyle birarada bulunan âşık bunları hisseder. Sevgilisini seyre dalmaya ve onu müşahede etmeye doyamaz. Ona duyduğu arzudan kendini kurtaramaz. Sevgilisiyle birlikte olmasına rağmen, ona her bakışında vecdi ve şevki artar.

Tıpkı şairin dediği gibi:
Tuhaf değil mi? Ben onları ne kadar çok özlüyorum.
Onlar benimle birlikte, ama yine de onları özlüyorum,
Çözlerim onları ağlatıyor, oysa onlar gözbebeğimin içinde
Gönlüm onları arzuluyor, oysa onlar benim yanım da.
29*

DiPNoT;

26* Bu zat lbn Arabi’nin ilk hocalarından biridir, lşbiliye’de (Seville) doğmuştur, lbn Arabi, Ruhü’l-Kuds adlı eserinde bu zat hakkında bilgi vermektedir. Bu eser, Les soufıs d’Aıulaloıısie adıyla Gerard Lecomte tarafından Fransızca’ya da çevrilmiştir, Paris, 1979.
27* "gayret”, kıskançlık demektir.
28* “Rabb'iıni en güzel surette gördüm" hadisine aittir.
29* 1197 de ölen ve Cezayir'in Tlemsen şehrinde medfun olan Şeyh Ebu Medyen et-Tlemsani'nin şiiri.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Eğer âşığım sevgisinde, sevgilisinden başkasına düşünmeye fırsat verebilen bir akıl ya da bir akıl yürütme varsa, o sevgi saf ve gerçek değildir.

O ancak nefiste (insanda) geçici bir durumdur. Kimileri bu tür bir sevgi hakkında şöyle demiştir:
Akıl ile idare edilen sevgide hayır yoktur."

âşıkların bu konudaki öyküleri sayılamayacak kadar çoktur. İşte, konusu müşahede ve şevkle sevginin artması olan bir şiirimiz:
Sevgilimden uzaklaşıyorum, bu kez kavuşma arzusu tüketiyor beni
Ona kavuşuyorum, iyileşemiyorum, o varken de yokken de özlüyorum
Onunla karşılaşınca ummadığım şeyler geliyor başıma
Şifa bulacağım yerde yeni bir dert geliyor başıma
Çünkü ben onunla karşılaştığım daha ilk anda
Güzelliği devamlı artan birini görüyorum karşım da
Bir vecd gerekli ki olsun durağımız
Altınca güzelliğinden uyumlu beraberliğimiz.
"

Sahihi Müslim’de Tanrı’nın — noksan sıfatlardan O’nu tenzih ederiz— istihalesi (metamorfoz) hakkındaki hadislerde ifade edildiği gibi, burada ben de Sübhan olan Tanrı’nın, ahirette kulları için ve bu dünyada kullarının kalbleri için, çeşitli şekillerdeki (yani keyfiyet ve teşbih dışında, Zatına uygun düşen şekillerdeki) tecellisine dikkat çekiyorum30*.
Allah’a and olsun ki, eğer Şeriat böyle İlâhî haberler getinneseydi, hiç kim se Allah’ı tanıyamazdı. Ve eğer biz yalnızca akıllı insanların, münevverlerin, böyle değil şöyle değil diyerek Allah’ın Zatı konusunda ileri sürdükleri akli delillerle yetinmiş olsaydık, hiç bir insan O’nu sevemezdi. Fakat şer’i ifadelerle ilâhî haber gelince ve görünüşte akli delillere karşıt olan işlerde, Sübhan olan Tanrı’nın şöyle şöyle olduğunu bize haber verince, biz de, sûbûtî sıfatlarından dolayı, Allah’ı sevdik.
Allah, ilgileri belirttikten, sebepleri ve varlıkların sevgiye yönelmelerini sağlayacak ilgileri saptadıktan sonra şöyle buyurmaktadır: “O’na benzer hiçbir şey yoktur." (Kur’an, 42/11). Böylece, Allah sevgi için gerekli sebepleri saptamıştır, ama akıl bunları kendine özgü delilleriyle inkâr eder. İşte şu hadisin anlamı da budur: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmeyi sevdim, istedim; yaratılm ışları yarattım ve onlara Kendimi tanıttım. Böylece onlar Beni tanıdılar”.
Demek ki Allah, ancak, bize karşı beslediği sevgi, muhabbet, rahmet, acıma ve şefkatten dolayı, bize Kendisi hakkında haber verdiği Vahiyle bilinebilir; yani Kendisini anlatabilmemiz, O'nun bize indirdiği Vahyin çizdiği sınırlarla ancak O’nu bilebilmemizle mümkündür. O’nu kalbimizde, gönlümüzde, hayalimizde ve yönelimlerimizde, bakışlarımızın ve ilgilerimizin konusu yaparız; öyle olur ki sanki O’nu görürüz. Daha ilerisini söyleyelim, sanki O’nu kendimizde görürüz, çünkü biz O’nu kendi görüşümüzle değil, O’nun Kendisini tanıtmasıyla bildik. Böyle olmakla birlikte, gene de bizden bazıları O’nu görür, fakat O’nu bilmez31*. Allah Kendisinden başkasına muhtaç değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda, Kendinden başkasını sevmez. Demek ki, her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zâhir olm aktadır. Varoluş içinde sadece tek bir Seven vardır, dolayısıyla âlem hem sevendir hem sevilen. Bütün bunlar hep O’na döner. O’ndan başkasına ibadet edilmeyeceği gibi, ibadet eden kişi de ancak kendisindeki ulû- hiyyeti tahayyülle ibadette bulunur. Eğer o ulûhiyyet olmasaydı, kul asla Tanrı’ya ibadet etmezdi. Allah bu konuyu şu ayetle çok açıkça bildirmiştir: “Rabbimiz sadece Kendisine tapmanızı emretti..." (Kuran, 17/23).

Sevgi de böyledir: Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sevmez. Fakat Zeyneb’itı, Suad’m, Hind’in ve Leylâ’nın sevgisiyle, ya da bu dünya sevgisiyle, ya da para ve tnakâm hırsıyla ya da bu âlemde sevilen şeylerin sevgisiyle Allah gizlenmiştir. Şairler bütün sözlerini yaratıklar üzerine harcadılar ve O’nun hakikatini tam anlamıyla bilemediler. Arifler ise, duydukları her şiirde, her bilmecede (lûgaz), her methiyede ve her gazelde (tegazzül), şekillerin ve suretlerin perdesi arkasından sadece O'nu görürler. Bütün bunların sebebi, Tanrı’nın Kendinden başkasının sevilmesini kabul etmediği, İlâhî kıskançlıktır.
Çünkü sevginin sebebi güzelliktir (cemal). Güzellik ise, Allah’a aittir. Çünkü güzellik O ’nun Zatından dolayı sevilmektedir. “Allah güzeldir; güzelliği sever32*. Bu nedenle Allah Kendi kendini sever. Sevginin bir diğer sebebi de ihsan’dır... Ihsan, ancak Allah’tan gelir. Allah’tan başka muhsin-ihsan edici yoktur, yani bir varlığı ihsanından dolayı seversen, sadece Allah’ı sevmiş olursun, çünkü muhsin, yani ihsanda bulunan O’dur. Ve eğer bir varlığı güzelliğinden dolayı seversen, sadece Allah’ı sevmiş olursun, çünkü Allah güzeldir.

Sevginin ilgi konusu her durumda Allah’tır33*. Hakk, Tanrı, Kendini bildi, Kendinde âlemi bildi ve âlemi Kendi surelinde çıkardı. Bundan dolayı, âlem O’nun için bir aynadır. Allah o aynada Kendi suretini görür. Demek ki. Tanrı ancak Kendini sevmektedir. Allah, Peygamberimize hitaben “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." (Kur’an, 3/31) derken gerçekte Kendini kasdetmektedir. Öyleyse, birine uymak, ona bağlanmak, sevginin sebebi olmaktadır; âlemin aynasında Tanrı’nın suretine bağlanmak da sevginin sebebidir, çünkü o aynada sadece O Kendini göstermektedir. Öte yandan nafileler de sevginin bir sebebidir. Nafileler bir fazlalıktır, artık ibadetlerdir, Âlemin sureti de varoluş içinde bir fazlalıktır. Bu nedenle Allah âlemi bir nafile olarak sevmiştir, böylece, ancak Kendini sevecek derecede kulun “işittiği kulağı, gördüğü gözü olmuştur".

Çok nazik, çok özel ve aynı zamanda da vehim melekesinden kaçan, yani düşünceden hızla sıyrılıveren, bir mesele daha var. Diyelim ki tuhaf bir şey oluyor. Meselâ, aklın doğrulayabileceği, saptayabileceği ve ondan dolayı sarsılmayacağı, fakat vehim melekesinin onu nesnel olarak tutamayacağı bir şey. İşte tıpkı bu misal gibi, aklın varlığını saptadığı fakat kendinden uzaklaşmasına da engel olamadığı, ayrıca vehim melekesinden de kaçan, onun da tutup yakalayamadığı bazı şeyler vardır. .Sonra, bu söylediklerim izin tersine, akıldan kaçan, fakat vehim melekesinin, onun varlığını saptayıp hükmü altında aldığı ve etkili olduğu daha başka şeyler de vardır.

Meselâ bir adam düşünelim: Çalışsa da çalışmasa da rızkının kendisine gelmesi gerektiğini aklı kendisine delilleriyle gösteriyor. Bu şekildeki bir ilim akıldan uzaktır; onun üzerinde ancak vehmi düşünce hükmünü sürdürmektedir. Eğer sen rızkını arama konusunda çaba göstermezsen, ölür gidersin. Sonra biri çıkar gelir kalkar o rızkı elde etmeye çalışır. Buna göre, onun haklılığı aklı açısından zâil olur; vehmi açısından da bâtıllıgı sabittir, dolayısıyla böylece inkâr edilemez ve itiraz olunamaz bir gerçek olur.

Bir başka örnek verelim: Meselâ bir adam bir yılan ya da bir aslan görür. Aklı bunların kendisine zarar vermeyeceğini söyler. Sonra bu aklî delilden vazgeçer ve onların zararlı olduğuna vehmeder ve o hayvanlardan kaçar; vehim melekesinin kendisine verdiği hükümle yüzünün şekli değişir, içi korkuyla dolar. Bu haller vardır ve bunlar bir gerçektir. Kimi yerlerde vehmin gücü hakimdir; kimi yerlerde aklın gücü.
Allah izin verirse bu bölümde sevginin hakikatlerinden ve onların makâmlarmdan bahsedeceğiz. Allah bu işimizi kolaylaştırsın! Diyoruz ki, sevgi, iradenin, ilgili olduğu şeyler arasında hususi bir ilgidir. Sevgi, bağlanma anında, gayrı mevcut bir ma’dutm bağlanır ve o sevgilinin somut olarak bizzat var olmasını, vücûdunu ya da vukuunu ister. Vukuunu dedim, çünkü sevgi bazen sevilen somut varlığın gerçek varlığını ortadan kaldırmasına bağlanır. Bununla birlikle, var olduğu halde, bir kim senin varlığının yok olması ayııı anda mümkün değildir. Sevginin bağlandığı varlık yok olunca, gerçek olur; o zaman artık yokluğun varlığından söz edilemez. Eğer ondan söz eden olursa, ancak bilgisizliğinden dolayı söz eder.

Bu konuda biz şöyle deriz: Seven, sevgilinin somut olarak var olmasını ister, çünkü sevgili gerçekte ma’dumdur. Böyle olunca, sevgili seven içindir. Bu da, kim olursa olsun bir şahısla kavuşmayı gerekli kılan bir iradedir. Eğer bu şahıs kucaklanıp öpülecek biriyse, onu kucaklamayı sever; eğer evlenilecek biriyse, onunla evlenmeyi sever; eğer birlikte oturulacak, dost olunacak biriyse onunla birlikte oturmayı, dost olmayı sever. Dolayısıyla sevenin aşkı şu anda henüz sahip olunamayan o şahsın sadece yokluğuna bağlanacaktır. Böylece, sevgisinin o şahsa bağlı olduğunu hayal eder. Oysa durum hiç de öyle değildir, çünkü o şekilde davranmakla yalnızca sevgilisiyle karşılaşmayı ya da onu görmeyi arzu etmektedir. Eğer sevgilinin bizzat şahsını ya da varoluşunu, yani şahsiyetini ve varlığım sevmiş olsaydı, sevgisinin ona bağlanması kendisine hiçbir yarar sağlamazdı.

Bu konuda, “Biz bir şahısla birlikte olmayı seviyoruz, onu öpmek ya da kucaklamak, ona sıcak bir ilgi duymak ve onunla sohbet etmek istiyoruz. Sonra da bunların gerçekleştiğini düşünürsek, kucaklama ya da kavuşma olsa bile, gene de sevgi devam ediyor, oysa ki sevginin bağlandığı şahsın ma'dum olması gerekmez miydi?” diyecek olursan, ‘‘Bu konuda yanılıyorsun.” deriz. Çünkü kendisine sevgi duyduğun birini kucakladığın zaman ya da onunla birlikte bulunduğun zaman ya da onunla çok sıkı bir içtenlik kurduğun zaman, sevginin sebebi bu durumda, sonuç olarak ortaya çıkan gerçekleşim değil, ondan doğan devamlılık ve sürekliliktir. Devamlılık ve süreklilik ise, ma’dumdur, gerçekliğe dahil değildir; bu müddet, bu süreç hiçbir zaman sona ermez. Öyleyse sonuç olarak, sevgi vuslat halinde ancak sevgilinin ma’dumuna bağlanır. Bu ise, vuslatın devamlılığı demektir; ki hiçbir zaman gerçekleşmez.

Bu konuyu Kur’an’daki şu ayet ne güzel dile getirmektedir: “Ey insanlar, sizden kim dininden dönerse, iyi bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki O onları sever onlar da O’nu sever..." (Kur’an, 5/54). Burada sevmek fiili üçüncü tekil ve üçüncü çoğul şahısta ve geniş zamanda kullanılmıştır. Burada sevginin mütealliki (ilgi konusu) gaib ve ma’dum bir varlığı göstermektedir. Dolayısıyla her gaib göreli bir ma’dumdur.
Sevginin özelliklerinden, niteliklerinden biri de şudur: Sevginin görünüşte mükemmel olması için, âşık, eğer seçme gücüne malikse, sevgisinde iki karşıt görünümü birleştirmelidir. Tabiî sevgi ile ruhanî sevgi arasındaki fark budur. Varlıklar arasında sadece insan bu iki tür aşkı birleştirebilmektedir. Hayvanlar da sever, fakat bu iki karşıt sevginin arasını insanlar gibi birleştiremezler. Yalnızca insan bu iki karşıt sevgiyi sevgisinde birleştirebilm ektedir, çünkü insan Tanrı suretinde yaratılmıştır. Tanrı ise Kendini karşıt sıfatlarla nitelem iştir. Örneğin şu ayette ifade edildiği gibi: “O Evveldir ve Ahirdir; ve Zâhirdir ve Bâtındır(Kur’an, 57/3).

Karşıtlar arasındaki sevginin insanda bu şekilde birleştirilmesinin nedeni, sevginin insan için gerekli niteliklerden biri olmasıdır. Sevgilisiyle birleşme arzusu ve sevgilisinin sevdiği şeyleri sevmesi de sevene gerekli olan niteliklerdendir. Örneğin, eğer sevgilisi ayrılığı seviyorsa, o da ayrılığı sevecektir. Böylece sevginin gereğine ters davranacaktır, çünkü sevgi kavuşmayı ister ayrılığı değil. Buna karşılık, eğer sevgili kavuşmayı severse, seven, sevginin gerektirmediği, garip bir şey yapabilir, çünkü seven, sevgilisinin sevdiğini sever. Bu durumda öyle davranmaz. Demek ki her durumda seven, sevdiğinin etkisinde kalır. Bu iki nokta arasını birleştirmenin gayesi, sevenin kavuşmayı istemesine karşılık sevgilisi ayrılığı sevdiği halde, sevgilisini sevmesidir yoksa salt ayrılık için değil. Bu konu bundan daha iyi bir biçimde açıklanamaz.
Bu durum, kazası ve kaderi ne olursa olsun durumuna razı olan birinin durumuna benzer: Kazası “küfr” olunca, hakikatte kazasına razı olmayacağı halde, “razı” sıfatını o insana vermek doğrudur.
Aynı şekilde, Şeriat da böyledir; tıpkı bu sevgi meselesindeki gibi. Seven, sevgilisiyle kavuşmayı sever. Ayrılığın kendisini değil. Sevgilisinin ayrılığa duyduğu sevgiyi de sever, çünkü ayrılık da esasında sevgilinin sevdiği bir şey değildir. Aynı şekilde, kaza da muktezanın aynısı değildir. Aslında kaza, muktezanın bizzat kendisi değil de, Allah’ın o şahıs hakkında, o mukıeza ile hükmetmesidir. Bu nedenle, Allah’ın verdiği hükme razı olur.
Hayvanın sevgisi böyle değildir, çünkü hayvandaki sevgi tabiî bir sevgidir, ruhani sevgi değildir. Hayvan özellikle sevdiği hayvanla kavuşmayı ister, sevdiği hayvanın kendisine bir sevgi duyup duymadığım da bilmez. Hayvan bunun bilincinde değildir; bununla ilgili bir ilmi yoktur hayvanın.
Bu nedenle, insana özgü sevgiyi iki kısma ayırdık: Tabiî sevgi: Bu sevgi hem insanlarda hem de hayvanlarda vardır. İkincisi ise: ruhanî sevgi. Bu sevgiyle insan, hayvanî sevgiden ayrılır.

Bunu böylece belirttikten sonra, bil ki sevginin üç türü vardır;
İlahi Sevgi; Ruhanî Sevgi ve Tabiî Sevgi. Bunlardan başka bir çeşidi yoktur. llahî sevgi: Allah'ın bize duyduğu sevgidir. Ayrıca bizim Allah’a duyduğumuz sevginin de ilâhî sevgi olduğu kabul edilir.
Ruhani sevgi: sevenin sevgilisini razı ve hoşnut etmeye çalıştığı sevgidir. Sevgilisine karşıt olabilecek hiçbir şey kalmaz onda, ne garaz ne de irade. Dahası, seven, bütünüyle sevgilisinin iradesine bağlı kalır.
Tabiî sevgi ise; tamamen, bütün arzularını tatmin etme yolunu araştıranların sevgisidir. Onun bu çabası, sevgilisinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, hiç önemli değildir. Bugün insanların çoğu bu sevgi üzerinedir.

O halde, demek oluyor ki, bundan sonraki bölüm de İlâhî Sevgi üzerinde duracağız. Onu ruhanî sevgi izleyecek;-ondan sonra da üçüncü olarak tabiî sevgi üzerinde duracağız.
Hakikati ancak, Allah söyler ve hidayete ancak, O erdirir.

DiPNoT;

30* Bakınız: not 17.
31* “Ru'yetullah", yani Allah’ı görme ancak kalb gözüyle mümkündür.
32* Hz. Peygamberin bir hadisi.
33* llâhî, ruhî ve tabiî haller..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim KİMLeri SEVer..


SEVemeyEN >DiRi >ÖLü
->TEVHiDi<->TEKBiRi ÖLü
->KuL İhvÂNim >ÖLÜ İse
-> KIRATı -> KıTMÎRi ÖLü!.


ZEVK 6923

SıRR-ı SubhÂN >SEVgi SÎNi >SEVmeyen GâFiL İhvÂNim
SıRR-ı SıFıR SuLtÂNLar -> KUL -> SEVdÂsı SeFîL İhvÂNim

ÜZme!. ÜZüLme!. SEV!. SEViL!.
DOsDOğru OL!. >HAKka EĞiL!
->sEN SEVmenin ->SıRRına ER ->SEViLen KeFîL İhvÂNim!.


20.07.15 00:07
brbrs..tktktrstkkmdrmznbyrmmİZz-emreayşenn..


Resim

Resim

Kur'ân-ı Kerim’inde ALLAHu zü’L- CeLÂL KiMleri SEVER?..

Resim1-) ALLAHu züL -CeLÂL,KENDİsini SEVen Müminleri SEVER.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû men yertedde minkum an dînihî fe sevfe ye’tîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû ezilletin alâ’l- mu’minîne eizzetin alâ’l- kâfirîn (kâfirîne), yucâhidûne fî sebîlillâhi ve lâ yehâfûne levmete lâim (lâimin) zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâ (yeşâu) vallâhu vâsiun alîm: Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.”
(Mâide 5/54)

Resim2-)ALLAHu züL -CeLÂL, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi DUYUp-UYanları SEVER.:

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallâhu gafûrun rahîm: De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
(Âl-İ İmrân 3/31)



Resim3-) ALLAHu züL- CeLÂL Muhsinleri SEVer:

Muhsin: İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden.

وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi, ve ahsinû, innallâhe yuhıbbu’l- muhsinîn: Ve (mallarınızı) Allah yolunda infâk edin (başkalarına verin)! Ve de kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın! Ve ahsen olun! Muhakkak ki Allah, muhsinleri sever.”
(Bakara 2/195)

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn: Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.”
(Âl-İ İmrân 3/134)

فَآتَاهُمُ اللّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الآخِرَةِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Fe âtâhumullâhu sevâbed dunyâ ve husne sevâbi’l- âhireh (âhireti), vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn: Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.”
(Âl-İ İmrân 3/148)

فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Fe bimâ nakdihim mîsâkahum leannâhum ve cealnâ kulûbehum kâsiyet (kâsiyeten), yuharrifûne’l- kelime an mevâdııhî ve nesû hazzan mimmâ zukkirû bih (bihî), ve lâ tezâlu tettaliu alâ hâınetin minhum illâ kalîlen minhum fa’fu anhum vasfah innallâhe yuhıbbu’l- muhsinîn: Sonra bu misaklarını nakzettikleri içindir ki biz onları lâ'netledik ve kalblerini kas katı ettik, kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler, ıhtar edildikleri hakikatlerden hazz almayı unuttular, içlerinden pek azı müstesna olmak üzere onlardan daima bir hainliğe muttali' olur durursun, yine sen onlardan afvet ve aldırma, çünkü Allah ihsan edenleri sever”
(Mâide 5/13)

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehum subulenâ ve innallâhe le meal muhsinîn (muhsinîne).: Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir.”
(Ankebût 29/69)

Resim4-) ALLAHu züL- CeLÂL muttahhirînleri SEVer:

Muttahhirîn: Pâk. Günah işlemekten teberri ve imtina eden, çekinen. Temiz kılınmış.

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Resim---“Ve yes’elûneke ani’l- mahîd (mahîdi), kul huve ezen, fa’tezilûn nisâe fî’l- mahîdi, ve lâ takrabûhunne hattâ yathurn (yathurne) fe izâ tetahherne fe’tûhunne min haysu emerekumullâh (emerekumullâhu) innallâhe yuhıbbu’t- tevvâbîne ve yuhibbu’l- mutetahhirîn: Sana 'kadınların aybaşı halini' sorarlar. De ki: "O, bir rahatsızlık (eza)dır. Aybaşı halinde kadınlardan ayrılın ve temizlenmelerine kadar onlara (cinsel anlamda) yaklaşmayın. Temizlendiklerinde, Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever."
(Bakara 2/222)

لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
Resim---“Lâ tekum fîhi ebedâ (ebeden), le mescidun ussise alât takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhi, fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû, vallâhu yuhıbbu’l- muttahhirîn: Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç bir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.”
(Tevbe 9/108)

Resim5-) ALLAHu züL- CeLÂL Muttakîleri SEVer:

Muttakî: Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan.

بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
Resim---“Belâ men evfâ bi ahdihî vettekâ fe innallâhe yuhibbu’l- muttekîn: Hayır, öyle inandıkları gibi değil, kim ahdini ve emanetini yerine getirir, Allah’dan korkarsa, şüphe yok ki, Allah takva sahiplerini sever.”
(Âl-İ İmrân 3/76)

إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
Resim---“İllâllezîne âhedtum mine’l- muşrikîne summe lem yankusûkum şey'en ve lem yuzâhirû aleykum ehaden fe etimmû ileyhim ahdehum ilâ muddetihim, innallâhe yuhıbbu’l- muttekîn: Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.”
(Tevbe 9/4)

كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِكِينَ عَهْدٌ عِندَ اللّهِ وَعِندَ رَسُولِهِ إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ فَمَا اسْتَقَامُواْ لَكُمْ فَاسْتَقِيمُواْ لَهُمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
Resim---“Keyfe yekûnu li’l- muşrikîne ahdun indallâhi ve inde resûlihî illâllezîne âhedtum inde’l- mescidi’l- harâm(harâmi), fe mâstekâmû lekum festekîmû lehum, innallâhe yuhıbbu’l- muttekîn: Allah'ın ve O'nun resûlünün yanında müşriklerin nasıl bir ahdi olur? Mescid-i Haram yanında ahd aldığınız kimseler müstesna. Artık sizin için ikâme ettikleri şeyde (ahdlerini tutarlarsa) siz de onlar için ikâme edin (ahdinizi yerine getirin). Muhakkak ki Allah; takva sahiplerini sever.”
(Tevbe 9/7)

Resim6-) ALLAHu züL- CeLÂL Muksitleri SEVer:

Muksıtîn: (Muksit. c.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler.

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَإِن جَآؤُوكَ فَاحْكُم بَيْنَهُم أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ وَإِن تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَن يَضُرُّوكَ شَيْئًا وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُم بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Resim---“Semmâûne li’l- kezibi ekkâlûne li’s- suht (suhti) fe in câuke fahkum beynehum ev a’rıd anhum, ve in tu’rıd anhum fe len yedurrûke şey’â (şey’en) ve in hakemte fahkum beynehum bi’l- kıst (kıstı) innallâhe yuhıbbu’l- muksıtîn: Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hükmet. Allah âdil olanları sever.”
(Mâide 5/42)

وَإِن طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِن بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِن فَاءتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Resim---“Ve in tâifetâni mine’l- mû’mînînektetelû fe aslihû beyne humâ, fe in begat ihdâhumâ ale’l- uhrâ fe kâtilûlletî tebgî hattâ tefîe ilâ emrillâh (emrillâhi), fe in fâet fe aslihû beynehumâ bi’l- adli ve aksitû, innallâhe yuhıbbu’l- muksitîn: Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.”
(Hucurât 49/9)

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
Resim---“Lâ yenhâkumullâhu anillezîne lem yukâtilûkum fî’d- dîni ve lem yuhricûkum min diyârikum en teberrûhum ve tuksitû ileyhim, innallâhe yuhıbbu’l- muksitîn: Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”
(Mümtehine 60/8)

Resim7-) ALLAHu züL- CeLÂL Sabr edenleri SEVer:

Sâbirîn: Sabredenler..

وَكَأَيِّن مِّن نَّبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُواْ لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَمَا ضَعُفُواْ وَمَا اسْتَكَانُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ
Resim---“Ve keeyyin min nebîyyin kâtele, meahu rıbbiyyûne kesîr (kesîrun), fe mâ vehenû li mâ asâbehum fî sebîlillâhi ve mâ daufû ve mestekânû vallâhu yuhibbu’s- sâbirîn: Nice peygamberle birlikte birçok Rabbani (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.”
(Âl-İ İmrân 3/146)

Resim8-) ALLAHu züL- CeLÂL tevekkül edenleri SEVer:

Mutevekkil: Kendi yapamıyacağı işde aczini bilip başka birisini vekil kabul etmek. * Tevekkül eden. * ALLAH’a (celle celâlihu) güvenen ve işlerini O'na güvenerek tanzim eden.

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Resim---“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîza’l- kalbi lenfaddû min havlik (havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fî’l- emr (emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn: Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”
(Âl-İ İmrân 3/159)

Resim9-) ALLAHu züL- CeLÂL YOLunda Çarpışanları-Mücâhidleri SEVer:

Mücâhid: Cihad eden. Çalışan. Din için çalışan. Düşmanlara karşı koyan. Çarpışan.

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُم بُنيَانٌ مَّرْصُوصٌ
Resim---“İnnallâhe yuhıbbullezîne yukâtilûne fî sebîlihî saffen ke ennehum bunyânun mersûs: Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”
(Saff 61/4)
En son nur-ye tarafından 11 Şub 2018, 08:53 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim Hadis-i Şeriflerde ALLAHu zü’L- CeLÂL KiMleri SEVER?..

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “….ALLAH celle celâlihu SEVer!....” BUYurdu DUYurdu.. Hadis-i Şerîfleri..:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah noksandan münezzehtir, eksiksiz yapılan güzel şeyi SEVer. Temizdir, temizliği SEVer. Kerem sahibidir, keremi SEVer. Cömerttir, cömertliği SEVer. Öyle ise oturduğunuz yerin çevresini temizleyiniz ve Yahudilere benzemeyiniz!.” buyurdu.
(Sa’d radiyallahu anhu’dan ; Müslim, Zekât: 65; Tirmızî, Teîsir-i Sûre, 2:36; Edep: 41; Dârimî, Rikak: 9; İ. Ahmed Müsned 2:328)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah çok affedicidir, affetmeyi SEVer!.” buyurdu.
(îbni Mes’ûd radiyallahu anhu’dan; Hâkim’in Müstedrek ve İbni Adiyy’in el-Kâmil)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah her konuşanın yanındadır. Öyle ise kul Allah’tan korksun ve ne söylediğine iyi baksın.” buyurdu.
(İbni Abbas radiyallahu anhu’dan; Ebû Nuaym’ın Hılye’sinden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kim Benim bir dostuma düşmanlık beslerse, Ben ona harb ilân etmişimdir. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha SEVimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşa yaklaşa nihayet onu SEVerim. Onu SEVdiğimde de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu kendi¬sine mutlaka veririm. Bir şeyden Bana sığınırsa onu mutlaka korurum. Ölmek istemeyen mü’minin ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Çünkü Ben onu üzmekten hoşlanmam!.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Buharî, Rikak: 38.)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Yarattığım insÂNlar içerisinde öyle leri var ki, dilleri baldan tatlı, kalbleri sabir bitkisinden daha acıdır. Büyüklüğüme yemin ederim ki, onların başına öyle bir fitne indiririm ki, akü sahibi olanlarını hayretler içerisinde bıraksın. Bunlar rahmetime mi aldanıyorlar, yoksa Bana karşı cüretkâr mı davranıyorlar?” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Tirmızî, Zühd: 60.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah sadece Kendi rızasını gözeterek “Lâ ilahe illallah” diyenleri ateşe haram kılmıştır.” buyurdu.
(Utban bin Mâlik radiyallahu anhu’dan; Tirmızî, Nikah: 25; İbni Mâce, Cihad: 12. Buharî, Salât: 46,65; Teheccüd: 36; Rikak: 6; Müslim, Mesacid: 24; Zühd: 43)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah size kırmızı koyunlardan daha hayırlı olan bir namaz ile yardım etmiştir: Vitir namazı. Allah, onun vaktini yatsı namazından itibaren fecir doğuncaya kadarki zaman arasına yerleştirmiştir.” buyurdu.
(Hârice bin Huzâfe radiyallahu anhu’dan; Ebû Davud,Vitr: 1; Tirmizî,Vitr. 1; İbni Mâce, İkâme: 114.)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Şüphesiz, Allah ümmetimi dalâlet üzere birleşmekten korumuştur.” buyurdu.
(Enes radiyallahu anhu’dan; İbni Ebî Âsınidan.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Gözün zinası harama bakmak, dilin zinası fuhşu konuşmaktır. Nefis de o işi temenni edip istek duyar. Tenasül organı ise bunları ya doğrular veya o işi yapmayarak onları yalancı çıkarır.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Buharî, Isti’zan: 12; Kader: 9; Müslim, Kader: 20; Ebû Davud, Nikâh: 43; İ. Ahmed Müsned, 2:276.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Şüphesiz Allah iyilikleri de, kötülükleri de takdir etmiştir. Sonra bunu meleklerine açıklamıştır. Kim bir iyilik yapmayı düşünür, sonra da yapamazsa Allah ona tam bir sevap yazar. Eğer o iyiliği düşünür de, düşündüğünü gerçekleştirirse, Allah, Kendi katında on, yedi yüz ve çok daha fazla sevap yazar. Eğer bir kötülüğü düşünür de yapmazsa, Allah kendi katında tam bir sevap yazar. Eğer o kötülüğü düşünür de yaparsa, Allah sadece bir günâh yazar. Allah ancak kendi eliyle helâka gidenleri helak eder.” buyurdu.
(İbni Abbas radiyallahu anhu’dan; Buharî, Rikak: 31; Müslim, îman: 207, 208; Ebû Davud, Rikak: 70; İ. Ahmed Müsned, 1:279.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce Levh-i Mahfuz’a şöyle yazmıştır: “Ben Rahmanım. Sıla-i rahmi (akrabalık haklarını) yarattım. Ve ondan kendime bir isim türettim. Kim sılâ-i rahmi devam ettirirse Ben de ona iyilik ve ihsanımı sürdürürüm. Kim de onu koparırsa, Ben de ona olan iyilik ve ihsanımı keserim.” buyurdu.
(Cerir bin Abdullah radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebîr’inden.)



Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz Allah size çalışmayı farz kılmıştır. O halde çalışınız.” buyurdu.
(İbni Abbas radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebirinden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allahu Teâlâ şu üç hasleti size çirkin görür:
1. Kur’ân okurken boş laf etmek,
2. Duada sesi yükseltmek,
3. Namazda eli fazla aşağıdan bağlamak.”
buyurdu.

(Yahya bin Ebî Kesir radiyallahu anhu’dan; Abdürrezzakın Câmi’inden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allahu Teâlâ şu altı hasleti size çirkin görür:
1- Namazda lüzumsuz hareketler,
2- Sadakayı başa kakmak,
3- Orucu tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmak,
4- Kabirlerin yanında gülmek,
5- Cünub olarak mescide girmek.
6- İzinsiz başkasının evine göz atmak.”
buyurdu.

(Yahya bin Ebt Kesir radiyallahu anhu’dan; Said bin Mansur’un Süneninden.)

İslâm dini fıtrat dinidir. Herşeyin fıtrî ve tabiî olmasını, yapmacık hareketlerden vekonuşmalardan kaçınılmasını ister.:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah konuşmanızda sanat yapacağım diye yapmacıklığa kaçmanızı çirkin görür.” buyurdu.

(Ebû Ümâme radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebîrinden).

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah size haram kıldığı şeyde sizin için şifâ yaratmamıştır.” buyurdu.

(Ümmü Seleme radiyallahu anhu’dan; Buharî, Ahkâm: 42; Kader: 8; Tirmızî, Zühd: 39; A/esef, Bey’a: 32; İ. Ahmed Müsned, 2:237,289.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahu Taâla zekâtı, ancak verildikten sonra geri kalan malınızı temizlemek için farz kılmıştır. Mirası da sizden sonrakilere kalması için farz kılmıştır. Kişinin hazine olarak sakladığı en hayırlı şeyi sana haber vereyim mi? O sâliha hanımdır. Ki, kendisine baktığında kocasını SEVindirir. Emrettiğinde emrini yerine getirir. Yanında bulunmadığında namus ve şerefini muhafaza eder.” buyurdu.
(İbni Abbas radiyallahu anhu’dan; Ebû Davud, Zekât 32)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah beni kullarına karşı katı ve güçlük çıkaran olarak değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; Müslim, Talak: 29,34.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah beni yanlış konuşan kılmadı. Benim için en hayırlı kelâm olan kitabı, Kur’ân’ı verdi.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Şirazîden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah, ihtiyarlık hariç yarattığı her derdin şifâsını da yaratmıştır. İnek sütünü size tavsiye ederim. Çünkü inek onu çeşitli bitkilerden toplar.” buyurdu.
(Ibni Mes’ûd radiyallahu anhu’dan; Hâkim’in Müstedrek’den.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah ölüm hâriç her derdin dermanını da vermiştir. Ancak bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez.” buyurdu.
(Ebû Saîd el-Hudrî radiyallahu anhu’dan; Hâkİm’in Müstedrek’inden.)



Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Yasakladığı hiçbir haram yoktur ki, Allah, sizin ona yelteneceğinizi bilmesin!. Dikkat edin!. Kelebekler ve sinekler gibi ateşe atılmayasınız diye eteklerinizden tutuyorum!.” buyurdu.
(ibni Mes’ûd radiyallahu anhu’dan; İ. Ahmed Müsned, 1:390,424)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah dünyayı yarattığında ona baktı, sonra yüz çevirerek şöyle buyurdu: “İzzet ve Celâlime yemin ederim ki, senin SEVgini ancak kötü kullarımın kalbine atarım!.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; İbni Asakir’den)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahu Taâlâ mahlukâtın olmasına hükmettiği zaman-Müslim'in rivâyetinde: "Allah mahlûkâtı yarattığı zaman"- yanında bulunan, Arş'ın fevkindeki bir kitaba şunu yazdı: “Muhakkak ki Rahmetim gazabıma galib gelir.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Buharî, Tevhid: 15,22,28,55 (6986); Bed’ü’l-Halk: 1; Müslim, Tevbe: 14,16 (2751),; Timizî, Daavat; 99 (3537); Ibni Mâce, Mukaddime: 13; Zühd: 35; İ. Ahmed Müsned, 2:242,258)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “ ALLAH celle celâlihu: “Mümin kulum bana bazı meleklerimden daha sevimlidir.” buyurdu.

(Mecmau’z-Zevâid, h. 267; Râmûzu’l-Ehâdis, s.329, h.4083)




Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah İslâmı onunla ilgisi olmayan bâzı kimselerle de destekler!.” buyurdu.
(İbni Amr Taberânî’nin Kebîrinden)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz Allah, dinini günahkâr bir adamla da kuvvetlendirir.” buyurdu.
(Amr bin Nu’man radiyallahu anhu’dan; Buharî, Cihad: 182; Menazî: 38; Kader: 5; Müslim, îman: 178; İbni Mâce, Fiten: 35, İ. Ahmed Müsned, 5:222.)

Resim---Resûlullah bu sözünü Uhud Savaşı esnasında Kuzman isimli birisinin davranışları sebebiyle söylemişti. Kuzman düşman saflarına kahramanca dalmıştı. Yedi sekiz kâfiri tepeledi. Resûlullah Uhud Savaşı öncesi onun Cehennemlik olduğunu bildirmişti. Birçok Sahabînin bundan haberî yoktu. Bir ara Kuzman yaralandı ve Sahabîler yanına varıp onu tebrik ettiler: “Tebrik eder, Cennetle müjdeleriz” dediler. Kuzman buna şu karşılığı verdi: “Niçin beni tebrik ediyor, müjdeliyorsunuz? Vallahi ben sadece kabilecilik düşüncesiyle çarpıştım. Böyle olmasaydı çarpışmazdım.” Yarası ağırlaşınca da çantasından çıkardığı bir okla kolunun damarını keserek intihar etti. Durum Resûlullaha bildirildiğinde, “Allahü ekber! Ben, gerçekten, Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuma şehadet ederim” buyurdu ve şunları söyledi: “Şüphe yok ki, Allah bu dini, günahkâr bir adamla da kuvvetlendirir.”buyurdu.
(Buharî, 4;34; Taberî, 3:26; Sîre, 1-2:524.)

Bu olay da göstermektedir ki, Cenab-i Hak bu dini günahkâr biriyle de kuvvetlendirebilir. Bazan şartlar öyle gelişir ki kişi İslâmı ve Müslümanları düşündüğü için değil de daha başka gayelerle İslâmî bir hizmete omuz verebilir. Onun niyetinin farklılığı kendisini bağlar. Kişi niyetiyle sevap veya günah- kazanır. Önemli olan İslama hizmet etmek olduğuna göre biz hizmet yapanın kimliğinden ziyade, hizmetine bakmalı, faydalı bir hizmet kimden ve nereden gelirse gelsin kabul etmeliyiz. Fakat bu onu sevmemizi veya onun günahsız olmasını gerektirmez.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah salih bir Müslüman kulu hürmetine komşusu olan yüz hane halkını belâ ve musibetten korur.” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebîrinden)



Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahu Teâla kulun bir şey yiyip, birşey içtikten sonra Allah’a hamdetmesinden memnun olur.” buyurdu.
(Enes radiyallahu anhu’dan; Müslim, Zikir: 89; Tirmızî, Et’ıme: 18; İ. Ahmed Müsned, 3:100,117)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah Kıyamet Günü kulunu öylesine hesaba çeker ki, ona kötülüğü gördüğünde niçin engel olmadığını bile sorar. Şayet Allah onun kalbine vereceği cevabı ilham etmişse o şöyle der: “Ya Rabbi, ben insÂNlardan ayrılarak sana ümit bağladım.” buyurdu.
(Ebû Saîd radiyallahu anhu’dan; İbni Mâce, Fiten: 21; İ. Ahmed Müsned, 3:27,29,77.)

İnsÂN, Kıyamet Gününde bütün yaptıklarından bir bir hesaba çekilecektir. Bu, insÂNın yüklendiği sorumluluğun büyüklüğünün gereğidir. Kötülüğü görüp de engel olmamak da sorumluluk getiren davranışlardandır. Onun için Cenâb-ı Hak, kulunu bundan bile sorguya çekecektir. Çünkü mü’minin yeryüzünde bulunmasının hikmetlerinden birisi, iyiliği temsil etmek, yaygınlaşmasını sağlamak ve kötülükleri engellemektir. Ancak kul, kötülüğü engelleyecek güçte olmaz, bundan âciz kalır ve kalbiyle de o kötülüğü çirkin bulursa o zaman sorumluluktan kurtulur. Cenâb-ı Hakkın ilham ettiği tarzda şöyle der: ‘Ya Rabbi, ben insÂNlardan ayrılarak Sana ümit bağladım.”
Hadiste dikkat çekilen husus küçük görülen bir vazifenin bile hesaba dahil edileceğidir. Çünkü kötülüğe güç yetiyorsa elle, yetmiyorsa dille, ona da güç yetmiyorsa kalben buğzetmek bir vazifedir. Bu vazifeyi ihmal etmek, kötülüklere karşı lâkayd kalmak, umursamaz bir havaya bürünmek, nemelazımcı olmak da sorumluluk getirir. İşte Kıyamet Günü mü’min sadece yapması gerekip de yapmadıklarından değil, engel olması gerekip de engel olmadıklarından da hesaba çekilecektir. Hadis, “Ne yapayım, ben vazifemi yapıyorum. Gerisine karışmam” gibi insÂNların vurdumduymaz telakkilerini nazara vermekte, bunun da sorumluluk gerektirdiğine dikkat çekmektedir.


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, rahmetini şu üç grup üzerine bol bol yağdırır:
1. Namaz için saf tutanlara,
2. Gece yarısı namaz kılanlara,
3. Yalın kılıç Allah yolunda savaşanlara”
buyurdu.

(Ebû Saîd radiyallahu anhu’dan; İbni Mâce, Mukaddime: 13.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah Şaban ayının 15. gecesinde (Berat Gecesi) rahmetiyie tecellî ederek kendisine şirk koşan ve Müslüman kardeşine kin güden kimseler hâriç bütün kullarını affeder.” buyurdu.
(Ebû Musa radiyallahu anhu’dan; İbni Mâce, İkâme: 191; İ. Ahmed Müsned, 2:176.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah kötülüğe iltifat etmeyen genci emsallerine üstün tutar.” buyurdu.

(Ukbe bin Âmir radiyallahu anhu’dan; İ. Ahmed Müsned, 4:151.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah zâlime mühlet verir. Yakaladığında ise bir daha yakasını bırakmaz.” buyurdu.
(Ebû Musa radiyallahu anhu’dan; Buharî, Tefsîr-i Sûre: 11; Müslim, Birr: 62; Timizi, Tefsîr-i Sûre: 11-)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allahu Taâla ihsan sahibidir. Öyle ise siz de ihsanda bulununuz.” buyurdu.
(Semûre bin Cündeb radiyallahu anhu’dan; İbnî Adiyy’in el-Kâmil’den.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, zulmetmediği müddetçe hâkimle beraberdir, zulmettiğinde onu bırakır, şeytanı ona arkadaş eder.” buyurdu.
(İbni Ebî Evfâ radiyallahu anhu’dan; Hâkim’in Mûstedrek’i ve Beyhakî’nin Süneninden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kişi, Allah’ın hoşlanmadığı bir yere harcamak için borçlanmadığı sürece, Allah, borcunu ödeyinceye kadar onunla beraberdir.” buyurdu.
(Abdullah bin Cafer radiyallahu anhu’dan; İbni Mâce, Sadakat: 10.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz gerçek ucuzlatıp pahalandıran, daraltan, genişleten ve rızık veren Allah’tır. Ben, ne bir kan, ne de bir mal ile ilgili herhangi bir hakkı benden isteyecek kimsenin bulunmadığı bir halde Rabbime kavuşmayı ümit ederim.” buyurdu.
(Enesradiyallahu anhu’dan; Ebû Davud, 49; İbni Mâce, Ticârât: 27; Dua: 10; Dirim!, Büyü1:13; İ. Ahmed Müsned, 3:156, 286.)

Yüce dinimiz, bir fert olsa dahi kimsenin hakkının zâyi olmasını istemez. Bu itibarla, bir yandan tüketicinin, diğer yandan da üreticinin, satıcının hakkını düşünür. Her ikisini birden düşündüğü içindir ki, fiyatlar resmî kanaldan ayarlandığında, yani narh konulduğunda üreticinin ve satıcının hakkı zâyi olabileceğinden bunu hoş karşılamamıştır. Hattâ fıkıh kitaplarımızda böyle birşeyin, yani fiyat ayarlamanın mekruh/iğrenç, nahoş görülen şey olduğu kaydı vardır. Evet, İslâmiyette serbest piyasa esastır. Kâr için belirli bir yüzde yoktur. Fiyatlar arz ve talebe, alıcı ve satıcının rızâsına göre ayarlanır.
Nitekim Asr-ı Saadette fiyatlar bir ara yükselmişti. Bunun üzerine Sahabîler Peygamberimiz aleyhisselâma gelmişler ve: “Yâ Resûlallah, fiyatlar yükseldi. Bizler için fiyatları tahdit ve tâyin eder misiniz?” diye ricâda bulunmuşlardı. İşte izâh ettiğimiz hadisin söyleniş sebebi budur. Bu hadisten de anlaşılacağı gibi, Peygamberimiz aleyhisselâm, üreticinin malını satmak hususunda bir fiyat tâyin etmeyi ona yapılacak bir haksızlık olarak görmüştür.
Fiyat sınırlamayarak üreticinin hakkını koruyan dinimiz, tüketicinin hakkını ise güzel ahlâkı ve takvâyı emrederek, hileyi ve fahiş fiyatla mal satmayı yasaklayarak korur. Peygamberimiz aleyhisselâm hadislerinde;


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Müslümanlar arasında aldatma olmaz. Bizi aldatan bizden değildir” buyurdu.
(Dârimî, Büyü: 10.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Biriniz kendi nefsi için arzu ettiği şeyi mü’min kardeşi için de arzu etmedikçe, kâmil bir fman sahibi olmaz” buyurdu.
(Müslim, iman: 71.)

Böylece buyurarak mü’minlere şaşmaz bir ölçü vermiştir. Peygamberimizin şu müjdesi de alış verişinde ve ticâretinde istikâmeti, doğruluk ve dürüstlüğü esas alan tüccarlaradır:
Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Doğru sözlü ve kendisine güvenilen tüccâr âhirette peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraber olacaktır.” buyurdu.
(İbni Mâce, Ticâret: 1.)

Evet, ticârette esas meselenin doğruluk ve itimat olduğu hadis-i şerifte açıkça bildirilmektedir. Öyle ise, aldatmanın, yalanın, hilenin olmadığı bir cemiyette fiyatların resmî yoldan ayarlanmasına gerek yoktur.
Ancak günümüzde de sıkça görüldüğü gibi, genel olarak satıcıların insafsız davrandıkları, müşteriyi aldattıkları, stokçuluk yaptıkları, fahiş fiyatla mal sattıkları, serbest piyasa hürriyetini fertlerin zararına olacak şekilde kullandıkları zamanlarda ilgililer, fiyatlara müdahale edebilirler ve belirli bir fiyat koyabilirler. Böyle durumlarda da bu bir zarurettir ve câizdir. Çünkü bu durumda Müslüman halkın hukukunu koruma ve aldatılmasını önleme söz konusudur.
Nitekim Hz. Ömer radiyallahu anhu, bir satıcının fiyatına müdahelede bulunmuş ve: “Ben bununla ancak memleket halkının menfaatini korumak istiyorum” demiştir.” buyurmuştur.

(Beyhakî, Sünen, 6:29.)




Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah tektir, teki SEVer.” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Buhârî, Daavât 68)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz Yüce Allah anne rahmine bir meleği vekil tâyin etmiştir. O melek şöyle der: “Ya Rabbi nutfe oldu. Ya Rabbi rahme tutunan yapışkan bir madde oldu. Ya Rabbi, bir çiğnemlik et oldu. Allahu Teâlâ yaratılışını gerçekleştirmek istediğinde melek, ‘Yâ Rabbi, itaatkâr mıdır âsi midir? Erkek midir, kız mıdır? Rızkı ne olacaktır? Ömrü ne kadardır?” Bunlar böylece anne rahminde iken yazılır.” buyurdu.
(Ebû Saîd radiyallahu anhu’dan; Buharî, Hayz: 17; Enbiya: 1; Kader: 1; Müslim, Kader: 5; İ. Ahmed Müsned, 3:116,148.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah Kadir Gecesini ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir.” buyurdu.
(Enes bin Mâlik radiyallahu anhu’dan; Deylemî, Müsned)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Safta boşluk bırakmayıp dolduranlara Allah rahmet eder, melekler de mağfiret diler. Kim saftaki bir boşluğu doldurursa, Allah onun bir derecesini yükseltir.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; İbni Mâce, İkâme: 50.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah birinci saftakilere rahmet, melekler de istiğfar eder.” buyurdu.
(Câbir radiyallahu anhu’dan; Neseî, İmame: 25; Ezan: 14; İbni Mice, İkâme: 50; Dârimî, Salât: 49; Ebû Davud, Salât 93.)




Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah tektir, teki SEVer.” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Buhârî, Daavât 68)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, söz ve davranışlarında hayâsızlık yapan ve kendisini buna mecbur hisseden kimseleri SEVmez.” buyurdu.
(Câbir bin Abdullah radiyallahu anhu’dan; Buharî.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir mü’min kul dünyada çok SEVdiği bir yakınını kaybeder de sabredip musibetin mükâfatını Allah’tan beklerse, Allah o kulu için Cennetin dışında bir mükâfata razı olmaz.” buyurdu.
(İbni Amr radiyallahu anhu’dan; Neseî, Cenâiz: 23)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah mükâfatlandırdığı mü’mine etmez, onu âhirette de mükâfatlandırır. Kâfire gelince o hayır verilecek kalmaksın onu âhirete göndersin..” buyurdu.
(Enes radiyallahu anhu’dan; İ. Ahmed Müsned, 3:123,125,283.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahu Taâla kullarından birden bire ilmi çekip almaz. Fakat âlimlerin ruhunu almakla ilmi kaldırır. Öyle ki, hiçbir âlim bırakmayınca insÂNlar câhil liderler edinirler. Onlara soru sorulduğunda bilgisizce fetva verirler. Hem kendileri haktan sapar, hem de insÂNları saptırırlar.” buyurdu.
(İbni Amr radiyallahu anhu’dan; Buharî, İlim: 34; Müslim, ilim: 13; Tirmizî İlim: 5; İbni Mâce, Mukaddime: 8.)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, sadece Kendisi için ve rızâsı gözetilerek yapılan ameli kabul eder.” buyurdu.
(Ebû Ümâme radiyallahu anhu’dan; Nesaî, Cihad: 24)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah zayıflarına hakkını vermeyen bir ümmeti temize çıkarmaz..” buyurdu.
(İbni Mes’ud radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebîrinden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz Allahu Taâla sizin boy posunuza ve mallarınıza bakmaz, ancak kalblerinize ve amellerinize bakar.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Müslim, Birr: 33; İbni Mâce, Zühd: 9; İ. Ahmed Müsned, 2:285,539)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, eteklerini sürüye sürüye kibirle yürüyenlere rahmet nazarıyla bakmaz..” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Buharî, Libas: 5; Ebû Davud, Libas: 27; İbni Mâce, Mesacid: 14; İ. Ahmed Müsned, 2:346.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, kendisinde zerre kadar hayır bulunan bir kimseyi rezil rüs-vay etmez...” buyurdu.
(Enes radiyallahu anhu’dan; İbni Adiyy, Kâmilinden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, şaka yaparken doğru söyleyen şakacıyı bundan dolayı sorumlu tutmaz.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; İbni Asakir’den.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, hacda tavaf edenlerle iftihar eder...” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; Ebû Nuaym’ın Hilyesi ve Beyhakî’nin Şia’bû’l-imanından.)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Allah, Arafe Gününün akşamında Arafat’a çıkan hacılarla meleklerine karşı iftihar eder ve şöyle buyurur: “Kullarıma bakın. Bana saçı başı dağınık, toz toprak içinde gelmişler” buyurdu.
( İbni Amr radiyallahu anhu’dan; Neseî, Âdâbü’l-Kudat: 37; Hacc: 194; Müslim, Hacc: 436; İbni Mâce, Mesacid: 19; Menâsik: 56; İ. Ahmed Müsned, 2:186,187.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Allah, ibâdete düşkün gençle meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur: “Kuluma bakm. Benim rızâm için nefsânî isteklerini terketmiştir..” buyurdu.
( Talha bin Ubeydullah radiyallahu anhu’dan; Deylemî’nin Müsnedü’l- Firdevs'inden.))

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Allah, mü’min kulunu hastalığa müptela eder ki, üzerindeki bütün günahları döksün.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Taberânî’nin Kebîr ve Hâkimin Müsnedindenden.))
*
Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Allah verdiği nimetlerle kulunu imtihan eder. Eğer Allah’ın takdir ettiği kısmetine razı olursa bereket verir ve genişlik verir. Razı ol¬mazsa bereket vermez ve takdir edilenden fazlasını elde edemez..” buyurdu.
( İbni Kani’ radiyallahu anhu’dan; İ. Ahmed Müsned, 5:24)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Şüphesiz Allahu Taâlâ gündüz günah işleyenlerin tevbe etmeleı için geceleyin rahmet elini açar; gece günah işleyenlerin tevbesi içi de gündüzleyin rahmet elini açar. Bu durum güneş batıdan doğuncaya kadar devam eder...” buyurdu.
( Ebû Musa radiyallahu anhu’dan; Müslim, Tevbe: 31; Musned, 4:395,404)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Şüphesiz Allahu Taâlâ her yüz yılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” buyurdu.
( Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Ebû Davud, Melahim; 1

Peygamberimiz peygamberlik zincirinin son halkasını teşkil eder. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Yalnız yukardaki hadiste de belirtildiği gibi, her asırda Resûlullahın temsilcisi olarak onun yolunu takip eden, fslâmı, çağının idrak ve anlayışına uygun tarzda takdim eden görevliler gelecektir ki, bunlara müceddid adı verilir.

Müceddidler Islama hizmeti gaye edinmiş, herşeyferiyle İslama teslim olmuş, ilim ve ameliyle kendini kabul ettirmiş büyük âlimlerdir. Onlar kendiliklerinden ve yenibaştan bir hüküm getirmez, ancak ve ancak Sünnet-i Seniyyeye uyar, yaşar ve yaşatmaya çalışır, onu gösterir, kuvvetlendirir, içerisine sokulmak istenen bid’at ve hurafeleri ayıklar, dine yöneltilen hücum ve saldırılan bertaraf ederler.
Onların bütün gayreti dini asliyetiyle ortaya koyabilmek, asırların getirdiği yanlış yorum ve izâhlardan arındırmak, esas ve asliyetini bozmadan yeni tarz ve metodlarla, ikna usulleriyle gözler önüne sermektir.

Müceddidler her yönleriyle örnek insÂNlardır. Sözleriyle fiilleri arasında bir tezat yoktur. Dine sim sıkı bağlıdırlar. En küçük bir İslâmî hakikatten canları pahasına da olsa taviz vermez; ihlas, sadakat ve samimiyetle hizmetlerini yürütür, hiçbir fedakârlıktan çekinmezler.
Müceddidler manen görevli insÂNlar oldukları için ilhama mazhardırlar. Onlar ancak yüce hakikat ve mânâların tercümanı hükmündedirler, O hakikatlere bir çeşit ayna olurlar. Onlara düşen ancak bu mânâ ve hakikatleri kendi dillerince terennüm ve ifade etmektir.

Her asrın müceddidiyle ilgili âlimlere göre değişik sınıflandırmalar yapılmıştır. Bu hadisin rivayet edildiği yerin şerhinde, yaşadığı döneme kadarki müceddidlerin isimleri Suyutî tarafından şöyle sayılmıştır: Hz. Ömer bin Abdülaziz, Şafiî, İbni Süreye, Eş’ârî, Bakıllânî, Seni ve İsferâyinî, Gazalî, Razî, Rafiî, Hafızü’l-Enâm Zeynüddin..Ayricâ İmam Rabbânî, Mevlânâ Halid de müceddiddirler...

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ALLAHu zü’L- CeLÂL KiMLeri SEVER!.


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, bir iş yaptığında hakkını vererek yapanı SEVer.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; Beyhakî, Şia’bü’l- İman)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah yardım isteyenin yardımına koşulmasını SEVer..” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; İbni Asakir)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, yumuşak ve güler yüzlü kimseyi SEVer..” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Beyhakî, Şuabu’l- İman)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah tevbekâr genci SEVer.” buyurdu.
(Enes radiyallahu anhu’dan; Ebu’ş- Şeyh)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah, gençliğini Allah’a itaat yolunda geçiren genci SEVer.” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Ebû Nuaym, Hilye)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, bir mesleği olup, mesleğinde maharet sahibi olan mü’min kulunu SEVer.” buyurdu.
(İbni Ömer radiyallahu anhu’dan; Taberânî, Kebîr; Beyhakî, Şia’bü’l- İman.)




Resim

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, bir iş yaptığında hakkını vererek yapanı SEVer.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; Beyhakî, Şia’bü’l- İman)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphe yok ki, Allahu Taâla kötü komşusu olup Allah ölümle veya başka bir yolla hakkından gelinceye kadar sabreden ve mükâfatını Allah’tan bekleyen kişiyi SEVer.” buyurdu.
(Ebû Zer radiyallahu anhu’dan; Hatib’in Tarihinden)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, yumuşak ve güler yüzlü kimseyi SEVer..” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Beyhakî, Şuabu’l- İman)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, helâl kazanç yolunda kulunu yorgun görmeyi SEVer.” buyurdu.
(Ali bin Ebî Tâlib kerremullahi veche’den; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah eski dostluğu devam ettirmeyi SEVer. Öyle ise onu devam ettirin.” buyurdu.
(Câbir radiyallahu anhu’dan; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah ısrarla duâ edenleri SEVer.” buyurdu.
(Âişe radiyallahu anha’dan; İbni Adiyy, el- Kâmil; Beyhakî, Şia’bü’l- İman.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “ Allah, fakir ve çoluk çocuğu çok olduğu halde insÂNlara el avuç aç¬mayan kulunu SEVer.” buyurdu.
(İmran bin Husayn radiyallahu anhu’dan; İbni Mâce, Zühd,5)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah, aşırı şefkatinden ve Allah korkusundan mahzun olan her kalbi SEVer.” buyurdu.
(Ebû Derdâ radiyallahu anhu’dan; Taberânî, Kebîr; Hâkim, Müstedrek)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ALLAHu zü’L- CeLÂL KiMLeri SEVMEZ?..


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, güzel konuşacağım diye inekler gibi dilini ağzında dolaştıran kimseye buğzeder.” buyurdu.
(İbni Amr Ebû Davud, Edeb: 86; Tirmızî, Edeb: 72; İ. Ahmed Müsned, 2:165,187)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, kibirli ve şımarık kimselere buğz eder.” buyurdu.
(Muaz bin Cebel radiyallahu anhu’dan; Deylemî’nin Müsnedü’l-fîrdevs’inden)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah çok zulmeden zengine, çok câhil ihtiyara ve kibirli fakire bugz eder.” buyurdu.
(Ali bin Ebî Tâlib kerremullahi veche’den; Taberânfnin Evsatından.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah Müslüman kardeşine karşı surat asan kimseye lânet eder.” buyurdu.
(Ali bin Ebî Tâlib kerremullahi veche’den; Deylemî’nin Müsnedü’l-Firdevs’inden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Allah, dünya işlerinin âlimi, âhiret işlerinin ise câhili olan kimseye buğz eder.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Hâkim)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah, hayatında iken cimri, ölüm ânında ise cömert olan kimseye buğz eder.” buyurdu.
(Ali bin Ebî Tâlib kerremullahi veche’den; Hatib’in Tarih’inden.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kıskançlığın iki çeşidi vardır; birini Allah SEVer, diğerini SEVmez. Allah’ın SEVdiği kıskançlık, şüphe ve kötülük alâmetleri bulunan hususlardaki kıskançlıktır. Allah’ın SEVmediği kıskançlık da, şüphe ve kötülük alâmetleri olmayan yerdeki kıskançlıktır.” buyurdu.
(Ebû Davûd, Cihad, 13.)

Hükmullah'da buyruk;

وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
Resim---"Ve enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en ye’tiye ehadekumu’l- mevtu fe yekûle rabbi lev lâ ahhartenî ilâ ecelin karîbin fe assaddeka ve ekun mine’s- sâlihîn (sâlihîne).: Ve sizden birisine ölüm gelmesinden, o zaman: “Rabbim keşke beni yakın bir zamana kadar ertelesen de böylece ben sadaka versem ve salihlerden olsam, olmaz mı?” demesinden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infâk edin.”
(Münâfıkûn 63/10)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

NoT;Konularımıza devam ediyoruz.

İLÂHİ SEVGİ Resim

İlâhi sevgide Allah, bizi, hem bizim için hem Kendisi için sever. » 'Tanrının , Kendi için bize duyduğu sevgi şu kudsi hadiste ifade edilmektedir: “Ben bir gizli hâzineydim; bilinmek istedim ve mahluhatı yarattım. Sonra onlara Kendimi tanıttım; onlar da Beni tanıdılar”. Demek ki, Allah bizi, O’nu tanıyalım diye, Kendisi için yaratmıştır. Şu ayet bunu çok iyi belirtmektedir: "Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım .” (Kur’an , 51/56). Neticede, Allah bizi sadece Kendi için yaratmıştır.

Allah’ın bizim için bize duyduğu sevgiye gelince, bizim yaratılış gayemize ve tabiatımızın özüne uygun düşmeyen işlerden kurtuluşumuzu sağlayacak ve bizi mutlu edecek amelleri bize tanıtmakla, bu sevgi, ifadesini bulmaktadır34.*

Sübhan olan Tanrı yaratıkları Kendini teşbih etsinler diye yaratmıştır. Yaratıklara, O’nu teşbih etmelerini, O’na hamd ve sena etmelerini ve O’na secde etmelerini söylemiştir. Ancak bu şekilde O’nu tanıyabiliyoruz. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, O’nu teşbih ederler. O'nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız...(Kur’an, 17/44). Yani O nasılsa o hal üzere ve O’ndan olan şeyle, O’na hamd ve sena ile O’nu teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Aynı şeyin şu ayette de bildirildiğini görüyoruz: “Göklerde ve yerde olan varlıkların, kanatlarını çırparak uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmedin mi? Onların her biri kendi duasını ve teşbihini bilmektedir." (Kur’an, 24/41). Her varlık kendi duasına önem vermekte, onda kararlı ve devamlı olmaktadır.

Bu ayetle Allah, selat ve selam üzerine olsun Hz. Peygamberimize hitap etti. Onu evrensel (külli) teşbihe tanık yaptı, çünkü o bunu görmüştür. Ona “Görmedin mi...?" dedi ve bize “Görmediniz mi?” demedi. Bunun nedeni şudur: Çünkü biz bu evrensel teşbihi görmedik, ona sadece inandık. Oysa Muhammed — selat ve selam üzerine olsun— onu apaçık görmüştü.

Aynı şekilde, Allah, peygamberimizi her şeyin secde halinde olduğuna tanık elti ve ona şöyle hitap etti: “Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan varlıklar, güneş, ay, yıldızlar; dağlar; ağaçlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyorlar?" (Kur’an, 22/18). Dikkat edilirse, Allah hiçbir varlığı dışta tutmamış; göklerdeki ve yerdeki varlıkların hepsini zikretmiştir, ulvî âlemi de süfli âlemi de zikretmiştir. Her varlığın sadece Allah’a secde ettiğine Peygamberi tanık etmiştir. Bunun için bu secde işine Allah’ın tanık yaptığı herkes ve bu secde işini gören herkes, bu hitabın muhatabı durumundadır. Bu fıtrî ve zatî bir teşbihtir ki yalnızca o tanıklara tecelli eder. İşte o zaman onlar Allah’ı severler. O ’nu teşbih eder, O ’na hamd ve senada bulunurlar, bunları hiçbir zorunluluk olmadan bilakis zati bir gereklilik olarak yaparlar. Bu zati bir ibadettir ki Allah o kimseleri Kendisine ait istihkak hükmüyle o ibadetin içine yerleştirmiştir.

Keşf ehli hakkında da aynı şeyi söylemiştir, insanların çoğu, yani akıl sahibi her insan buna muhataptır: “Allah’ın yarattığı şeylere bakmıyorlar mı? Gölgeleri sağdan ve soldan sürünerek, Allah'a secde etmektedir. Onlar Allah’a kullukta asla büyüklenmezler, daima O’na boyun eğerler." (Kur’an, 16/48). işte, göze görünebilen en güzel nimet budur. Sonra, gölgelerin bu şekilde sağa ve sola uzanmasının da O’nun Celali karşısında bir saygı ve küçüklük işareti olarak Allah’a secde hali olduğunu gene Allah haber vermektedir bize. Bu nedenle “onlar asla büyüklenmezler ve daima O’na boyun eğerler” demiştir. Böylece, boyun eğerek Allah’a secde etsinler diye Allah onları akıllılıkla nitelendirmiştir. Bu ayetin devamındaki ayet ise bu ayetin bir tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: “Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler Allah’a secde ederler." (Kur’an, 16/49). Canlılar, yani yeryüzünde yaşayan, yürüyen ve sürünen varlıklar ve gök ehli, ayrıca ne gökte ne yerde olan melekler; sonra, bu ayet şöyle bitiyor: “Onlar asla büyüklenmezler." (Kur'an, 16/49). Yani Rabb’lerine ibadet etmemezlik etmezler. Sonra, Allah onları şöyle nitelenmektedir: “Üstlerinden, Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredileni yaparlar." (Kur’an, 16/50). Allah, onlara, “korkma" vasfını yüklemektedir, böylelikle, onların kime secde ettiklerini bildiklerini, bize göstermek istemektedir. Daha sonra Allah yine onları “Kendisine boyun eğmiş", ve “kendilerine emredileni yaparlar" şeklinde vasfeder. Sonra da “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Kur'an, 66/6) şeklinde anlatır. Bir başka ayette ise şöyle buyuruyor: “Rabb'inin yanında bulunanlar, melekler, gece ve gündüz O’nu teşbih ederler ve onlar bundan hiç usanmazlar." (Kur’an, 419/38), yani canları hiç sıkılmaz.

Bütün bunlar gösteriyor ki, bütünüyle âlem, şühûd ve ibadet makâmındadır. Ancak düşünme yeteneği olan varlıkların durumu farklıdır. Bu varlıklar konuşma yeteneği olan insanlar ve cinlerdir. Bunların ruh durumları bakımından özellikleri vardır, vücut durumları bakımından değil. Çünkü bunların şekilleri de, Allah’ı teşbih etme ve O’na secde etmede, kâinattaki öteki varlıkların şekilleri gibidir. Bedenin bütün azaları O'nun teşbihini dile getirir. Görmüyor musun?, kendilerine müsahhar kılınmış nefisler üzerine Kıyamet gününde derileriyle, elleriyle, ayaklarıyla, dilleriyle, kulaklarıyla, gözleriyle ve öteki dünya azalarıyla şahitlik yapacaklardır35.*Ve hüküm, O yüce ve büyük Allah’ındır." (Kur’an, 40/12).

Demek ki, bütün bunlar Allah’ın, Kendisi için bize gösterdiği sevginin hükmüdür. Öyleyse, kim O’na vefalı davranırsa, Allah, o kimseyi ödüllendirir; kim de vefasızlık ederse, onu cezalandırır. Öyleyse, Allah Kendini sever, Kendinin yüceltilmesini ve Kendine hamd ve sena edilmesini ister.

Allah’ın bizim için, bize duyduğu sevgiye gelince, hiç kuşkusuz Allah onu bize, hem bu dünyadaki hem de öte dünyadaki iyiliğimiz için tanıtmıştır. Kendisini tanıyıp bilmemiz ve O’ndan habersiz kalmamamız için, Kendisini tanıtacak delilleri bize göstermiştir. Ayrıca, O’nu tanıdıktan sonra ve içinde dolaştığımız, ve sahip olduğumuz her nimetin ancak O’nun bir nimeti olduğu ve ancak O’na mal edilebileceği hususunda elimizde deliller varken, ifratlara kaçmamıza rağmen O bize rızık vermekte ve bizi nimetlere boğmaktadır. Ayrıca, o nimetler içerisinde yaşayalım, daima huzur ve rahat içerisinde olalım diye, sırf bizim için yaratmıştır onları. Bu eksiksiz ihsanın ardından O’na şükretmedik, oysaki akıl, nimet verene şükretmeyi gerektirir. Ayrıca biliyoruz ki Allah’tan başka ihsan edici yoktur.

Bize, bilmediklerimizi öğretmek ve bizi eğitmek amacıyla, Kendi katından bize bir peygamber göndermesi de O’nun lisanındandır. Böylece Allah, Kendi hakkında bilmemiz gerekenleri bize öğretti. Kendi mutluluğumuza ulaştıracak yolu bize gösterdi. O yolu bize açıkça gösterdi. isyana sürükleyici işlerden bizi korudu, sakındırdı. Ahlâki düşüşlerden ve kötülüklerden, alçaklıklardan kaçınmamızı sağladı.

Sonra, Hz. Peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri de bize bildirdi. Çok açık deliller getirdi bize. Kalblerimize iman nurunu yerleştirdi ve onu bizlere sevdirdi. Onu kalblerimizde süsledi. Bize küfrü, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi. (Kur’an, 49/7). Biz de buna iman ettik ve bunu tasdik ettik.

Sonra, tevfikiyle bize iyilikte bulundu. Bizden Kendisini sevmemizi istedi, rızasını kazanmamızı isledi. Eğer bizi sevmeseydi, bütün bunların hiçbiri olmazdı, bunu bize açıkça bildirdi. Ayrıca, rahmetinin gazabını geçtiğini bildirdi. Bedbaht olan şâki bedbahtlık yapsa bile, Allah’ın rahmetinin, inayetinin, ve mahlukatın akibetlerinde müessir olan aslî muhabbetinin kapsamına gireceğini bize bildirdi. Aynı şekilde, sevginin (muhabbetin)en temel esas olduğunu, İlahî Kelâm’ının hak olduğunu, ayrıca rahmetinin evrensel olduğunu bize bildirdi.

Bu dünya evi, Alîm ve Aziz? Allah'ın takdir ettiği ölçüde, tutarsız gerçeklerle ve perdelerle örülüdür. Allah öte dünyayı yaratmış ve bizi oraya doğru götürmektedir. Yalancı iddiaların, sahte davaların kabul edilmediği bir yurttur orası. Allah orada, bütün varlıklara Rabb olduğunu kabul ettirmiştir. Daha bir avuç toprak halindeyken, Âdem’in böğründen gelen insanoğulları da O'nun Rablığını kabul etmişlerdir 36*. Demek ki, bu dünya hayatı iki uç nokta arasında bir ara noktadır: Tevhid noktası ve O ’nun Rablığını tanıma noktası. İşte bu ara noktadadır ki, Tanrı’nın varlığı kabul edilmesine rağmen, “şirk” vaki oluyor, yani O’na ortak koşuluyor, işte bu ara nokta böylece tutarsız oluyor.

Bu nedenle, “Allah’ın dışında kendilerine Rablar edinenler, “Biz onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz” derler’’ (Kur’an, 39/3). Böylece kendi şirklerinde, Allah-u Teâlâ’ya, güya azamet, büyüklük nisbet etmektedirler. Kaldı ki, kendi toplumu içerisinde, “büyüklük" (kibriya) ve “otorite” (ceberut) sıfatlarıyla arz-ı endam eden herkesin “kalbini mühürlediğini" gene Allah haber vermektedir. Fakat Allah bu mührü, onların kalblerine, bir yardan işareti olarak koymadı, çünkü onlar, kesin olarak, kendi nefislerini bu mühürle alçalmış ve aşağılanmış buldular. Dolayısıyla o yaratıkta büyüklük sıfatı görülse bile, Allah’a ait olan büyüklük asla bir yaratığın kalbine girmez, çünkü bu durum mazrufsuz bir zarfa benzer, yani içi olmayan dış gibidir, ki bu mümkün değildir.

Bütün bunlar, nihaî sonuç mutluluk olsun diye Allah’ın yaratıklara duyduğu rahmet ve muhabbetten kaynaklanmaktadır.

Bu ara nokta zayıflayınca ve kendisini çevreleyen iki taraf kuvvetlenince, bu ara nokta sonunda iyice boşalır ve küçülür. Onu çevreleyen iki taraf ise dolar ve büyür. Öyle ki, Allah bu iki tarafı, ora sakinleri için nimetlerle doldurur. Ora sakinlerinin, mutluluğa ve nimete tertemiz olarak kavuşmaları için Allah, kendilerini, bu dünyada hak ettikleri azaptan temizleyip kurtardıktan sonra, onlar, o nimetlerden bol bol yararlanırlar.

Bir insanı öldürdüğü için öldürülen insanın durumunu görmüyor musun? Öldürüldüğü kişiye karşılık olarak kendisini öldüren ölümün zulmünden, kendisini nasıl temizliyor bu ölüm. Böylece kılıç onun günahına kefaret oluyor.

İşte, bu dünyada Allah’ın bildirdiği cezaların uygulanması müminler için bir temizlenmedir, hatta bir pire ısırması ya da bir diken batması bile bu kabildendir.

Burada şunu da belirtelim ki: Başka varlıklar topluluğu da vardır ki, temizlenmeleri için kendilerine, cehennem de, öte dünya cezaları uygulanır. Sonra cehennemden çıkmaları gerekmiyorsa dahi Tanrı’nın muhabbetinin yardımıyla cehennemde kendilerine merhamet edilir37*.

Görülüyor ki, Tanrı’nın kullarını sevmesinin ne başı var ne de sonu, çünkü O, ne hâdis olmayı ne de Araz olmayı kabul eder. Fakat Tann’nın kulları için duyduğu muhabbetin özü, sonu olmayan bir süreç, içinde, ilkiyle ve sonuyla, yaratılışlarındaki ilkenin (mebde’) özüdür. Bu nedenle, Tanrı’nın onlara duyduğu sevginin nisbeti, nerede olurlarsa olsunlar, ister yokluk-adem halinde ister varlık-vücûd halinde olsunlar, kendileriyle birlikte olan O’nun varoluşunun (keynunet) nisbetidir; tıpkı Allah'ın onların adem hallerinde de vücud hallerinde de onlarla beraber oluşu gibi. Çünkü onlar kendilerini sürekli seyreden ve sürekli seven Allah tarafından bilinirler. Daha önce Allah’ın sahip olmadığı yeni bir hüküm, yeni bir ilke kesinlikle O’na atfedilemez. O önceden ne ise her an odur. Allah yaratıklarını her an sevmektedir, tıpkı onları her an bildiği ve gördüğü gibi. Dolayısıyla “Ben bir gizli hâzineydim; bilinmek istedim..." sözüyle, bütün bunların kendi içinde nasıl bir şey olduğunu, Allah-u Teâlâ. Kendi Celâl’ine uygun düştüğü gibi anlatmaktadır bize, çünkü Allah akılla, ancak Fail ve Halik olarak kavranılabilir.

Allah tarafından bilinen her öz (’ayn) aslında bir ma’dum’dur, yani gizilgüç halinde vardır. Allah onları var etmeyi sever ve ister. O zaman o öz için bir varlık (vûcüd) yaratır, hatla o öz içinde bir varlık yaratır, yani o özü varlık giysisiyle giydirir. Böylece o öz var olur. Sonra bir başka öz var olur. Sonra bir başka öz. Kesintisiz ve aralıksız bir süreç içinde, ta Hakk’ın ilkliğine kanıl olan ilk varlıktan beri, bu böylece devam eder gider... Demek ki, önce tekillerde sonra cinslerde ve türlerde başka bir varoluş değil, aksine sürekli bir varoluş görülür. Bu dünyanın da bir gayesi ve bir sonu vardır ama, yaratılmışlar içinde insanın, nihayeti öte dünyaya çıkan özel bir gayesi ve varoluşu vardır. O halde, varlıklar ötedünyada yeniden doğmuş olurlar ve onların öte dünyadaki varoluşlarının bir sonu yoktur, çünkü mümkün varlıklar için bir son söz konusu değildir. Onların ebedîliği daimdir, yani sonları yoktur, tıpkı Hakk’ın ezelî oluşu gibi. Hakk, sabittir, değişmezdir, zorunludur (vacib). O’nun varlığının Evveli, ilk ilkesi yoktur. Kullarına duyduğu muhabbetin de bir evveli yoktur. Sübhanallah! Ancak sevgilinin yanında aşkın zikredilmesi, aşkın kendisi değil de aşkın İlâhî anlatımı sırasında olur.

Kur’an Allah kelâmıdır. Mütekellim daima Allah’tır, yani, konuşan hep Allah’tır. Bununla birlikte, O, sadece Kendini tanıtmak için konuşur, şöyle ki: “Rablerinden kendilerine gelen yeni bir uyarı, bir zikir yok ki, onu eğlenerek dinlemesinler!(Kur’an, 21/2). Bu zikir, bu uyarı sadece bizde yenidir, yoksa Allah’da yeni değildir, çünkü o zikir, Seyyidimiz, Ma. 4 4 . İlâhi Sevgi likimiz, Sahibimiz ve rızık vericimiz olan Tanrı’dan gelmektedir. “Rahman'dan onlara gelen yeni bir zikir yok ki kesinlikle ondan yüz çevirmesinler.(Kur’an, 26/5). Rahman’dan gelen bu zikir sadece bizim açımızdan yenidir, yoksa Rahman açısından yeni değildir, çünkü rahmet, nimet ve ihsan hem başlangıçta hem de sondadır. El-ltyan'da belirtildiğine göre. Kendi hakkında gerekli bilgileri bize öğretmek için, bu ilahı zikir, Şakı isimlerden değil, tersine Rab ya da Rahman isimlerinden gelmektedir.


DiPNoT;

34*Allah insanı kendi suretinde yarattığı için, insanı bütün olarak sever. İnsanda Allah'ı bütün olarak sever.
35*Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül hepsi ondan sorumludur." (Kur'an, 17/36), "O gün dilleri, elleri ve ayaklan yaptıkları her şeye dair şahitlik edeceklerdir(Kur'an, 24/24)
36*"Rabb'in Ademoğullarımdan, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onlan kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim? demişti. Onlarda "Evet, buna şahidiz ya Rab!” demişlerdi. Öyle ki Kıyamet Günü “Biz bundan habersizdik.” demeyesiniz diye." (Kur'an, 7/172) ayetine gönderme var.
37*Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabb'in onları çıkarmayı dilerse o başka, çünkü Rabb'in dilediğini yapandır.(Kur’an, 11/107).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

İLÂHİ SEVGİ-EK Resim

Bu, bizim Allah’ı sevme durumumuzdur, yani: Biz Allah’ı seviyoruz Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyuruyor: "O onları sever, onlar da O’nu severler.” (Kur’an, 5/54). Bununla birlikte, bize özgü olan sevgi ile O’na özgü olan sevgi aynı nitelikte değildir.

Bize özgü olan sevgi, hakikatimizin ona verdiği özellik bakımından ikiye ayrılır; Birine ruhanî sevgi, ötekine tabiî sevgi denir. Bizim Allah'a duyduğumuz sevgi bu iki sevgiyle birliktedir. Fakat bu, tasavvur edilmesi, anlaşılması ve kavranılması çok zor olan bir konudur, çünkü herkese, bu konuya müteallik işlerde aynı ilim verilmemiştir ve yine herkes, bu konuda Allah’tan gelen haberlere inanma konusunda aynı değildir. Bu nedenle Allah, Hz. Peygamberi — selât ve selam üzerine olsun— öyle bir ödülle ödüllendirmiştir ki bunun ifadesi şu ayettedir: “işte sana da böyle Emrimizden gelen bir ruh vahy ettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin, fakat biz onu, vahyettiğimiz o kitabı, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiriyoruz Ve sen, hiç kuşkusuz doğru yola götürürsün." (Kur'an, 42/52). Demek ki biz de, Allah’ın hidayete erdirmek istediği kullardanız. Allah’a sonsuz hamd olsun!

Allah’a karşı duyduğumuz sevgi konusunda bu izahatı verdikten sonra, şimdi, şu dört çeşit sevgiyi ele almamız gerekiyor. Şöyle ki; Ya Allah’ı sadece O’nun için severiz; Ya Allah’ı kendimiz için severiz, Ya Allah’ı hem O’nun için hem kendimiz için severiz, Ya da Allah’ı severiz ama bu saydıklarımızın hiçbiri için değildir bu sevgi. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Allah’ı ne Kendisi için ne de kendimiz için seviyor değilsek, O’nu sevdiğimize göre, O’nu niçin severiz? Farklı bir inceleme konusu olan bu dördüncü tür sevgi, o halde, nasıl bir sevgidir? Bu ayrı bir bölümdür.

Sevginin bir başka türü daha vardır. Şöyle ki: Eğer biz Allah’ı seviyorsak, O’nu bizim tarafımızdan mı seviyoruz yoksa O’nun tarafından mı seviyoruz?

Veyahut da: O’nu hem bizim tarafımızdan hem de O’nun tarafından beraberce mi seviyoruz?

Ya da O’nu bu saydığımız sevgi çeşitlerinden hiçbiriyle değil de, başka bir çeşit sevgiyle mi seviyoruz?

Bütün bunlar açıklama, yorum ve şerh isteyen konulardır. İnşallah ilerde bu konularda söyleyeceklerimiz olacak. Bu ek bölümde ayrıca şu soruları da inceleyeceğiz: Allah’a duyduğumuz sevginin başlangıcı (mebdei ve menşe’i) nedir? Bu sevginin kendi içinde bir gayesi var mıdır yok mudur? Eğer bir gayesi varsa, o gaye nedir?

Sevgiyle ilgilenen, zeki ve son derece güzel bir kadından başka hiç kimse bana böyle bir soru sormadı. Aynı şekilde, bu bölüm de, inşallah, şu konuyu da ele alacağız: Sevgi,.sevenin nefsî/zatî bir sıfatı mıdır, yani kişisel bir niteliği midir, yoksa var olan zatı üzerinde zaid (fazladan) bir anlam mıdır? Ya da sevenle sevilen arasında varlığı ve gerçekliği olmayan bir ilgi midir? İşte bütün bunları bu ek bölüm de açıklamaya çalışacağız.

Bil ki, aşk ortaklık kabul etmez, ancak sevenin zatı tek ve bölünmez olursa durum başkadır. Eğer sevenin zatı birçok öğeden meydana gelirse, sevgisi, çeşitli yüzlere, çeşitli nedenlerden dolayı, bağlanabilir. Bu çeşitli işlerin ilgili olduğu varlık tek ve aynı varlıksa, ya da o çeşitli işler o varlığı ilgilendiren bir çok işle ilgiliyse, o zaman aşk birçok kişiye bağlanabilir, dolayısıyla insanın birçok sevgilisi olabilir. Eğer sevenin, birden fazla kişiyi sevmesi mümkün olursa, daha fazlasını sevmesi de mümkündür. Müminlerin Emiri bu konuda şöyle demişti38*:

“Üç güzel kızın eline geçti dizginim
Her biri girdi kalbime her yönden benim.”
Burada “dizginim” sözcüğünde gizli bir sır vardır. Dizgin sözcüğü tekil kullanılmıştır, çoğul değil. O, üç sevgiliye ayrı ayrı birer dizgin değil de hepsine bir tek dizgin vermiştir. Bu şunu kanıtlamaktadır: Seven birçok kişiyi sevmek durumunda olsa bile, kendisinde en fazla etkili olan tek bir manaya tutulacak ve bu üç güzele o manaya uygun biçimde davranacaktır, yani o üç güzelin her birinde o mana vardır. Bunun kanıtı da yukarıdaki beytin ikinci dizesidir:
“Her biri girdi kalbime her yönden benim .”
Eğer o üç kızın her birini severken diğer ikisinde olmayan bir mana için sevmiş olsaydı, her birine birer dizgin verirdi ve o dizgini diğer ikisine vermezdi. Kalbine girerken, her birinin girdiği yer diğer ikisinin girdiği yerden başka bir yer olurdu. Dolayısıyla bu açıklama, bir kişinin bir kişiyi sevmesi durumudur. Fakat burada ise, bu biricik sevgili birçok âşığın sevgilisidir. O halde yukarıda ifade edildiği gibi, âşık birçok sevgiliyi sever.

İşte, bizim Allah’a duyduğumuz sevgi böyle bir sevgidir. Bizden bazıları Allah’ı Allah için severler. Bazıları da O’nu hem kendileri için hem O’nuıı için severler. Demek oluyor ki, bu sevgi en mükemmel sevgidir, çünkü Allah’ı tanıması ve O’nu müşahede etmesi en mükemmel şekle ulaşmıştır. Gerçeklen de bizden bazıları Allah’ı şühûd halinde tanımıştır: O’nu, yukarıdan beri sayılan nedenlerin hepsi için sevmiştir. Bazıları da var ki, Allah'ı şühûd halinde değil de “haber"le tanımıştır; Allah'ı Allah için sevmiştir. Bazıları da Allah’ı nimetleriyle tanımış ve O’nu kendi nefisleri için sevmişlerdir. Bazıları da Allah’ı bütün bu nedenlerin hepsi için sevmişlerdir. Bütün bunlar şu demektir: Şühûd ancak suretlerde olur. Suret ise birçok şeyin birleşiminden doğar. Demek ki âşık da bileşik bir suretin sahibidir. Dolayısıyla âşık sevgilisine dair, herhangi bir tarzda, bir şey işitse, bu tarzda ona dair aldığı haberle onu sever. Tıpkı Hz. Peygamberin şu hadisinde ifade edildiği gibi: “Benim yüzümden bir dostu mu sevdin yoksa bir düşmandan mı uzaklaştın?” Demek ki, eşyayı O’nun sebebiyle sevmek ve eşyadan O ’nun sebebiyle yüz çevirmek, her şeyden öte Allah’a duyduğumuz sevginin anlamını ve özünü oluşturmaktadır. O zaman O’nun bizden istediği her şeyi gönül hoşluğuyla ve seve seve yerine getiririz. Suretimden O’nu müşahede etmeyen kimse tebea hükmünde olur, tıpkı uzuvlarımızın ve hayvani yönlerimizin nefs-i natıka'nın hükmü altında oluşu gibi ve de ona karşı olamayışları gibi, çünkü onlar nefs-i natıka’nın aletleri gibidir. Allah’ın rızasını kazanma ya da kazanmama konusunda onları istediği gibi tasarruf eder, kullanır. İnsanın uzuvlarından her biri kendine bakmayı bırakırsa, ancak o zaman Allah’ın razı olduğu şeylerde kendini tasarruf edebilir, çünkü o bunun içindir. Ayrıca, cinler ve insanların (sekalân) dışında, varoluş içindeki her şey aynı konumdadır. Bu konuyla ilgili olarak, Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihini anlayamazsınız.'' (Kur’an, 17/44).

Allah, bu teşbih olgusuyla, Allah’a sena edilmesini istiyor, yoksa ceza için değil, çünkü cesbih O ’nun Zatına ibadet etmektir. İbadetle birlikle, ceza vermeyi istemek bir arada düşünülemez.

İşte Allah’a, Allah için duyduğumuz sevgiden doğan sonuçlar bunlardır. Sübhanallah! Ancak, bazı nefs-i natıka’lar, Allah’ı tanımak için donandıkları düşünce yetenekleri Allah’ın ilmini almaya kendilerini elverişli kılmadığı için, bu temel tutuma aykırı davranırlar.

Bu nedenle, Kur’an’da anlatıldığı şekilde Allah, Âdem'in zürriyetinden gelen varlıkları kabzetmiş ve onlara kendi nefisleri üzerine zorla şahitlik yaptırmıştı. Bunun sonucunda, o varlıklar Allah’a isteyerek değil fakat kerhen secde etmek zorunda kaldılar, çünkü Allah o varlıkları kabzetmiştir. Sonra Allah o varlıkları bu özel durumdan, yani kabz halinden çıkardı, onları serbest bıraktı, fakat aslında onlar bilmedikleri bir tarzda gene kabz halindeydiler. Onlar kendilerinin kabz halinden kurtulmuş olduklarını zannettiler39*.

O varlıklar bu karanlık bedene kendilerini bağımlı hissedince, arzularının kendilerini yönelttiği şeylere koştular ve ancak kendi tabiatlarına uygun olanı sevdiler. Kendilerini yaratan Allah’ın Rablığı üzerine yaptıkları şahitlikten gafil oldular. Bu konuyu yukarıda da ele almıştık.

İşte bu şekilde, onun düşünme yeteneği ve ayrıca kullandığı bütün öteki yetenekleri ona şöyle dedi: “Sen beni kullanıyorsun fakat benden gafil oluyorsun ve beni terkediyorsun, sanki ben senin kullandığın aletlerden biriyim. Beni hiç hesaba katmıyorsun. Peki öyleyse kullan beni!"

Bunun üzerine “Peki” dedi nefis onlara, “ama beni muaheze etme, çünkü ben senin değerini bilem edim . Senin ne üzere olduğunu tam olarak bilmek için, Hakikatinin gerçekleştirdiği konularda istediğin gibi tasarruf etmene izin veriyorum. Böylece ben de o konularda seni tasarruf ederim .”

Düşünce yeteneği -akıl; "Tamam kabul ediyorum !” dedi. Sonra yüzünü nefse çevirdi, onu kendi efendisi kabul ederek ona şöyle dedi: “Sen kendi zatından ve kendi varlığından gâfil olmuşsun. Sen kendi zatın için bu şekilde mevcut değil miydin? Yoksa yok musun? Ya da hiç var olmadın m ı?"

Nefis, akla şu cevabı verdi: “Ben önce yoktum , sonra var oldum !”. Bunun üzerine akıl yeniden şöyle dedi: “Seni var eden senin kendi varlığın mı yoksa senden başka bir varlık mı? İyice bir düşün bakalım ve bu hakikati yakalamaya çalış. Bu konuda beni kullan, çünkü ben bu iş için yaratıldım.” Bunun üzerine nefis düşünmeye başladı ve bu delilin, kendine verdiği temel kuralı öğrendi. Söyle ki: Kendiliğinden var olmamıştı, onu bir başkası var etmişti. Kendisinin tabiî acılara bağımlı olduğunu görünce bir Varedicinin gerekliliği ona zorunlu gözüktü. Bu acıların giderilmesi için alışılagelen sebeplere sarılmak gerektiğini anladı. Böylece kendi varlığı içinde, kendini var eden sebebe bütünüyle bağlı kalması gerektiğini idrak etti.

Kendisinin hâdis olduğunu, yani sonradan yaratıldığını ve kendisini var eden bir Sebebin olduğunu tesbit edince nefis, düşünmeye başladı. Bu Sebebin kendisine benzemesi gerekmediğini ve kendisi gibi muhtaç olmadığını, tam aksine, kendisini saran acılara O’nun ortak bir yanının almasının O’na uygun düşmeyeceğini bildi. Bu sebeblerin, yokken sonradan olduğunu, değişmeye ve bozulmaya tabi olduğunu müşahede etti. Bütün bunları kavradıktan sonra, kendisini yaratan, ve kendisi gibi sonradan olmuş (ân zî) bütün varlıkları, ve elemlerini yok edecek bütün sebebleri yaratan bir Varedicinin olduğunu anladı. Eğer bu Varedici olmasaydı, hastalıkların ve illetlerin çaresinin bulunamayacağı bilincine vardı. Elemleri ortadan kaldıracak sebepleri yaratması hiç kuşkusuz O’nun rahmetindedir.

Sonunda nefis, o sebepleri sevecek ve onlara doğru tabiî bir cazibeyle yönelecek noktaya ulaştı. Bu durumda, kendisini bu denli etkileyen sevgi ilgisini, o sebepleri yaratan Yaratıcı üzerine aktardı: Kendi kendine “O ’nu sevmem benim için daha iyidir, fakat O’na uygun davranışlarda bulunup O’nu razı edecek şeyler nelerdir bilmiyorum " dedi. Sonunda O’na karşı duyması gereken sevgiyi doğurdu. Kendini varlık nimetiyle nimetlendirdiği, ve kendisiyle ilgili eşyayı var ettiği için O’nu sevdi. Fakat bu noktada kaldı. Allah, Âdem’in zürriyetini kabzasına aldığı sırada, daha önce O’nun Rablığını ikrâr ve tasdik etmişken, bir anda O’nu unutuverdi.

İşte tam bu sırada, dışarıdan, kendi cinsinden bir davetçi gelerek, ona, kendisinin onu yaratan katından gelen bir elçi olduğunu ileri sürünce, o da ona şöyle dedi: “Sen de benim gibisin ve doğru sözlü olmamandan korkuyorum. Peki senin yanında seni tasdik eden, doğruyalayan bir şey var mı? Çünkü bende, bir düşünme yeteneği var ki onunla beni Var edeni tanımayı başarabildim.”

O elçi ona öyle deliller getirdi ki hepsi de onun söylediğini doğrulamaktaydı. Bunun üzerine nefis, bunlar hakkında düşünmeye başladı, onların doğru olduğuna kani oldu ve onlara inandı. Kendisini var eden Varlığın, başlangıçta kendisini kabzasına alan ve Rablığı konusunda kendisine tanıklık yaptıran, kendisinin de buna tanıklık yaptığı. Varlık olduğunu anladı.

O zaman şöyle dedi: “Bütün bunlar hakkında hiç haberim yoktu, fakat şu andan itibaren, bu ikrarın gereğine uymaya kendimi zorunlu hissediyorum. Hiç kuşkusuz sen, getirdiğin bu haberde sadıksın, doğru söylüyorsun, fakat Rabb’imi hangi fiilimle nasıl razı edeceğimi bilmiyorum. Eğer bana, uyulması gereken ilkeleri söylersen ve eğer bana kuralları öğretirsen, onlara uyacağını, Allah’ın bize verdiği nimetlere şükretme konusunda vefalı davranacağım, göreceksin.” Bunun üzerine elçi ona Allah’ın gönderdiği temel kuralları gösterdi. O da istek ve arzularına ters gelse de, onlara şükretmeye başladı, fakat bu şükrünü ne korkuyla ne de umutla yaptı. Çünkü elçi, ona ta başlangıçta bildirilen şeyleri tekrar bildirdiği, ve Varediciyi razı etmek için onlara kesinlikle uyulması gerektiğini belirttiği zaman, ona bu konulara uyarsa kendi lehine olacağım, uymazsa kendi aleyhine olacağını ve cezaya çarptırılacağını daha söylemedi. Zeki nefis bu konularda, Varediciyi razı etmek için bütün çabasını gösterdi. Daha önce kendisine söylendiği gibi, “La ilahe illallah” demeye başladı. İşte, bütün bunları nefse öğrettikten sonradır ki elçi, onlara uymanın büyük bir ödüle ve eksiksiz nimetlere layık olduğunu anlattı ve aynı zamanda, onlara ters davranmanın da büyük bir cezaya neden olacağını haber verdi. Nefsin O’na ibadetine sevgi ve rıza da eklenince, ibadeti sevaba erişmesini ve cezadan kurtulmasını sağlayan özel bir ibadet oldu. Dolayısıyla o andan itibaren kendini iki tip ibadet içinde buldu: Birincisi, Allah’a doğrudan doğruya yaptığı ibadet; İkincisi, umut ve korku ile yaptığı ibadet. Böylece, kuşkusuz tabiî ve ruhanî durumunun gerektirdiği ölçüde, Allah’ı, hem Allah için hem de kendisi için sever oldu. Tabiî durumundan ötürü, umut ve korkuya bağlandı. Ruhanî durumundan ötürü de, sadece Allah’a (O’nun dışında, mahlûkattan birini sevmiş olsaydı bile) sevgi ve muhabbet duyarak ibadet etmeye başladı. Demek ki ruhanî yönüyle nefis Allah’ı yalnızca Allah için sevmekleydi; tabiî yönüyle ise amacına ulaşmak için sevmekteydi. Hakk Teâlâ onu bu durumda gördü ve nefsin hakikatinde bölünme olduğunu, yani kendinde iki ayrı sevgiyi birleştirdiğini bildi. Bu kez kendini kıskanç olarak vasfetti. Bu nedenle, ortaklık istemedi ve nefsin sadece Kendisini sevmesini, O’ndan başkasını sevmemesini istedi.

Sonra, Hak Teâlâ ona tabi’ah suretinde tecelli etti ve ona, kendi nefsinde inkâr edemeyeceği bir alâmet verdi: Bu da “zarurî ilim ” denilen şeydir. Böylece o surette tecelli edenin O olduğunu bildi; ruhen ve bedenen, tab’an O’na yöneldi.

Hakk Teâlâ, nefse gücünü kabul ettirince — tabiatı gereği sebeblerin nefis üzerinde etkili olacağını biliyordu zaten— nefse bir diğer alâmet daha verdi. O alâmet sayesinde nefis Hakk’ı tanıdı. Hakk Teâlâ da bütün o sebebler içinde o alâmetle nefisde tecelli etti. Böylece nefis O’nu tanıdı ve kendi için değil fakat Tanrı için o sebebleri sevdi. Böylece o sebeblerin hepsiyle, kendisi için değil fakat Tanrı için; başka bir şey için değil sadece O ’nun için bir halden başka bir hale geçti. Her şeyde O’nu gördü ve kendini O ’na göre değerlendirdi ve sevindi. Kendisine verilen bu hakikatle, öteki nefislerden üstün olduğunu gördü.

Gene bu alâmetle Tanrı, nefsin bizzat tabiî ve ruhanî zatında, nefis için tecelli etti. O zaman nefis gördü ki, kendinden değil, ancak O’nunla görüyordu; kendiliğinden değil ancak O’nunla seviyordu. Dolayısıyla O’nu seven gene O idi. O’nu seven o değildi. İşte bu gözle, yani kendi gözüyle nefis her varlıkta O’nu gördü. Dolayısıyla O'nda başkasını sevmediğini bildi. Seven de Sevilen de, isteyen de istenilen de O idi.

Bütün bunlarla, nefis için açıkseçik belli oldu ki O’na olan sevgisi hem O’nun içindi hem de aynı zamanda kendisi içindi. Bu son mertebede, nefis, sadece O’na duyduğu sevgiden dolayı O’nu müşahede etti. Bu müşahede O’nun sayesinde oldu, nefis sayesinde, ya da iki sevginin toplamı sayesinde değil... Bu açıklamalara yapılacak ilaveler, yok değerindedir.

Bu noktaya ulaşan nefis, bu sevginin gücünü ve gayesini tanımak istedi. Şu ilâh! söz üzerinde durdu: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmiyordum; bilinmek istedim...” Nefis, Tanrı’yı, Tanrı kendisine tabiî bir surette tecelli edince tanıdı. Böylece bildi ki, Zâhir ve Bâtın isimleri tamamen Allah'a uygun düşüyordu, çünkü Allah ona bu isim lerle tecelli etmişti. Gene bildi ki, sevgi — ki bu sevgiyle Tanrı bilinmek istedi— Bâtın ismi içinde O’nunla alâkalıydı. Gene bildi ki, seven, kendi tabiatı gereği, bir surete bürünerek teneffüs etmek, nefes alıp vermek istedi, çünkü ancak bu teneffüs içinde arzu edilen lezzeti ve tadı buldu. Bu nefes, sevginin (muhabbetin) aslından çıktı ve yaratıkların içine girdi, çünkü Tanrı, yaratıklar Kendini tanısınlar diye kendini onlara tanıtmak istiyordu.

işte o zaman Hak diye isimlendirilen âma 40* meydana geldi. Yaratıkların hepsi işte o âma’dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu âma âlemin cevheri olmuştur. Âlemdeki suretleri, ruhları ve tabiatları, istisnasız hepsini, o âma’ içermekteydi, işte Tarın’ın bize olan sevgisi böyle başladı. Bizim O'na duyduğumuz sevginin başlangıcı ise, işitmeyledir, görmeyle değil.

Yani biz o âma cevherindeyken Tanrı’nın bize söylediği “Kûn” yani “Ol!’’ sözünü işitmemizdir söz konusu olan. Demek ki, o âma' İlâhî nefesten olmuştur. Şekiller, suretler, ayrıca âlem,İlahî Kelam hepsi “Kûn”den olmuştur. Bizler Tanrı’nın tükenmez kelimeleriyiz. Allah-u Teâlâ şöyle diyor: “Ey kitap ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin) Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın bir elçisi, Onun Meryem’e attığı bir kelimesi ve O’ndan bir ruhtur...” (Kuran, 4/171). O kelime İsa’dır ve İsa da O'ndan bir ruhtur; o da nefestir. Bu hakikat canlılarda böyledir. Eğer Allah onları öldürmek isterse, onlardan nefeslerini alır. Demek ki canlıların hayatları nefesle sürmektedir. Nefesleri alınınca hayatları da sona ermektedir. Nefes bölümünde 41* âlemde ondan meydana gelen yaratılış şekillerini ele alacağız.

Bizler o ÂMA cevherinin içindeyken, fakat henüz varoluş haline geçm emişken, Tanrı’nın o kelâmını, “KÛN!” sözünü işittik. Dolayısıyla biz o cevher içinde suretler halindeydik. Onun içinde zuhûr edişimizle o ÂMAda vücut verdik. Böylece o ÂMA’ için vûcûdu'l-ma’kuliden sonra vücûdu’l-aynî de gerçekleşti. Bu da bizim Tanrı’ya duyduğumuz sevginin başlangıç sebebi oldu.

İşte bunun için, şarkılar dinlediğimiz zaman, açıktan veya gizlice, ilahı suretten sadır olan “KÛN” kelimesi nedeniyle heyecanlanırız, duygulanırız, yüreğimize su serpilir. "Kûn" kelimesinin açık şekli, iki harften ibarettir: K â f ve Nun. Aynı şekilde açıkça görünen bu âlemin de (el-âlemü’ş-şehâde) zahir ve bâtın olarak iki yönü vardır. Zahir yönü Nun harfiyle, bâtın yönü ise Kâf harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle Kâf harfinin ağızdaki mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin mahreci insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü Kâf harfi, dil ile gırtlak arasından çıkan harflerin sonuncusudur. Nun harfi ise, dil üzerinden çıkan harflerdendir. Bu Kün kelimesinin gayb yönü, Kâf ve Nun harflerinin ortasındaki Vav’la simgelenmiştir. Vav dudak harflerindendir ve zuhûrun bir simgesidir. Aynı zamanda Vav bir illet harfidir, sahih harf değildir. İşte bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan gelmiştir, çünkü o illet harfidir; illiyet (nedensellik) harfidir. Gene çünkü, Vav harfi dudak harflerindendir. Dudağın ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun zahir yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar. Bu nedenle, vücutta canlılık ilkesinin zuhûru, açığa çıkışı ruh gereğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda hayatiyet veren ruh sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb halindedir, tıpkı Kâf ve Nun arasındaki Vav harfinin gayb oluşu, görümneyişi gibi; çünkü aradaki Vav harfi hazfolmuştur ve sükûn halindedir. Aynı şekilde Nun harfi de sükun halindedir. Vav harfi simgesel olarak perde arkasında çalışır; onun varlığı gaybdır, fakat hükmü ve etkisi açıktadır.

Bizim Allah’a olan sevgimizin gayesi, sevgimizin ne olduğunun hakikatini bilmemizi gerektirir. Sevgi, sevenin zat! (nefsî) bir özelliğim idir, yoksa o sevendeki manevi bir sıfat mıdır?. Ya da sevenle sevilen arasında basit bir ilgi midir? Seveni, Sevgiyle kavuşmaya çeken bir alâka mıdır?

Biz, sevginin, seven için zatî (nefsi) bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Bu sıfat zamanla yok olup gider diye bize itiraz edilecek olursa, deriz ki sevginin yok olması ancak sevenin varlığının yok olmasıyla mümkün olur. Öyleyse, seven yok olmadıkça sevgi de yok olmayacaktır. Aksine düşünülebilecek tek şey, muayyen bir sevgiliye bağlanmada ortaya çıkar. Bu özel bağlanmanın zamanla kaybolması mümkündür. Bu bakım ¬ dan seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kaybolabilir. Fakat bu kez başka bir sevgiliye bağlanır, çünkü böyle bir sevgi pek çok sevgiliye bağlanabilmeyi mümkün kılmaktadır. Seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kesilebilir, fakat sevgi sevenin nefsinde sonsuza dek sürer gider, çünkü sevgi sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması muhaldir. Demek oluyor ki, sevgi, sevenin bizzat kendisidir, bizzat özüdür. Sevgi sevende, kendisinden çekilip alınabilecek zahiri bir sıfat değildir. Dolayısıyla ancak hükmü, yani etkisi çekilip alınabilir. Öyleyse sevgi, sevenle sevilen arasındaki özel bir alâkadır; seveni sevilene bağlayan bir nisbettir. Sevgi sevenin varoluşudur, başka bir şey değil. Buna göre, ister fani olsun ister olmasın, dilediğini sevgiyle nitele! Sevgi kesinlikle sevenin varoluşundan başka bir şey değildir. Varoluş içinde sadece seven ve bir de sevilen vardır. Sevgilinin durumu ma’düm olmaktır, fakat bu ma’dumun mevcud olması gereklidir; ya da mevcüd bir varlıkta vukû bulması gerekir, ma’dum bir varlıkta değil. Bu iş kesinlikle böyledir, böyle olması gerekir.
MA'DUM: Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
Sevendeki ilgi, sevgilinin var olmasını, vücud bulmasını ya da vuku bulmasını kabul eder; sevgili somut varlık olarak nitelendirilem ediği zamanlarda varlığını değil de vukuunu kabul eder. Bu durumda vuku’ olarak nitelendirilir. Buna şöyle bir örnek verelim. İnsan, var olan bir şeyin yokluğunu arzulayabilir, örneğin elem, çünkü elemin varlığı kendisine zarar vermektedir; çünkü elem insana acı veren bir'şey olarak vardır. Dolayısıyla insan onun yokluğunu ister. O zaman sevgilisinin konusu, henüz vaki olmamış bir yokluk olacaktır. Eğer bu elem kaybolacak olursa, elemin yok olması, var olduktan sonra adem haline geçişiyle yok olması demektir, işte bu nedenle, seçtiğimiz bu örnekte vûcud olarak değil de vuku’ olarak dedik.

Sonuç olarak, sevgili daima ma’dumudur. Mevcüd olan birine duyulan sevgi, ancak, ilgi bakımından, bütün olarak ve bir anda gerçekleşebilir, çünkü ancak bir mevcüd’a ilgi duyulur. Ma'düm olan sevgilinin var oluşu {vücût) ise o mevcüdda zuhur eder. Nitekim biz bu konuyu daha önce açıkladık. Bu ek bölümse ise, sana sevginin mahiyetini, başlangıcını, gayesini, sevenin ne ile ve nasıl sevdiğini, sevenin sevgilisine ya da kendi nefsine duyduğu sevgiyi açıklamış bulunuyoruz. Böylece bu konuyla ilgili her şey açıklanmış oldu.

Allah izin verirse, sözümüze bir sonraki bölümde devam edeceğiz. İlâhi sevgi konusunda, elden geldiğince ve vaktimiz elverdiğince bol açıklamalarda bulunduk. Böylece yüz on ikinci cüz burada bitmiş oldu...

DiPNoT;


38*Halife Harun Reşit söz konusudur.
39*Bkz.; not. 36.
40*Buradaki "ama" terimi şu hadiste de geçmektedir: "Hz. Peygamber’e “Rabb’imiz malukatı yaratmadan önce neredeydi?" diye sordular. O da ne üstünde ne altında havanın bulunmadığı “ama"nın, içindeydi, diye cevap verdi. (Bkz. Tirmizi, Hud Suresi tefsiri, 1 bab: Ibn Mace, mukaddime, 13. bab; Ibn Hanbel, 4. cild, 11 ve 12 sayfalar.)
Söz konusu olan bu ama' sözcüğü Ibn Arabi düşüncesinde önemli bir terimdir. Tam olarak karşılayabilmek hayli zordur. Ankaravi merhum bunu “ince bulut” diye çevirmiştir. Lugatta “Bulul, toz bulutu, sis, is, duman, zifiri karanlık, körlük, hiçlik, bütün unsurların karmakarışık bulundukları ilk durumu.” Felsefede bu, “boşluk" ile ifade edilir. Ne var ki bu boşluk sonradan varlaşacak olan bütün imkânların kaynaştığı bir boşluktur. Başlangıçta cansız ve akılsız unsurlar karmakarışık bir vaziyette (kaos) bulunmaktaydılar, sadece akıl sahibi cevher (mis) bu kaosun dışındaydı. Akıl sahibi bu cevher kaosu düzenleyerek ondan kâinatı meydana getirdi (Kozmos). Ibn Arabi de benzer şekilde, bu terimi “ilk taayyün" makamı karşılığında kullanmaktadır. Varlığın başlangıcı bu makamdır. Bundan önce lâ’ta’ayyün denilen vücud-ı mutlak vardır ki bu durumda daha Rububiyyeı üe muıtasıf değildir. Rububiyycı ama’ mertebesinde başlar.
41*,Fûtuhat'ın 198. bölümü. "Nefes ve sırları hakkında bilgiler"
42*Bkz. Fakhr ad-Din Razi, Traite sur les Noms divitıs, tracducıion de Maurice Gloton, Paris 1981, s. 223 ve devamı.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

RUHÂNİ SEVGİ Resim

Ruhani sevgi, sevgilisini hem onun için hem kendi nefsi için sevme durum unu, sevende bir araya getiren aşktır. Oysa tabiî sevgide, âşık, sevgilisini sadece kendi nefsi için sever.

Bil ki, ruhani sevgide âşık akıl ve ilmi bileştirdiği zaman, aklı sayesinde bilge (hekim ) kişi olur; bilgeliği sayesinde de alim biri olur. O zaman bütün işleri bilgelik (hikmet) düzenine göre düzenler ve işlerin yerini değiştirmeye kalkmaz. Dolayısıyla, sevdiği zaman, sevginin ne demek olduğunu, sevenin ne anlama geldiğini, sevgilinin hakikatinin ne olduğunu ve sevgiliden ne istediğini, ne beklediğini bilir. Sevdiği kimsenin sevdiği şeyleri sevmesi için O Sevgilinin (mahbûb) bir iradesi ve ihtiyarı var mı? Yoksa bir iradesi yok da, ne severse yalnız kendi zatı için mi sevmektedir, bunu bilir. Ayrıca sevgilisinin varlığım (vücûdunu), yalnız ve yalnız o mevcûd’un özünde varolmasını isteyen mevcûd’u da bilir. Buna göre; sevgili, o mevcûd’un özünde değil de sırf o mevcûdda olsa bile, o mevcıîd için sevgilidir (mahbûb’dur) diyebiliriz...

Eğer o sevgili, kendi iradesini kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi nefsi için değil de onun için sevmesi mümkündür. Eğer kendi iradesini kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi nefsi için değil de onun için sevmesi mümkündür. Eğer kendi iradesini kullanamayan biriyse, o zaman seven, sevgilisini sadece kendi nefsi için sever, yani sevenin nefsi için demek istiyorum , sevgili için değil, çünkü sevgili sevgisinde herhangi birşeyle nitelenmiş ya da seven hakkında herhangi bir maksat taşıyor değildir. Böyle olmakla birlikte, bu sevgilinin, kimi zaman seven gibi bir irade sahibi olması da mümkündür; öyle ki, seven de bizzat sevgilinin sevdiği şeyi sevdiğini kolayca farkeder. Böylece sevgiliyi, sevgili için sever, fakat aşkının doğurduğu yan bir etkiyle.

Hiç kuşkusuz âşık sevgilinin varlığını istedikten sonra, onunla bizzat kavuşmayı (vuslat) ister. Şu bir gerçektir ki, sevgilinin var oluşu, onunla kavuşmayla özdeştir, başka türlüsü zaten olamaz. Bizim bu konudaki şiirimiz şudur;

“Varoluş zamanı, kavuşma zamanıdır;
Sevme zamanıdır, yiyiniz, içiniz.”


Bu beyit bizin bir kasidemizden, bir şiirimizden alınmıştır. Müşahede halindeyken, hakikatin bize tecelli ettiği bir anda söylediğimiz şiirlerdendir;

Aşk içindeyken Zeyneb’e şaştım kaldım
Onun dışında bize bir yol gözükmedi
Beni baştan ayağa yakıp yandıranın nuru
Tecelli edince, karanlıklar birden dağıldı
Büyük bir sevgiyle ona adadım kendimi
Fakat aşk bu ya, müthiş sarsıyor insanı
Aşkın etkisi ve arzunun cezbesi arasında
Kim bulabilir bir dinlenme anı.


Sevgi ortaya çıktığı zaman, tatlı teneffüs edişler ve derin derin iç çekmeler olur. Öyle ki nefes, sevenin nefsinde, sevgilisinin suretini tasavvur ettiği tarzda çıkar. Hatta, hariçte müşahade edebileceği bir suretle onu izhar eder. Böylece âşığın maksudu hasıl olur ve mutluluğa erişir. Tıpkı ''Âma'' konusunda ifade ettiğimiz gibi, bu da zaman kavramı dışında olur. Bu konuyu böylece anlatmış olduk. Şimdi bu konunun özünü belirten bir şiir sunuyoruz:

Allah’ın bana verdiği rahmete şaştım kaldım
Umarım siz de şaşar kalırsınız
Sevme zamanı varolma zamanıdır
Kavuşma zamanıdır, yiyiniz içiniz
Peki o büyük aşk nerde, o unutulmaz dert?
O büyük tutku?
Kafanız karışmadı mı, aklınız nerde?
Giysisi tertemiz sevgili öylesine örtülü ki
Hiç kimseye, hiçbir şeye benzetilemez ki o.


Daha önce de söylediğimiz gibi, sevgilinin ma’düm olması gerekir. Dolayısıyla sevgili adem halinde, daha varoluşun başlangıcında kendi giysisi içinde tertemizdir, çünkü ilk zuhuru ve varoluşu anında kendisini kirletecek ve değerini düşürecek giysileri giymemiştir 42.*

Temizliğin aslı ise şu hadisde ifade edilmektedir: “Her doğan çocuk “fıtrat” üzere doğar." İşte burada söz konusu olan temizliktir. Şiirimizde örtülü (mahcûb) ifadesine gelince, o, O’nun adem’idir, biz bunu Varlığın şuhüdundan söyledik. “O hiç kimseye, hiç bir şeye benzetilemez ki” derken de, aynı şey söz konusudur, çünkü ma'dum olan bir şeye benzetelimez, nisbet edilemez, fakat seven kendi nefsi için ister. Bu konuyu da, böylece açıklamış olduk. Şiirin devamı şöyle bitiyor:

“Tanrı'ya şükretmek farz oldu bana,
Çünkü o sevgili bakire, bense dulum"


Burada şöyle bir açıklama yapabiliriz: Çünkü sevgili adem durumundan vücud durumuna geçmiştir. Adem durumu da simgesel olarak bir bekâret halidir. Oysa, ben bundan önce, yani doğmadan önce ilahi sevgiliyi sevmiştim , öyleyse ben dulum, bekâr değilim , çünkü varlık giysisini giyindim, dolayısıyla ilk bekâretimi artık korumuyorum.

Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, aslında ma’dum olan sevgili, iradesini kullanmayan bir şahısda gerçekleşecek olursa, sevenin, sevgilisini, sevgilisi için istediği söylenemez, dolayısıyla tıpkı tabiî sevgide olduğu gibi, onu kendi nefsi için zorunlu olarak sever. Buna karşılık, eğer sevgili, iradesini seven üzerinde serbestçe kullanan bir varlıkta — örneğin Yüce Tanrı veya bir kadın ya da bir çocuk gibi ya da başka bir şey— gerçekleştirecek olursa, seven, zikrettiğimiz bu sevgililerle etkilenir. İşte o zaman o varlığın sevdiği şeyi sevenin de sevmesi doğru olur, çünkü aşkı sadece onda berraklaşır. Fakat eğer o varlık, o sevenin sevdiğini islemeyecek olursa. O zaman seven ilk durumunda, yani sevgiliye duyduğu adan halindeki sevgisinde kalır, çünkü yukarıda söylediğimiz gibi, sevgilisi, kendisi üzerinde iradesini kullanamamaktadır.

Bu son düşünce, sevgilisinin, yani o mevcudun, sevdiği şeyi sevenin de sevmesini gerektirmez, çünkî o sevgili, sevenin sevdiği şeyi sevmemektedir. Bu nedenle, o mevcüd. o sevgili, gerçek sevgili değildir. O, ancak o sevgilinin var olma yeridir. Gerçekten de o varlıkta sevgilisini bulması, sevenin gücü dahilinde değildir, ancak kendiliğinden olursa o başka. Ama eğer sevgili, varlığı bir mevcüdda bulunan cinsten değilse, kuşkusuz seven için sevgilinin varolması mümkün olmayacaktır, ancak Hakk’ın yardımıyla olur. Kuşkusuz Allah, İsa aleyhisselâm’a ve kullarından dilediği daha başkalarına bu işi lütfettiği gibi, ona da lütfedebilir. Eğer Allah böyle bir lütufta bulunursa, sevgi, sevgiliye bir varlık hali vermeye seveni mecbur eder.

Bu kadar gerçekçi bir tarzda anlattığımız bu konunun tahlilini ve yorumunu bu kitabın dışında başka hiçbir yerde bulamazsın, çünkü açıkladığım bu konuyu gerçekleştiren bir kimseyi görmedim. Bununla birlikte bir sürü seven var; hatta yaratılmış bıîtün varlıklar seven durumundadır, fakat sevgilerinin kime olduğunu bilmezler; sevgilerini hamlettikleri, o varlıkla perdelenirler. Sonuçta sevdikleri varlığın o varlık olduğunu hayal ederler, oysa ki hakikatte sevginin ikinci dereceden bir sonucudur o. Gerçekte ise, hiç kimse sevgilisini, sevgilisi için seviyor değildir, aksine kendi nefsi için sevmektedir. Kuşkusuz işin aslı böyledir.

Şüphesiz ma’dum bir varlık irade sahibi olarak nitelendirilemez. Bu nedenle seven, ma’dum sevgiliyi kendi için sever ve kendi iradesini sevgilisinin iradesi uğruna terkeder. Eğer bu iş kendi içinde bu şekilde olmazsa, bu hakikat karşısında sevene, sevgilisini sadece kendi nefsi için sevmek düşer. Bunu böyle bil! Böyle anla!

Tabiî suretinden soyutlanm ış ruhani sevgi işte böyledir. Eğer bu sevgi tabiî suretini giyinirse ve o suret içinde tezahür ederse, tıpkı yukarıda ilâhî sevgi konusunda söylediğimiz gibi, o zaman nisbeten ruhani sevgiye daha yakın bir oranda olur, çünkü her halükarda, tabiat üstü bir suret de olsa o da âlemdeki suretlerden biridir.

Bil ki, kolayca algılanan şu duyular dünyasındaki cisimler ve varlıklar içerisinde değil de, hayal âlemine ait varlıklar içerisinde, Ruh, tabiî bir suret giyinirse, hayal âlemine ait bu varlıklar da kolayca algılanabilir bir duruma gelirler. Ancak, bu çok ince, anlaşılması ve algılanması oldukça zor varlıklarla, gerçek varlıklar arasındaki farkı ayırdetmek herkesin becerebileceği bir iş değildir.

İşte bunun içindir ki sahabeler — Allah onlardan razı olsun— Cebrail aleyhisselâm’ı, bir bedevi suretinde geldiğinde tanıyamamışlardı, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber, onlara “İşte hu gelen Cebrail'di, size dininizi öğretmek için gelmiştir" deyinceye kadar onu tanıyamamışlardı; onun hayal âleminden gelen bir varlık olduğunu bilememişlerdi. O zaman Cebrail’in o gelen bedevi olduğu konusunda hiç kuşkuları kalmamıştı 43.*

Aynı şekilde Meryem’e de melek tam manasıyla bir insan şeklinde gözüktü, çünkü Meryem'in de, ruhlar cesedlere, vücudlara büründükleri zaman, ruhlarla ilgili bir bilgisi yoktu 44.* Hz. Peygamber ise, bu konuyla ilgili bilgiye sahipti. İnsan suretinde gelen o varlığın bir melek, yani Cebrail olduğunu biliyordu.

Kıyamet Gûnü’nde de Allah kullarına böyle zuhur edecek, öyle ki kullar O’nu hakkıyla tanıyamadıklarından dolayı gene O’na sığınacaklardır. Suretlerdeki hem ilâhı hem de ruhani sırlar hakkında da hüküm böyledir. Hakk Teâlâ, Kendinden haberi olmayan birine tecelli ettiği zaman da aynı durum söz konusudur.

Allah’ın kendisine böyle lütufta bulunduğu kişi, Hakk’ın tecellisini meleğin tecellisinden, cinlerin tecellisinden ve insanların tecellisinden, (tabiî ki bu varlıklara tecelli etme gücü verildiği zaman, örneğin Kadîb el-Bân ve benzerleri gibi)43* ayırdedecek özel işaretleri bilmesi gerekir. Topraktan yaratılm ış olan insan, kendi suretinde bulunduğu halde, kendisine bakanın gözünde, suretlerde bir durum değiştirme gücüne (tahavvül) sahip olduğuna göre, böyle bir durum değiştirme ruhlarda, cinlerde ve meleklerde daha kolay olacaktır.

Öyleyse iyi bil! Kimi görmektesin, ne ile ve nasıl görmektesin? Önünde gözüken durumlar ne üzeredir? Biz bu konulan llm-i Hayalin Bilinmesi bölümünde genişçe açıkladık. O halde oraya bak! 46*

Ruh tabiî ya da cismani bir suret içinde tecelli ederse, ilâhı sevgi konusunda da söylediğimiz gibi, bu şekilde tecelli eder, seven, o sureti ister zahir ister batın için kabul etsin, bu fark etmez, çünkü bu şeklin dışına çıkılamaz. Bunu böyle bil!

Öyleyse, ruhani sevgi, tabiî sevginin ruhani sevgiyle arasını birleştirmektedir. Ayrıca kendi nefsi için olan sevgiyle, sevgili için olan sevginin arasını da birleştir, tabi eğer sevgili, söylediğimiz gibi, irade sahibi ise. Bütün bu açıklamalarımıza göre, insanlar neyi sevdiklerini ve sevdikleri varlığın hangi varlıkta bulunduğunu bilmemektedirler ve falan varlığı sevdiklerini sanmaktadırlar, oysa ki durumun hiç de öyle olmadığı senin için artık açık bir şekilde belli olmuştur.

Öyleyse sana öğrettiğim kadarını bil ve seni bu konuda beni aracı kılarak bilgisizlikten kurtardığı için Allah’a şükret. Bu kadar açıklama ulaşmayı amaçladığımız maksadımız için yeterlidir, gerçi bu konunun ayrıntıları pek çoktur; fakat bizim bu kitaptaki maksadımız, asıl amaca ulaştıracak yöntemleri ve temel ilkeleri belirlemektir. Allah’a sonsuz hamd olsun!

DiPNoT;

43*Hz. Ömer’in rivayet ettiği bu hadisi şerife göre, Cebrail bir gün insan suretinde çıkıp gelmiş, iman, isldm, ihsan, kıyamet gibi konularda Hz. Peygambere sorular sormuştur. Hadisin tam metni şöyledir: “Günün birinde Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Birdenbire yanımıza bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyordu, yani uzaktan geldiğine dair biriz taşımıyordu. Hiç birimiz onu tanımıyorduk. Nihayet Hz. Peygamberin önüne gelip olurdu. Dizlerini O’nun dizlerine dayadı ve ellerini dizlerine koydu ve “Ya Muhammed, İslâm nedir bana söyle!” dedi. Hz. Peygamber de "Islâm, Allah'tan başka^ ilah olmadığınına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen; namaz kılman. zekat vermen, Ramazan orucu tutman, yoluna gücün yeterse Hacc’a giımendir.” dedi. O adam bunun üzerine “Doğru söyledin." dedi. Biz de hem soru soruyor hem doğru söyledin diye tasdik ediyor diyerek taaccüp ettik, şaşırdık kaldık. O adam yeniden “Peki, iman nedir, bana söyle!" dedi. Hz. Peygamber de “iman, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve kıyamet gününe kaderin hayır ve şerrine inanmanda.” diye cevap verdi. Yine o adam “Doğru söyledin." diye onu tasdik etti. “Peki, ihsan nedir?" diye sordu gene o adam, Hz. Peygamber de “İnsan Allahı’ı görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni her an görmektedir.” diye cevap verdi. O gene “Doğru söyledin." diyerek onu tasdik etti. “Peki, kıyamet ne zaman kopacak, bana söyle." dedi o adam. Bu soru üzerine Hz. Peygamber “Bu konuda kendisine soru sorulan bu soruyu sorandan daha fazla bir şey bilmiyor" diye cevap verdi. “Öyleyse Kıyamet’in belirtilerini söyle.” dedi. Hz. Peygamber de “Kıyametin belirtileri, cariyeııin kendi efendisini doğurması; yalın ayak, başı kabak, çıplak. yoksul koyun çobanlarının kentlerde büyük binalar yükseltmede birbirleriyle yarışa girmeleridir.” diye cevap verdi. Daha sonra o yabancı adam çekip gitti. Ben bir süre öylece kaldım. Sonra Hz. Peygamber “Ya Ömer, bu soruları soranı tanıdın mı?" diye bana sordu. Ben de “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber “O Cebrail’di; size dininizi öğretmek için gelmiştir dedi.” lbn Arabi bu hadisi şerife pek çok göndermeler yapmaktadır bu eserinde. Bu hadisi Müslim, rivayet etmiştir.
44*Bkz. Kurarı; 19/16-41.
45*Bu ad Fütuhat'ıa bir çok defa geçmektedir. Bu zatın tam adı; Ebu Abdullah Kadib el-Ban el-Mevsili’dir.
46*Fütuhat’ın 177. Bölümü. Bakınız Ma’rifet ve Hikmet,' çcv. Mahmın Kanık, İz.Yay. s. 133. Aynca Fütuhat’ın 63. babında bu konuda bilgi vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

TABİÎ SEVGİ Resim

bu sevgi iki türlüdür: Tabiî sevgi ve unsuri sevgi. Fakat, ruhani sevginin gayesinin ne olduğunu söylemeyi unuttuk. Öyleyse, onu bu tabiî sevgi bölümünde söyleyelim, çünkü ruhani sevginin tabiî sevgiyle sıkı bir ilişkisi vardır.

Ruhani sevginin gayesi “ittihat”tır, birleşmedir; yani sevgilinin zatıyla sevenin zatının aynı olmasıdır. Sevenin zatıyla da sevgilinin zatının aynı olmasıdır. “Hulûliyye” 47* düşüncesini benim seyenler aslında bu noktayı vurgulamak islemektedirler, fakat onlar da bu işin aslını bilmemektedirler.

Öyleyse bil ki, tabiî suret (form ); hangi nisbetle ve de cismen veya ceseden hangi hal üzere tezahür ederse etsin (ve adem sevgili de adan olarak kalsa da), o suret, o sevgilinin hayaldeki bir mümessilidir. Bu, hayal mertebesinde (hazreti’l- hayaliyye), hayalî bir bakış ve ona ait bir gözle idrak olunabilen varlık (vûcûd) misallerinden biridir.

İki sevgili birbiriyle sıkıca kucaklaşınca ya da öpüşünce, her biri diğerinin nefesini ve tükürüğünü emer. Bu öpüşme ve kucaklaşma esnasında, birinin nefesi diğerinin içine yayılır. Böylece her iki sevgili de aynı şekilde nefes alıp verir. Birinin nefesi çıkar, öbürünün nefesi girer; onun nefesi çıkar, bu kez de öbürününkü girer.

Tabiî suretlerdeki hayvani ruh da bu nefesden başka bir şey değildir. Öyle ki, her nefes, nefes alıp verenlerden her birinin ruhudur. Nefes alıp verme ya da öpme anında nefes onu diriltir. Böylece Zeyd'in ruhu aynıyla Amr’ın ruhu olur. Bu nefes bir kez sevenden çıktı mı, sevgi suretinde teşekkül eder ve sevgi lezzeti, tadı ona eşlik eder. Kendisine intikal eden nefes birinde ruh olduğu zaman, onun nefesi de ötekinde ruh olur. İşte o zaman, o iki şahıstan her biri hakkında “ittihat’tan söz edilebilir; aşağıdaki şu söz buna uygun düşmektedir:

“Seven benim, sevdiğim de ben."

İşte tabiî suretlerdeki ruhani sevginin gayesi budur. Birinci bölümde yazılan bir şiirde bu şöyle ifade edilmişti:
“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle bir canı bir canla.”

Şimdi tabiî sevgiye dönebiliriz. Diyoruz ki, tabiî sevgi geneldir. Gerçekten, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu aşka tutulanlar kendi hakikatlerine uygun tabiî suretleri alırlar. Sevgideki durumlarına göre, tabiî suretler olarak nitelendirilen bazı özelliklerle tasvir edilirler. Örneğin: “Vecd” hali, "şevk” hali, “iştiyak" hali, sevgiliyle kavuşma sevinci, sevgiliyi görme ve onunla kavuşma gibi.

Bu konuda pek çok sahih hadis nakledilmiştir. O hadislere inanmak gerekir. Örneğin: “Kim Allah’la karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever.". Gerçi her kul, her an Allah'ın gözü önündedir. Kulun Allah’ın gözü önünde olmaması fikri doğru olamaz, çünkü “Allah her şeye şahiddir." (Kur’an, 85/9); Allah her şeyi her an görmekledir. Bununla birlikte, buradaki karşılaşma hem Allah hakkında hem de kul hakkındadır.

Allah, kendisini, kullarına sevgi ve şevk duyan biri olarak nitelendiriyor. Kulu, çorak bir toprak parçası üzerine dalâlete, yoldan çıkmışlığa düşmüş ve hayattan umudunu kesmiş, ölüp gideceğine artık iyice kanaat getirmiş bir haldeyken, üzerinde yiyeceğini ve içeceğini taşıyan bineğini kaybettikten sonra tekrar onu bulan o kulun, tövbeden geçtiğini görünce çok sevinç duyduğunu ve memnun kaldığını bildirmektedir. Peki, Allah’ın kullan için sevinç duyması nasıl olur? Şöyle: Allah, Mutlak ve Sonsuz zenginliğine rağmen, Sübhan oluşuna, Kudretine ve kulları üzerindeki Mutlak İradesine rağmen, kulunun tövbe ettiğini gö¬rünce, kaybettiği devesini (bineğini) tekrar bulan insanın duyduğu sevinçten daha fazla sevinç duyar.

Şu ilâh! sözdeki sırra bak: “Rabb’ımız, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) vermiştir." (Kur’an, 20/50), çünkü bilmelisin ki O bütün işlere istihkakını vermiştir ve de çünkü hiçbir ilmin derecesi Allah’ın ilm'inin üstünde değildir.

Bu nedenle, Allah şöyle buyurmaktadır: “Benim yanımdaki, huzurumdaki s ö z değiştirilemez.(Kur’an, 50/29), çünkü gerçekten var olduğu bilinen bir şeyin, vukuuna aykırı hareket edilemez. Buna göre bir şey, bir iş, kulun aklına göre mümkün görünebilse bile, Allah'ın ilm’ine göre, o imkânlardan birinin vukuuyla ve Allah’ın o iş üzerindeki İradesiyle, dilemesiyle (meşie) mümkün olmayabilir.

Allah’ın İradesi bir şeyin var olmasını ( kevn) dilerse, onun var olması gerekir; fakat vuku bulması gereken şey, bu hakikate göre, mümkün olarak vasıflandırılamaz, (fakat zorunlu, vacip olarak vasıflandırılır.) Bu nedenle konu üzerine eğilenler, “varlığı başkasıyla zorunlu” (elvâcibû'l-vücûd b i’l-gayrih) deyimi için m üm kün terim ini kullanmaktan haklı olarak kaçmıyorlar, çünkü İlâhî iradenin tahkikinde, gerçekleşmesinde bu daha uygundur, işte bunun için Allah, “eğer Allah dilediyse...” (Kur’an, 16/9) şeklinde konuşmaktadır. Öyleyse, Allah’ın bu şekilde hitab etliği ayetlerdeki “lev” harfi, yani “eğer” bağlacı, imtina, için imtina harfidir, yani mutlak bir imkânsızlık ifade eder. Gerçek şu ki, İlâhi İrade yani Allah’ın dilemesi, önceden var olan her şeyden de öncedir, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Bizim kelimemiz, sözümüz peygamber kullarımızın size gelişinden çok öncede vardı." (Kur’an, 37/171).

Yukarıda ifade ettiğimiz “varlığı başkasıyla zorunlu olan” (el-vdcibu’l-vücûd b i’l-gayrih) terimi, varlık (eşya, insan, iş) açısından bakıldığında "mümkün" teriminden daha uygundur, ama aslında tek ve aynı şeydir söz konusu olan. Göz açıp kapama gibi bir anda olmaktadır bunun gerçekleşimi. Dolayısıyla “ihtimal” ortadan kalkmış oluyor. Geriye sadece “mutlak zorunluluk” ya da “şarta bağlı zorunluluk" kalıyor.

Fakat biz bunları bir yana bırakıp asıl konumuza, tabiî sevgiye dönelim ve sözümüze devam edelim. Bil ki. tabiî sevgi; gerçeklen sevenin, bir varlığı, onda kendi nefsi için bulduğu mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektirir. Dolayısıyla seven sevdiği varlığı kendi nefsi için sever, sevgilisi için değil. Bu hakikat, yani sevgiliyi sevgili için sevme hakikati, yukarıda ilâhı ve ruhani sevgi bölümlerinde açıklanmıştı.

Tabi! sevgi, kaynağını in'am ve ihsan’dan alır, çünkü insan tabiatı hiçbir zaman bir başkasını, bütün olarak sevmeyi bilemez, aksine eşyayı ve varlıkları sadece kendi nefsi için sever ve onlara kavuşmayı ya da yaklaşmayı kendi nefsi için arzu eder. Bu, her hayvanda ve her insanda böyledir, çünkü insanda da hayvani bir yön vardır.

Gerçeklen de hayvan ya da canlı varlık ve insan, başka bir neden için değil salt kendi özel varlığını korumak için sever eşini, fakat varlığı korumanın ne demek olduğunu da bilmez. Sadece belli bir varlığa kavuşması için, içinden bir çağrı geldiğini hisseder. İşte onun aşkının temel konusu, sevgilisine kavuşmadır. Dolayısıyla bu kavuşma olayı belli bir varlıkta olur. Söz konusu varlık da onu sevecektir kuşkusuz, fakat asıl olarak değil de sevenin sevgisinin hükmü altına gireceğinden dolayı. Böyle bir kavuşma, hissidir ya da hissîliğe yakındır. Daha önce,

“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda,
Bir teni bir tenle..."


derken bunu ifade etmek istemiştik. İşte tabiî sevginin gayesi budur.

Eğer sevenin sevgisinin gayesi, herhangi biriyle nikahlanmak ise, o kimseyle nikahlanarak bu gayesini gerçekleştirir. O zaman sevgilisinin varlığının bulunduğu yeri araştıracak ve onu elde etmek için can atacaktır. Demek ki, bu tür bir sevgi ancak iki kişi arasında doğabilir tek bir kişide değil, çünkü bu, iki kişi arasında olan bir ilgidir. Bu dediğimiz şey aynı şekilde, kucaklaşma, öpüşme, iki kişi arasındaki sıkı dostluk ya da daha başka davranışlar için de geçerlidir.

Burada “eşyanın tabiatı” ya da “eşyanın hakikati” dememizde, ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisini de rahatlıkla kullanabiliriz. Bununla birlikte bu durum, öteki varlıklardan daha çok insan için geçerlidir, çünkü insan, âlem in hakikatlerini ve ilâh! sureti kendinde toplamıştır; ve gene insanın, en Kutsal Varlık olan Yüce Tanrı'yla ayrıcalıklı bir ilgisi vardır; çünkü insan O’ndan zuhûr etmiştir; O ’nun “Kim!" sözünden olmuştur.

İnsan, (oluş açısından ele alınacak olursa) ruhuyla, öteki varlıklarla ilgi kurar. Tabiat âlemi ve temel unsurlarla 48* da, cismiyle ilgi kurar. Bu nedenle insan, özü itibariyle, temel unsurlarla ve tabiatla ilgili her şeyi sever. Demek ki, burada hakikatin üç derecesi söz konusu olmaktadır. Cisimler âlemi, cesedler âlemi 49* ve ruhlar âlemi.

Bunlardan bazıları unsurî cisimler halindedir. Her unsurî cisim tabiîdir; bazıları da unsurî değil fakat tabiî cisimler halindedir. Her tabiî cisim unsurî değildir. Oysa unsurlar tabiî cisimlerin içindedir ki o durumda bunlara unsurî cisim ler denmez. Felekler (eflâk) ve mülkler (emlâk) böyledir.

İşte bu nedenle, mele-i â’lâ’daki varlıkların kendi aralarında yarış ettiklerini biliyoruz. Bu nedenle onlar, Allah-u Teâlâ’nın şu sözünün kapsamına girmektedirler: “Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı, fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar, esasen onları bunun için yaratmıştır." (Kuran , 11/118 ve 119). Demek ki onlar, Allah’ın merhamet ettiği kullara muhalif olmakla, onlara karşı çıkmaktadırlar. “işte Allah onları bunun için yaratmıştır." yani hemcinslerine karşı çıksınlar diye yaratmıştır onları.

Bu karşı çıkışın sebebine gelince, çünkü İlahî isimler fazilet yarışı içindedirler, ihtilaf buradan doğmaktadır. Peki faydalı olan gelince, zararlı olan nerede olacaktır? Zillete düşüren gelince, izzete yükselten nerede olacaktır? Genişleten gelince, daraltan nerede olacaktır? Soğukluk gelince, sıcaklık nerede olacaktır? Kuruluk gelince, nemlilik; karanlık gelince, aydınlık; varlık gelince, yokluk nefecle olacaktır? Su gelince ateş; balgam gelince, safra; sükun (hareketsizlik) gelince, hareket nerede olacaktır? Ve nihayet Rablık gelince, kulluk nerede olacaktır? Bütün bu çiftler daimî bir şekilde çatışma halinde olmazlar mı? İki kişiyi birden ilgilendiren bir işte haram ortaya çıkınca, helalin yeri ne olacaktır? Öyle ki, birine haram olan şey diğerine helâl olmaz mı? Aynı ve tek varlık üzerine iki farklı hüküm, bir insana iki farklı statü verilebilir mi?

Ortaya çıktığı her yerde çatışma halinde olan şu tabiatın hükmüne iyi bak! Böyle olmakla birlikte, bu çatışmanın varoluş nedeni İlâhi İlme yani Tanrı’nm İlmi'ne karşıt değildir. Şunu iyi bilmelisin ki, ne bu dünyada ne de öteki dünyada Allah’ın dışında hiçbir varlık bir eşya, ya da bir iş üzerinde gerçek kudret sahibi değildir. Öte dünyanın iki yönü vardır: Biri “rü’yet” yönü, yani görünen yön; biri de “hicab" yönü, yani perdeli yön.

Bize bu şeyleri, bu işleri, bu konulan, bunların çıkış ve varış yerlerini bildiren ve bizi ariflerden, bunları bilenlerden eden Allah’a sonsuz hamd olsun! Allah bizi, kendilerine, ilim nimetini bağışlayarak mutlu ettiği insanlardan etsin!

Şimdi senin için bildirilmiş oldu ki, sevginin amacı, aşkın gayesi, insanlar arasından herhangi biriyle kavuşma ya da onunla sıkı dostluk kurma, onunla birlikte bulunm a, onu öpme ya da kucaklamadır; ya da bunların dışında, sevilen varlığın hakikatinin gerektirdiği veya seven varlığın hakikatinin gerektirdiği şeye göre olan durumlardır.

Sevginin gayesi aslında tektir, fakat varlıklar çeşitlidir, pek çoktur. Sevginin gayesi, özellikle, sevgiliye kavuşmadır. Bu ister onunla konuşma şeklinde olsun ister onu kucaklama, isterse öpme şeklinde olsun. Bu, duruma göre değişir. Bir ya da daha çok kişiye karşı, sevenin takındığı tavırlara göre değişir. Sevenin iki kişiyi birden sevmesi doğru olmaz, çünkü ikisini birden kalbine sığdıramaz.

Dolayısıyla, “yaratılmışların sevgisi konusunda böyle bir durum mümkündür, fakat Yaratıcının sevgisi konusunda bu mümkün değildir, çünkü Allah şöyle buyuruyor: “O onları sever; onlar da O'nu sever." (Kur’an, 5/54) buyurmaktadır, demek ki, Allah çok sayıda varlığı birden sevmektedir” dersen eğer, bununla ilgili olarak, biz de deriz ki: Aşkın ma'kul bir anlamı vardır, gerçi aşkı tam anlamıyla tanımlamak olanaksızdır, ama aşkı ancakladan bilir; tatmayan bilmez. Bununla birlikte aşkı tasavvur etmek çok zordur. Allah ile aşkın ilgisini kurmak nasıl olur bilinmez, çünkü Allah “O'na benzer hiçbir şey yoktur." (Kur’an, 42/11) buyurmaktadır.

Yukarıdaki itirazına, yani Allah’ın bir anda pek çok varlığı birden sevmesi konusundaki sözüne gelince, böyle bir itiraz kabul edilmez. Böyle bir itirazı ancak Tanrı’nın Zâtını tanıyan biri yapabilir; oysa ki Tanrı’nm Zâtı bilinmez. Belli bir ölçüde O’nun sevgisi bilinebilse bile, bu sevginin oranı bilinemez. Çünkü Allah kullarına ancak onların diliyle hitap eder. Kullar Allah’ı O’na uygun düşen ve O’nun Kendini vasfettiği hareketlerle tanırlar, fakat bunların keyfiyeti meçhuldür. Tabiî sevginin İkincisi, “unsurî” sevgidir. Gerçi bu sevgi de tabiidir, ama tabiî sevgiden biraz farklıdır, şöyle ki, Tabiî sevgi bir tabiî suretin zararına olacak şekilde başka bir surete bağlanmaz, yani tabiî sevgi bir suretle olduğu gibi, aynı şekilde bir diğeriyle de olur, tıpkı kehribarın birçok nesneyi aynı anda kendine çekişi gibi.

Unsur! sevgiyse, sadece tek bir tabiî surete bağlanır, tıpkı Kays’ın Leylâ’ya, Kaynes’in Lübna’ya, Kesîr’in Uzza’ya ve Cemil’in Büseyne’ye bağlanışı gibi 50.* Bunlar, iki kişi arasında, mıknatısın demiri çekmesi gibi olan bir ilginin, genel bir şey olduğunu açıklamaktadır sadece. Ayrıca, unsuri sevginin ruhani sevgiye benzemesini sağlamaktadır ki bu husus, şu ayette ifade edilmiştir: “Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." (Kur’an, 37/164).

Aynı şekilde, başka inanç ilkelerini dışta tutarak, tek bir akideye bağlanma olgusuyla da bu sevgi, ilâhî sevgiye benzer; tıpkı ruhani sevginin, taharet (temizlik) açısından tabiî sevgiye benzeyişi ve ayrıca bütün inanç ilkelerinde, tek bir Varlık gören insanlardaki ilâhî sevginin, tabiî sevgiye benzeyişi gibi.

DiPNoT;

47*Tanrı'nın insanlara hülul ettiği inancını taşıma.
48*Temel unsurlar şunlardır: Ateş, hava, su, toprak.
49*“Cesed"in çoğulu “ecsad”dır. bu konuda bakınız lbn Arabi “Kitabü'l-ıstılahal”.
50*Su ve ateş, hava ve toprak unsurlarındaki örnekte olduğu gibi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

SEVGİNİN ADLARI Resim

Sevgi makamının dört adı vardır. Bunlardan birincisi “el-Hubb”dur 51*. Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların bozulmasıyla bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşığın başka bir maksadı, gayesi yoktur. Sevgilinin iradesi önünde kendi iradesini bırakır.
İkincisi “el-vedd"dir. Allah’ın “Vedûd” ismi bundan türer. El-vedd Allah’ın sıfatlırandandır ve bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sükutundan dolayı el-vedd diye adlandırılmıştır.
Üçüncüsü, “el-ışk"dır. Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’an’da bu aşırı sevgi kinayeli olarak çokça geçmektedir: “insanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları, inananlar ise, Allah’ı çok, hem de pek çok severler.” (Kur’an, 2/165).Vezirin karısı52* uşağının nefsinden muradını almak istedi, çünkü Yusuf'un aşkı onun yüreğini kor gibi yakmıştı "(Kur’an, 12/30) yani Yusuf için gönlünde beslediği sevgi kalbinin zarı olmuştu. Bu zar öylesine ince bir deridir ki kalbin üzerini tamamen kaplar. Bu zar, kalbi dıştan bütünüyle saran çok ince bir örtüdür. Peygamberimizin bir hadisine göre, Hakk, Kendini “şiddetli aşk”la nitelendirmiştir. Ancak aşk ve âşık isimleri Hakk’a uygun düşmez, çünkü bu “aşk" terimi, âşığı bütünüyle ve her yönüyle kuşatacak derecede sevginin sarması demektir. Bu aşk sözcüğü “gündüzsafası” veya “çitsarmaşığı" anlamına gelen “aşakatü” kökünden gelmiştir.
Dördüncüsü, “el-heva”dır. Heva, iradenin sevgilide açığa çıkarılm asıdır, yani kalbe doğan ilk durumdan itibaren iradenin tamamıyla sevgilinin iradesine bağlanmasıdır. Allah’ın böyle bir adı yoktur. Heva’nın doğmasına sebep, bazen bir bakıştır, bazen bir haberdir, bazen de bir ihsandır. Aslında sebebleri pek çoktur. Anlamı ise, Kudsî hadislerde ve peygamberimizin sahih hadislerinde geçmektedir. Demek ki Allah, nafile olarak yapılan hayırları ve ibadetleri çokça yapan ve böylece dinde Resulüne ittiba eden kulunu çok sever. İşte bu makam bizde “heva" diye adlandırılır. Bazıları buna konuşmayla doğan sevgi demişlerdir.
Ey insanlar, kulağım âşık oldu diri birine
Gözden önce kulak âşık oldu, bakın şu işe.


Bir bakışla ve bir konuşmayla doğan aşk hakkında şu dizeleri söylüyorum:
Senden başkasına olan sevgim bakışla doğuyor
Ancak senin sevgilidir ki konuşmayla doğuyor
Allah biliyorya, sevgili hakkında hiçbir şey bilmiyorum
Oysa onun için, insanlar arasında bir dost, bir sevgili denıüyor
Arzum yalnız kalm aktır onunla onu elde etmek için
Arzum onun bakm asıdır gözlerimin içine derin derin.


Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:
Varlığım sevgilimin peşinde tâkendi gitti
Gözlerim ona bakam az oldu
Bir gün ona bakacak olsa gözlerim
Kurbanı olur ölürüm o huri güzelin
Onu görünce birden bire
Takıldım o güzel gözlerine
Sabaha kadar bütün gecem büyülü geçti
âşık oldum birden, mecnuna döndüm seher vakti
Ah! ihtiyattan doğan sakıncalar!
Keşke tedbirim koruyabilse beni
Kaza ve kaderin hükmünden
Oysa tam tersine aşk deryasına düşürüyor beni
Ey Tanrım, kim bu güzel varlık?
Aşkıyla yaktı beni
Bu utangaç güzelin güzelliği
Ey güzelliği ceylan güzelliği olan sevgili
Aşk şarabıyla gideriyorsun susuzluğumu
Dik dik baksan y a da şefkatli gözlerle ne çıkar
insanın aklını başından alıyorsun sen
Karanlık içinde parlayan bir yıldızsın sen
Senin aşkından dağılıyor kara bulutlar
Nefesi benziyor misk kokusuna
Ki dağıtıyor çok tatlı çok hoş bir koku
Sanki o bir kuşluk güneşi
Sanki o parlıyor gökte gümüş rengi ay gibi
Aydınlanınca hava o görünüyor ilk kez
Ağaran şafakta sabah ışığı oluyor sanki o
Onu kaybeder kararınca hava
O güzelin kara saçlarına benzeyen karanlıkta
Ey sen karanlık gecede parlayan ay
Gel yanıma, yak bütün varlığımı, aydınlat gönlümü
Işıklarla doldur gözlerimi ki seni göreyim
Çünkü bana kalan yalnızca gözlerim dir benim
Duyduğum aşk cazibesinin gerçek temeli
Sesini duyuşumdan ileri geliyor yüreklendiriyor beni.


Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:
Kulağım âşık gözüm âşık
Bakışlar ve duyuşlar arasındaki aşk ne kadar farklı
Kulağım âşık oldu sevgilimin sözlerine
Gözüm âşık oldu sevgilimin gözlerine
Gelirse sevgili bir gün, göz görür âşık olur
Doyam az sevgiliye bakm aya bakışıyla mutlu olur
Kulak dinler mest olur gelirse sevgili bir gün güzellik suretinde
Başka şey duymaz Zeyneb'e âşık olur
53*
Tuhaf ama Zeynep’te bir oldu
işitme ve görme duyusu.


Bil ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, sevginin dörı çeşit adı vardır. Bu adlardan her biri için, diğer üçünde olmayan bir hal vardır. Şimdi biz bunları birer birer ele alalım.

HEVA:
Bunun iki çeşit anlamı vardır ki ikisi de sevgiye uygundur. Birincisi; aşkın, kalp içine inmesi ya da düşmesidir. Bu düşüş sevginin gayb âleminden şehadet âlem ine inerek kalbde zuhûr etmesidir. Örneğin, yıldız düşüyor gibi gözüktüğü zaman, “yıldız kayıyor” denilir. Allahtı Teâlâ da şöyle buyuruyor: “And olsun yıldıza, indiği zaman!" (Kur’an, 53/ 1). Öyleyse bu durumda, “heva” sevginin adlarından birisi olmaktadır. Bunun fiili “heviye yehva”dır; mazide ayne’l-fiili kesradır; muzaride ise fethadır. Bunun ismi ya da masdarı “heva”dır. Bu isim aynı zamanda mazi fiilidir; anlamı ise, sevmek, sevgiden acı çekmektir. Ayrıca aynı fiilin ayne’l-fiili mazide fetha, muzaride kesra olan “hevayehvi” şekli de vardır. Bunun ismi ise “hûviyyû’’dür. Bunun anlamı da düşmektir.
Heva kelimesine, “kalbin içine inme ya da düşme" anlamları vermenin üç nedeni vardır. Bunlardan biri ya da ikisi, ve yahut her üçü de, bu tip bir sevgiyi belirtebilir. Bu üç neden şunlardır: Bakış, duyuş ve ihsanda bulunuş.

Bunların en önemlisi ya da en etkilisi bakıştır.. Çünkü bakışın doğurduğu aşk, sevgiliyle karşılaşm akla değişmez. Oysa sevgilinin sesini duymak böyle değildir. Sevgiliyle karşılaşınca, duyuşa bağlı olan sevgi değişime uğrar. Sevgilisinin sesini duyduğunda onun suretini hayal eder, fakat onunla karşılaşınca hayal ettiği suretin sevgilisiyle tam tamına uyuşmadığını görür, ihsanda bulunmanın doğurduğu sevgiye gelince, bu sakat ve zayıf bir aşktır. İhsanda bulunan varlık gözden ırak olursa, ihsan devam etse bile ilgisizlik bu aşkı kısa zamanda söndürür.
“Heva” sözcüğünün ikinci bir anlamı da; bir tutku ya da birdenbire ortaya çıkan bir sevgi yönelimini vurgular. Öyleyse, herkese, “seninleyim" anlamına gelen bir sevgi eğilimi göstermek şeriatın hükmüne uygun değildir. Allah-u Teâlâ’nın Davud aleyhi’s-selâm'a söylediği söz bunu teyid etmektedir: “Ey Davud. Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse, insanlar arasında hakla (hakikatle, adaletle) hükmet ve sakın “heva”ya uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır." (Kur’an, 38/26). Yani senin sevginin ani yönelimlerine uyma, aksine Benim sevgimin eğilimlerine uy, çünkü sana gönderdiğim hüküm, sana çizdiğim yol böyledir. Görüldüğü gibi, ayetin devamında “sonra seni Allah'ın yolundan saptırır” deniliyor; yani böyle bir sevgi eğilimi, senin yolunu şaşırtır, seni telef eder, sana gösterdiğim ve senin üzerinde yürümeni istediğim yolda seni kör eder. İşte bu konuda Allah’ın hükmü böyledir.

Burada, insanın ani sevgi yönelimleri, insanın istediği, fakat Allah’ın indirdiği meşru yola uygun olmadığı zaman Allah’ın istemediği ve insandan onu terketmesini istediği, sevgidir.
Eğer sen, “Allah insana katlanamayacagı bir şeyi yasak etmiştir; dolayısıyla böyle bir sevgi ya da sevgi eğilimi insan üzerinde öylesine kuvvetli bir etki yapar ki aklını başından alır.” diyecek olursan, biz de, “Allah o insandan sevgiyi yok etmesini istemez, çünkü sevgi, daha önce de söylediğimiz gibi, her zaman kendine bir yol bulur, ilgi konusu değişiktir, ve pek çok varlıkta ilgi alanını bulur” deriz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, heva sevgidir; hakikati ise herhangi bir ya da birçok varlıkla kavuşma sevgisi. İşte bunun için Allahıı Teâlâ, insandan, sevgisini, gönderdiği Tek Hakikate bağlamasını istemiştir; Allah’ın yolu odur. Çünkü insan, sevgisini, Allah’ın yolu olmayan pek çok yola bâglayabilmektedir. İşte bütün bunlar yukarıda geçen ve sakm “heva”ya uyma” ayetinin anlamıdır. Demek ki, Allah insana, gücü ve tâkâtının yetmeyeceği bir işi yüklemez, çünkü tâkâı getirilemeyecek bir şeyi teklifle bulunması Alîm ve Hakîm ve Tann’ya muhaldir.
Eğer sen, gene, Allah’ın ilm inde ezelde bir karara bağlanan, Ebu Cehil ve benzerleri 54* gibi inanmayanlara yapılan iman teklifini ileri sürecek olursan, buna iki türlü cevap verebiliriz: Birincisi, ben “teklif’ derken sadece norm al şekilde, doğal olan şeylere tâkât getirileceğini kastetmiyorum. Doğal durumlara bağlı olan zaten onlara aykırı hareket edemez. Örneğin bir insanın, hiçbir vasıta ve sebep olmadan kalkıp da bir diğer insana “Haydi göğe çık bakalım !” demesi, ya da “Şu iki zıt şeyi birleştir!” ya da “Bir “an”da kal!” demesi (ki bizzat “an’’ın kendisi bir anda kalm am aktadır) gibi. Dolayısıyla Allah insanı normal ya da doğal olarak tâkât getirebileceği şeylerle m ükellef kılmıştır. Inıan ya da imanı telaffuz etmenin, imanı dil ile söylemenin temeli budur. Her insan kendisinde bunlara uygun hareket etme gücünü ve imkânını bulur. Bu ya insanın kendi çalışmasıyla (kesh) olur; ya da Allah’ın yaratmasıyla (halk) olur. Nasıl istersen öyle söyle. İşte bu nedenle, bu konuyla ilgili. Kıyamet Günü’nde kulu ilgilendiren delil Allah’a aittir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: “En üstün delil Allah’ındır”, Allah dileseydi elbette hepinizi doğru y ola iletirdi.'' (Kur’an 6/149). Eğer Allah insana tabii gücünün yetmeyeceği bir şeyi yüklemiş olsaydı, “En üstün delil Allah’ındır" sözüne uygun düşmezdi. Fakat Allah “Dilediğini yapmak Allah’a özgüdür." demektedir. Aynı şekilde. “O yaptığından sorulmaz, fakat onlar yaptıklarından sorulurlar." (Kur’an, 21/23). Bunun anlamı şudur: Allah’a “Sana karşı gelemiyeceğimizi bildiğin halde niçin bize falan işi yükledin? Niçin bize falan şeyi emrettin ya da falan şeyi yasakladın?” gibi bir şey denilemez. Bu konu, “Allah yaptığından sorulmaz" ayetiyle irtibatlıdır. Dolayısıyla, Allah onlara şöyle sorar: “Ben size gücünüzün yeteceği bir şeyi mi emrettim yoksa yetmeyeceği bir şeyi mi?” O nların da normal olarak, “Gücümüzün yeteceği şeyleri emrettin bize.” demeleri gerekir. Çünkü Allah onlara güçlerinin yeteceği şeyi yüklemiştir. Dolayısıyla, “En üstün delil Allah’ındır.” sözü kanıtlanmış oluyor. Oysa ki onlar, “teklif süresince Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu ilimden habersizdirler.

İkinci cevap ise şudur: Daha önce de belirtildiği gibi, Allah’a iman edilm esi zorunludur. Âdem’in zıırriyeti dünyaya gelmeden önce Allah'ın “kabz”ındaydı. O ’nun, onlar hakkında vereceği hüküm ise öte dünyada ortaya çıkacaktır, insan bu dünyada O’nun varlığını kabul ettiği, itiraf ettiği takdirde, ancak “mümin” olarak kalacaktır. Eğer O'na şirk koşarsa var olan bir Varlığa şirk koşmuş olacaktır. İşte bu nedenle, insandan sadece Allah’ın birliğini ve Varlığım kabul etmesi istenm ektedir (ki Hakikat da böyledir, yani Allah Birdir). İnsan Tanrı’nın sevgilisidir. Tanrı vardır ama insanlara gözükmez (ma’dümün minhum). Tanrı Kendisinin o varlıklarda Bir olarak zuhur etmesini sevmektedir. Dolayısıyla Tanrı o varlıklardan birini sevse onu pek çok varlık arasından seçmiş ve sevmiş olur. Tanrı, işte böyle bir sevgiye sahip olanı sever. O sevgilisi olduğu için, Allah o varlıkta zuhûr eden Tevhiddir. Kim ona buğzederse, O’nun sevgilisi olduğu için, bugzedende Tevhid olarak zuhûr etmez. Demek ki, herkesin nihaî amacı Tanrı’ya imandır. Daha önce biz bunu “Tanrı’nın rahmetinin gazabını geçtiği” konusunda belirtmiştik. şimdi heva’nm anlamı senin için açıklığa kavuşmuş oldu.

HUBB:
Bu sevgide, seven, sevgisini öteki bütün yollardan arındırıp kurtarır ve sadece Allah’ın Yolu’na bağlar. İşte seven, bu arınmayı gerçekleştirdiği, yani çeşitli yollarla Tanrı’ya koşulan ortakların neden olduğu kararmalardan sevgisini kurtardığı zaman, bu, halis sevgi olduğundan ve arınmışlıgından ötürü “hubb” (sevgi) diye adlandırılır.

Aynı şekilde içindeki pislikler dibine çöksün, saflaşsın ve berraklaşsın diye bulanık bir suyun konulduğu kaba da "el-hubb” denir. Yamuklardaki sevgi de böyledir. Bu sevgi Sübhan olan Tanrı’ya bağlanır ve müşriklerin ilahlık konusunda Allah’a koştukları ortaklar olan eşlerden Allah için kurtulursa, işte o zaman bu durum “habb” (sevgi) diye adlandırılır.

Nitekim bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “insanlardan kimileri Allah'tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları. Oysa ki inananlaren çok Allah’ı severler...” (Kur’an, 2/165). Bunun nedeni ise şudur: Perde aradan çekilince "kendilerine uyutanlar onlara uyanlardan uzak duracaklar; azabı görünce aralarındaki tüm bağlar kesilecek.” (Kur’an, 2/166). “Onlara uyanlar şöyle diyecekler: Ah! Keşke bir kez daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi bizde onlardan uzak dursaydık!” (Kur’an, 2/167). Dolayısıyla onlara besledikleri sevgi nihai vatanda kaybolacaktır. Oysa ki inananlar Allah’ı sevmeye orada da devam edeceklerdir. Dahası, "inkâr edenlere ne çocuklarının ne de mallarının, hiç bir şeyin Allah’a karşı y arar sağlamayacağı bir anda” (Kur’an. 3/10), inkâr edenler ilahlarına duydukları sevgiden vazgeçtikleri sırada, inananlar inkâr edenlere karşı üstün gelecekler ve Allah’a karşı duydukları sevgi daha da artacaktır. Öyleyse Kıyamet Günü’nde m üşrikler için geriye sadece ve sadece Allah sevgisi kalır. Oysa ki onlar bu dünyadayken hem Allah’ı hem de O ’na ortak koştukları tanrıları birlikte sevmişlerdi. Eğer böyle bir kuruntuya ve yanlışa düşmeselerdi, o tanrıları kesinlikle sevmezlerdi. Aslında o müşriklerin sevgilisi Allah’tı, fakat O’nu çok sayıda yaratıklarda hayal etmişlerdi. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Kıyamet Günü gelince onlar için sadece Allah’a duydukları sevgi kalır. Sonuç olarak ahirette onlar Allah’a, dünyadayken o ortaklara besledikleri sevgiden daha yoğun bir sevgi duyacaklardır. Sevgileri dünyada bölünmüş iken, ahirette Tanrı üzerinde toplanacaktır. O zaman gelince, böyle bir varlık, gerçek sevgilisini müşahede edecektir. O da Tanrı’dır. İşte bu nedenle Tanrı’nın rahmeti önce gelir. Her iki âlem de kuvvettir; orta âlem ise zayıflıktır, çünkü onda ortaklık durumu vardır. Bütün bunları biz daha önce belirtmiştik55*. İşte, “heva" ile "hubb" arasındaki fark budur.

IŞK :56*
Işk-Aşk, muhabbetin ifratı, yani sevginin aşırılaşmasıdır, ya da aşırı bir dereceye ulaşmış sevgidir. Şu ayet bunu ifade etmektedir: “İnananlar ise Allah’ı aşırı derecede severler." (Kur’an, 2/165).
Olduğu şekilde, sar olarak alındığında ve kalp çekirdeğinde 57* o şekilde zuhıır ettiğinde “hubb” diye adlandırılan bu sevgi insanı bütünüyle kuşatır; sevgiliden başka hiçbir şeyi gözü görmeyecek derecede insanı kör eder. Bu hakikat, insan vücudunun bütün organlarına, bütün duyularına, ve ruhuna işler; damarlarındaki kan gibi her yerinde deveran eder, insanın eti olur; vücudunun bütün mafsallarına girer; bedeninin ve ruhunun bütün parçalarını etkileyerek, insanın varlığıyla özdeş olur, öyle ki insanda artık ondan başka bir şeye yer kalmaz. Bu noktaya geldiğinde, bu dereceye ulaştığında ise, insan başkasıyla konuşurken bile, sevgilisiyle konuşur; başkasından bir şey duysa, sevgilisinden duymuş olur; her neye baksa, sevgilisine bakar gibi olur; gördüğü her şeyde sevgilisinin suretini görür; herhangi bir şey görse, “Bu O’dur!” der. İşte o zaman bu sevgi “ışk" diye adlandırılır.

Kur’an’da hikaye edildiği gibi, Züleyha58* buna yakalanmıştı. Bir gün, damarını kesti; kanı yere damladı ve toprağın üstüne “Yusuf! Yusuf!” diye yazdı defalarca. Çünkü sevgilisinin adını anma, damarlarındaki kana karışmıştı. Aynı şekilde, Hallaç hakkında da buna benzer şöyle bir şey anlatılır: Kesilen organlarından akan kanla toprağın üstüne “Allah! Allah!” diye yazılmıştı, bunun üzerine, Allah O’na rahmet etsin, şu dizeleri söylemişti.
“Uzuvlarım kesilmiş, mafsallarım sökülmüş, ne çıkar!
Her birinde Senin Adın anılır Rabbim! Senin Adın yazılır!”


İşte, bu durum, bu baptandır. Bu tür bir sevgiye yakalananlar gerçek “âşıklar” dır. Onlar bu sevgide helâk olmak, yok olmak istem işlerdir. Böyle bir yok oluşu istemeye “gârâm ”, yani, aşkın hakimiyeti altına fiilen girme, denir. Sevenlerin niteliklerini anlatırken, inşallah bu konuyu ele alıp inceleyeceğiz59.*

V ED D :
Bu sevgi, “hubb”un, veya “Işk”ın, ya da “heva”nın, kararlı ve devamlı olmasıdır. Âşığın durumu ne olursa olsun, bu üç durumdan birine girecektir. Bu sevgiyle nitelenmiş bir insan sebatlıdır, kararlıdır; hiçbir şey ondaki bu hali değiştiremez ve etkisini bozamaz. Hoşa giden ya da hoşa gitmeyen durumlarda etkisi aynı sürekliliktedir. Her an varlığının yanında olm asını arzuladığı sevgilisinden ayrılm ası ya da uzaklaşması onu ne üzer ne de sevindirir. Böyle olmakla birlikte, sevgilisinin varlığı zuhûr etmiş olduğu için o gene de sevgilisine bağlı kalmaya devam eder. Demek oluyor ki, bütün bu tutumlar, tavırlar “vedd” diye adlandırılır. Yüce Allah’ın şu ayeti bunu belirtmektedir: “îman edenler ve salilı amel işleyenler için Rahman, kararlı bir sevgi yaratacaktır.” (Kur’an, 19/96). Yani Allah katında ve kulların gönlünde onlar için kararlı bir sevgi yaratacaktır ve onları herkese sevdirecektir. İşte, “vedd"in anlamı budur.

Gerçekten de sevginin, âşıkları etkileyen çok çeşitli durumları vardır. İnşallah bunları ilerilerde de ele alıp inceleyeceğiz.
Örneğin, “şevk" — (şidetli arzu); “gârâm"— (aşkın hakimiyeti): “hiyem”— (çılgınca aşk); “kelef'— (aşk derdi): “bekâ”-(aşkından ağlama); “hüzün”, “kebb”-(aşk yarası); “zübul”-(vücuttan düşme, aşkından erime); “inkisar"-(iç çöküntü, yıkılma, kırılma). Ayrıca bunlara benzeyen ve âşıkların vasıfları olan ve şiirlerde anlatılan nice nice durumlar. İnşallah bütün bunları ayrıntılı olarak açıklayacağız.

DiPNoT;

51* “Hubb” kelimesi hem sevgi hem de tohum anlamına gelir. Fiil olarak da hem
sevmek hem de tohum ekmek anlamına gelir.
52*Hz. Yusuf’a âşık olan Züleyha söz konusudur burada.
53*” Girişte de belirttiğimiz gibi Zeyneb isminin lbn Arabi nezdinde özel bir yeri
vardır. Kızının adı Zeynep’tir; Zeynebiyyat adıyla şiirler de yazmıştır.
54*Ebu Cehil, yani Cehaletin babası, Hz. Peygamber'in amcası olmasına rağmen,
onun amansız bir düşmanıydı. Bedir savaşında öldürülmüştür.
55*Bkz; “İlahi Sevgi” bölümü.
56*Bkz; “Sevginin Adlan” bölümü.
57*Hubb), daha önce de belirtildiği gibi hem sevgi hem de tohum anlamına gelir.
58*Kur'an’ın 12. suresi olan Yusuf suresine bakınız.
59* “Aşıklann Bazı Sıfatlan" adlı bölümde bu konu anlatılmaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

SEVGİNİN YANILTMALARI Resim

Sevgide pek çok yanılmalar olur. Birincisi, daha önce zikrettiğimiz bir şeydir. Yani âşıklar sevgilinin gerçek bir varlığı (emrün vücûdiyyün) olduğunu zannederler. Oysa ki sevgili, “adem" halinde olan bir varlıktır (emrün ademiyyûn). Âşık, sevgiliye öylesine bağlanır ki sonunda onu, gerçek bir varlıkta ,”var” olarak görür. Âşık, gerçek varlığını sevdiği sevgiliyi görür görmez, var olan bu varlıktan doğan bu halin sürmesi için, sevgisi yenilenir. Böylece sevgili hep “ma’dum" olarak kalır. Sevginin temel hakikatlerini ve onunla ilgili tüm halleri bilen “arifler” dışında âşıkların pek çoğu bu durumu bilmezler. Bunu daha önce belirtmiştik.
Bu bölüm de söyleyeceklerimizin çoğu, çok aşırı bir dereceye ulaşmış sevgi hakkında olacaktır. Bu aşırı sevgi, âşıkların akıllarını başlarından alır; onları zayıflatır, bir deri bir kemik haline sokar; düşüncelerine musallat olur, inatçı bir saplantı, bir kuşku, bir türlü uyuyamatna, kuvvetli bir aşk arzusu, bir şevk, bir işüyak, devamlı uyanık kalma gibi haller doğurur. Bu sevgi, insanın davranışını bütünüyle değiştirir, gönlünü ve yeteneklerini alt üst eder. Sevgilisi hakkında yanlış, hatta kötü bir fikir ve kanaat sahibi olacak, onun hakkında suizanda bulunacak kadar, âşığı acılara boğar. Bu sevgi, âşığı deli-divaneye çevirir. Şunu belirteyim ki burada, senin, sevgilinin kendisinde zuhur etmesini istediğin bir varlığı kasdediyorum, oysa bu konuda insanların çoğu o varlığın genellikle kendileri için bir sevgili olduğunu sanırlar.
Bu konu üzerinde biz iki gruba ayrılmış durumdayız. Bizden bir grup, o mevcûd’dan olan ve de sevdiklerini onda zuhıır ettirdikleri, sevdiklerinin var oluşlarım ona ayan ettikleri, kendi hayallerindeki misale (kopyaya) bakarlar. Bu, hayalde bir bağlantı kurmaktır. Dış gözlerinde o sevgililerinin var oluşlarından daha latif bir bağlantı ile ona bağlanarak onu müşahedeye dalmaktır. Bu onlara daha tatlı gelir.

İşte Leylâ’nın aşkıyla mecnun olan, Kays’ı, Leylâ yanına geldiği zaman Leylâ’dan yüz çevirten bu aşktır. Bu durumdayken, “Gözümün önünden çekil git!” dem iştir Leylâ’ya. Sevgilisinin böyle açıkça hissedilen ve görülen varlığı, onun hayali müşahedesinin zevkini perdelemekteydi, çünkü Leylâ, Kays’ın hayalinde gerçek varlığında olduğundan daha çekici ve daha güzeldi. Böyle bir durum sevginin en tatlı ve en güzel yanıdır. Kim bu niteliğe sahip olursa, sevgilisinden ayrı kalmaktan şikayet etmeksizin, mutluluk ve nimet içinde olmaya devam eder.
Biz bu ayrıcalıklı durumdan en çok yararlanan âşıklardan biriyiz. Çoğu âşıklarda benzeri durumun olması nadirdir, çünkü doğal eğilimlerine ve sevgilerine kabalık egemen olur; çünkü “latif sevgilerine “kesafet" bulaştırırlar. Bizce bunun sebebi şudur: Maddeden soyutlanmış manaların aşkına tutulmuş insanın nihai gayesi, o manalar “kesif bir biçim kazandıkları zaman, o manaları yeniden hayale indirmektir; tabii ki onları çok aşağılara indirmek istemeyecektir. Peki öyleyse, aşkta en İtesi/hali olan kimdir? Onun manalar hakkındaki “letafet”i nedir sence? işte durumu böyle olan birinin Allah’ı sevmesi de mümkündür. O insanın gayesi Allah’a duyduğu aşkını “teşbih”den tecrid edemediği zaman, ona hayal planına kadar indirmek olacaktır. Bu durum Hz. Peygamberin — selâl ve selâm üzerine olsun— şu sözünde ifade edilmekledir: “Allah’a sanki O’nu gürüyomuş gibi ibadet et, çünkü her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni her an görmektedir." Biz bu sıfatla bir varlığı sevdiğimiz zaman, sevgilimizin, kesif cisimler âlemine ait, hissedilebilen varlıklardan birinde zuhur etmesini isteriz. Sevgilimizi kendi güzelliğinin daha üstünde olan bir güzellikle donatarak onu hayal âlemimize yükselterek onu latifleştiriz ki artık oradan sevgilim izin ayrılması ya da uzaklaşması im kânsız olur. Böylece âşık sürekli bir kavuşma içerisinde olmaya devam eder. Bu konuyla ilgili şu dizeleri yazdım:

Aşkından mecnuna dönmüş kişi sürekli yakınmakta
Ayrılıktan, sevgilisinden uzakta kalm aktan
Bense, tam tersine çok uzağım böyle yakınm aktan
Çünkü sevgilim her an hayalimde, her an yanım da
Doğrusu, sevgilim benden doğmakta, bende kalm akta
Öyleyse “Bana ne oldu? Bana ne oldu?" demek niye?


Yukarıda, aşk, insanın aklını başından alır götürür, demiştik. Kimileri de “akıl ile idare edilen aşkta hayır yoktur.” demişlerdir. Ebu’l-Abbas el-Mukarani el-Kussad da şöyle demiştir: “Aşkın, insanlar üzerinde, akıldan daha etkili bir gücü vardır.” Evet, üstadlar böyle dediler, çünkü akıl, insanı belli bir kayıt altına alır, oysa ki aşk insanın hayatını alt üst eder, insanı şaşkına çevirir, hayrete düşürür. Şaşkınlık ise, akıllılıkla bağdaşmaz. Akıl sayesinde insan kendini toplar. Şaşkınlık ise, insanın kendini dağıtmasına neden olur.
Hz. Yakup çocuklarına "Eğer; bana bunadı demezseniz inanın ki ben Yusuf’un kokusunu duyuyorum." dedi. Bunun üzerine Yusuf’un kardeşleri Yakub’a “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığın içindesin.” dediler. (Kur’an, 12/94- 95 ) Bu şekilde Yusuf’un kardeşleri, babalarının Yusuf’a duyduğu sevgiden dolayı nasıl bir şaşkınlık içine düştüğünü belirtmek istiyorlardı.
Demek ki, şaşkınlık insanı dağıtmakta, insanın kendini toplamasına imkân vermemektedir. Bu nedenle aşk, “dağılma” ve “dağıtma” özelliğiyle tavsif edilmiştir. Bu özellik, birçok açılardan, âşığın kaygılarını, sıkıntılarını dağılır. Bu bağlamda. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar çoğaltan Rabb’inizden korkun.." (Kur'an, 4/1). Aynı şekilde gene şöyle buyuruyor: “...Dağlar etrafa serpildikçe serpildiği, dağılan bir toz duman haline geldiği zaman..." (Kur’an, 56/5-6). Âşık, sevgilisinin hükmü altına girer; onun hakimiyeti altında kalır. Dolayısıyla kendisi için, kendisinde bir idare mekanizması kalmaz. Bağımsızlığım ve özerkliğini yitirir. Gönlünü ve kalbini ele geçiren, istila edip kuşatan Aşk Sultan’ının kendisine verdiği bağışlara ve emirlere bağımlı kalır. Sevgisindeki bu alt üst oluştan dolayı, âşık karşılaştığı her şahısta sevgilisinin güzelliğini gördüğünü hayal eder. Aynı şekilde, bizzat kendisinin gördüğünü, onu görenlerin de gördüğünü düşünür. Bunun böyle olmasının nedeni, âşığı saran hayret ve şaşkınlıktır. Şu atasözü de bu durumu dile getirmektedir: “Kimi seviyorsan, herkesin yüzünde onu görürsün.” Yani sevgilin daima senin yanındadır. Ey âşık, sevgilin senin gözünde ne denli güzelse, sevgilini gören herkesin gözünde de o denli güzel olduğunu tahayyül edersin.

Âşığı saran bu duygunun, onun bu şekilde alt üst oluşunun bir başka nedeni de, sevgilisini elde edebileceğini sandığı çeşitli yollarla şaşkına dönmesidir. Âşık, “sevgilime kavuşmak için şöyle şöyle yaparım; şu şekilde ya da bu şekilde hareket ederim” der kendi kendine. Fakat, kullanması gereken yol ne olursa olsun gene de şaşırıp kalmaktan geri durmaz, çünkü duyu planında sevgilisiyle birlikle olmaktan elde edeceği lezzetin, zevkin hayal planında ondan elde edeceği lezzet ve zevkten daha büyük olacağını tahayyül eder. Bunun nedeni, uyku halinde iken hayalinde hissettiği lezzetten duyduğu zevkten gâfil olan, dolayısıyla ondan vazgeçen bu âşığın üzerine kesafet'in hakim olmasıdır. Bu durum âşığa, hayal ile elde edeceği zevkten daha yoğun ve daha büyük bir zevk verir, çünkü böyle elde edeceği kavuşma hayalen elde edeceği kavuşmadan daha kuvvetli olacaktır. Oysa ki hayalen kavuşma fizikî kavuşmadan yani duyular planındaki kavuşmadan daha çok etkiler insanı. Böylece, mana olarak doğan lezzet ve zevk, hayalen kavuşmadan doğacak zevkten daha yoğundur (kesiftir), işte o zaman, sevgilisiyle fizikî kavuşmasına imkân veren yollar bulma konusunda âşık şaşırıp kalır. Amacına ulaşmak için bir hile, bir yol bulmak ümidiyle âşık, bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi olanlara konuyla ilgili sorular sorar; hele bu konuda şairin aşağıdaki dizesini işitmişse!
“Gerçekten âşık olduğun doğru olsaydı Sana gösterilirdi kuşkusuz aşkın yanıltmaları..."
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ÂŞIKLARIN BAZI SIFATLARI Resim


NÜHÛL - ERİME: Aşıkların sıfatlarından ilk anlatacağım , Hicri 599 yılında, Kabe-i Muâzzama’da, Rûkn-i Yemani önünde bulunduğumuz bir sırada -Yunus ibn Yahya ibn Ebi’l-Hasan el-Haşimi el-Abbasi cl-Kassar’ın bize anlattığı şu vasıftır. Şöyle dedi: “Bize İbn Abdülbaki anlattı, ona da Ahmed ibn Ahmed, ona da Ahmed ibn Abdullah, ona da Abdullah ibn Muhammed ibn Cafer, ona da Hicri 288’ de müfessir Ebu Bekir ed-Deynuri anlattı, ona da Muhammed ibn Amed eş-Şemsatiyyi anlatmışmış; dedi ki: “Zünnun el-Mısri'nin60* şöyle dediğini işittim : “Gerçekten Allah’ın bazı kulları vardır ki kalbleri Allah aşkının kristalvari saflığıyla doludur. Allah onların ruhlarını Kendisini görme şevkiyle ve aşkıyla genişletmiştir. Âşıkların gönüllerini Kendine çeviren ve Aşkıyla dolduran; anlayışlarını, akıllarını O’na yaklaşmaya elverişli kılan; O’nun bağışını kabul edebilmeleri için göğüslerini saflaştıran, berraklaştıran Yüce Allah’a hamd olsun! Onları yardımıyla başarılı kılan; dayanılmaz yalnızlıklarında onları Kendine yakın ve dost eden; onların hastalıklarını iyileştiren Yüce Allah’a hamd olsun! Ey Allahım, onların bedenleri Senin için eğildi. Uzanan elleri Sen’den gelecek lütfün artması için açıldı. Sen’i anlamanın nedenli tatlı bir zevk olduğunu tattırdın onlara. Böylece hayatlarını güzelleştirdin hem de ne kadar güzelleştirdin! Onlara bağışladığın nimetler nedenli sürekli! Göklerin kapılarını açtın onlara! Onların kalblerine “melekut âlemi”nde dolaşma izni verdin! Fakat gene de aşıkların sevgisini unutmadın, çünkü sana âşık olanların aşkı, şevki, Sen’in üzerine müsteniddir. Ariflerin kalbi Sen’i arzular. Sadıkların kalbi Sen'i arar, Sana sığınır. Korkanların korkusu Sana bağlanır. Yoksulların gönlü Senin korumana muhtaçtır, çünkü bazen gevşeklikleri nedeniyle, rahatları için umutsuzluğa düşerler, kendilerindeki gafleti görmeye de pek eğilimli değillerdir. Kendilerini ilgilendirmeyen konularda fikir yürütmeye pek girişmezler. Geceleri uyanık kalmaktan dolayı, yorgunluktan gevşemezler. Dilleriyle O’na münacat ederler. O ’na olan gereksinimlerini bilerek O’na karşı mütevazi davranırlar ve O’na gizlice yalvarırlar. İşledikleri günahlardan ötürü O’nun affını, yaptıkları hatalardan dolayı O’nun bağışlamasını isterler. Hüzün fikriyle kalbleri erir ve Allah’a iyi, dindar insanlar olarak hizmet ederler.”

Allah onlardan razı olsun, onların belirgin vasıflarından biri “nühûl'dür. Bu sıfat onların kesif ve latif özellikleriyle doğrudan ilgilidir. Aşıkların latif olan ruhları böylece duyuların algılamasından ve hayalin biçimlendirmesinden kurtulur. Aşk onlara kuşkusuz serap letafeti gibi bir latiflik verir. Bunun açıklaması şöyledir:-Susamış biri serabı görünce, onu su zanneder. Kur’an’da bu durum şöyle açıklanmıştır: “İnkar edenlere gelince, onların işleri düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su zanneder, fakat yanma gelince bir şey olmadığını anlar ve orada Allah’ı bulur Ve Allah onun hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir." (Kur’an, 24/39). Serabı su zannetmesinin nedeni, o insanın susamış olmasıdır, eğer susamasaydı onu su zannetmezdi, çünkü o insanın araştırmaya yönelmesi suya duyduğu gereksinimdendir. Bu nedenle suda hayatın sırrı gizli olduğu için, daha doğrusu su hayat kaynağı olduğu için, suya olan isteğini ve sevgisini gerçekleştirmek üzere seraba yönelir. Fakat yanma varınca, orada hiç bir şey bulamaz. Orada hiç bir şey bulamayınca, su yerine, yanı başında Allah’ı bulur. Aslında susamış bir insanın oraya yönelmedeki gayesi, maksadı bizzat su idi. Allah’ın maksadı ise. o insanın işin farkına varmaksızın, bu yanılsama yoluyla onu Kendisine ulaştırmak!...

İşte böylece Allahu Teâlâ, kul farkına varmaksızın, kulunu aldatır. Aynı şekilde Allah, Kendisine sığınan, iltica ve rücü eden, Kendisine güvenen kuluna daha fazla ilgi gösterir. Allah o kulu için, kul işin bilincine varmaksızın, sebebleri yarattığı anda, o kulu sebeblerden kurtarır. Böylece o kul bu serap içinde hayal ettiği sudan mahrum olunca, yanında sadece Allah'ın varlığım bulur. Demek ki kul, yan sebeblerden kurtulunca ve istediğini elde edemeden o yanıltıcı gerçeklerin kapıları kapanınca, ancak o zaman Allah’a rücû etmekte, O’na dönmektedir. Sonuçta, kul “herşeyin hükümranlığını, melekutunu elinde bulunduran Tanrı ’ya" (Kuran ,36/83) döner. İşte Allah tarafından, bu yolla, bu şekilde, istenilen amaç budur, kullan (onlar Kendisini sevm elerine rağmen) Kendisine doğru zorla ya da kendi istekleriyle göndererek yapar bunu. Aynı şekilde kullar, ruhlarının, Allah’ın kendilerine farz kıldığı yükümlülüklerle yükümlü olduğunu bilirler; ayrıca ruhlarının bilerek Allah’ın Emri üzerine çalıştıklarına inanırlar. Bunu da Allah'a duydukları sevgiyle, muhabbetle ve O’nun Rızasını kazanmak arzusuyla, ve O emrettiği şekilde onların hareket ettiklerini görsün diye, yaptıklarına inanırlar.

Gözlerinin önünden perde kalkınca ve kalb gözleri açılınca, kendi nefislerini su şeklindeki serap gibi görürler; ayrıca Allah’ın hukukuyla, yani kendilerine emrettiği yükümlülüklerle, kaim olanın, sadece o fiillerin yaratıcısı olduğunu görürler. O yaratıcı ise Allah’tır. Dolayısıyla, yanılsamayla kendi varlıkları olarak hayal ettikleri varlığın Allah olduğunu anlarlar. Böylece onların varlığı kaybolur, geriye sadece Hakk’ın Varlığıyla müşahede edilen Hak bâki kalır, tıpkı su serabı da seraptan fani olunca, geriye sadece su olmayan serabın müşahede edildiği gibi. Sonuç olarak, ruh da kendi içinde bir “mevcut”tur ve “fail” değildir.

Böylece bilinmiş oldu ki. seven, sevilen varlıkla özdeş olmakta ve sonuçta kendini sevmiş olmaktadır. Bu iş böyle olur, başka türlü olmaz.

İşte âşıkların ruhlarında bundan daha latif bir “nühûl” olamaz. Âşıkların kesif yönleriyle ilgili olan “nühûl’’a gelince. Sevgililerinin kendilerine yüklediği şeyleri yerine getirme konusunda kendilerini kuşatan düşünce dalgalarının etkisi altında renklerinin değişmesi ve bedenlerindeki etlerin erimesidir. Bu nedenle âşıklar, ahitlerine, antlaşmalarına vefalı davrananlar olarak nitelenmeleri için kendilerine yüklenen bu yükümlülükleri severek ve büyük bir gayretle yerine getirirler. Çünkü Allah’a bu konuda ahit vermişlerdir. Allah’a ve O ’nun Elçisine iman etme, inanma konusunda o antlaşma üzerine bağlı kalırlar. Dolayısıyla Allah'ın şu sözüne kulak verirler: "Ey iman edenler! Yaptığınız akitleri yerine getirin.(Kur’an, 5/1); “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım.(Kur’an, 2/40); Anlaşmayı bozmayınız, çünkü siz Allah’ı kendinize “kefil" yaptınız.

İşte, âşıkların cisimlerinin erimesine neden olan durumlar bunlardır.

DiPNoT;

60* Zünnun el-Mısri (h. 180/m. 796-h. 245/m. 859): Daha fazla bilgi için bkz.: Hucviri, Hakikat Bilgisi (Keşfü'l-Mahcub), hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1982, ss: 198-200.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ZÜBÛL - HARAP OLMA:
Bu nitelik sahih bir niteliktir; âşıkların hem ruhlarını hem de vücutlarını derinden etkiler.

Vücutlarını etkilem esinin nedeni, yağ ve su içeren, leziz ve iştah açıcı yemekleri terketmeleridir. Oysa bu yemekler (nefislere) ruhlara bir tat, vücutlara da sağlık ve güzellik verir.

Allah onlardan razı olsun bu âşıklar. Sevgilinin, kendilerine, Huzurunda durmalarını, kıyam etmelerini, öteki insanlar uykuya dalmışken, O'nun tecelli ettiği sırada, O’na münacatı bulunmalarını emrettiğini bilirler.

Âşıklar, vücutlarında meydana gelen rutubetlerin duygularını körelterek ve bulandırarak beyinlerine kadar yükselen buharlar çıkardığını görürler. Halvet içinde O’na mûnacatta bulunmak için uyanık bir halde Sevgili’nin huzurunda durmalarını engelleyecek derecede, üzerlerine uyku çöker. Sonra, bu buharlar onların bedenlerinde bir güç bir kuvvet ortaya çıkarır ki, bu kuvvet bütün organlarına yayılır ve sevgililerinin, kendilerine tasarrufunu yasakladığı fuzuli işlerde bulunmaları için onları kışkırtır. Bunun üzerine onlarda birinci derecede ihtiyaç olmayan yiyecek ve içecekleri terkederler. Bu nedenle, vücutlarında meydana gelen rutubet, dedim ya yavaş yavaş azalır. Böylece sağlıkları ve güzellikleri yok olur; yüzlerindeki parlaklık gider, bedenlerindeki uygunluk kaybolur; boyları posları biçimsizleşir. Uykuları dağılır; uyanıklıkları güçlenir, yoğunlaşır, artar. Dolayısıyla Sevgili’nin huzurunda kıyamda durmak olan amaçlarına ulaşırlar. Bu zühdle, yani terkettikleri şeyle, amaçlarına ulaşmak için gerekli yardımı bulmuş olurlar. İşte vücutlarının “zübûl”ü, yani harap olması bu demektir.

Ruhlarının “zübûl”üne, yani harap olmasına gelince; bunun sebebi, onların sahip oldukları ilimlerin ve marifetlerin verdiği birçok nimetler ve büyük mutluluktur. Gerçekten de bu âşıkların ruhları yardımlaşma hususunda kendi cinsleriyle bir dostluk, bir içtenlik kursunlar diye, “mele-i a’la”daki varlıkların ruhlarıyla sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü onlar Allah'ın şu sözünü işitmişlerdir: “iyilik ve takva üzere yardımlaşın.’' (Kur'an 5/2). Onlar kendilerini, bu ayetin muhatabı olarak hayal etmişlerdir, oysa iş hiç de öyle değildir, çünkü bu ayete muhatap olanlar, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşanlardır. Bu nedenle Tanrı, bir yasaklamayla sürdürmektedir ayetin devamını: "... günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın; ayrıca Allah'tan korkun...(Kur’an, 5/2). Görülüyor ki, böyle bir durum “mele-i a ’la”daki varlıkların sıfatlarından değildir.

Böylece bu konudaki yanılgılarını öğrenince bu ayet üzerinde durmaktan vazgeçerek şu ayet üzerinde durmaya başladılar: “Allah’tan yardım isteyiniz ve sabrediniz" (Kur’an, 7/128), yani nefislerinizi (ruhlarınızı) Allah’la birlikle tutunuz. Bu ayetin etkisiyle onlar, ilgili varlıkların farkına varırlar; o varlıklarla birlikte bulunmaktan dolayı büyük mutluluk içinde oldukları halde, ruhları harap olur, çünkü arlık onlar “Zatına benzer hiçbir şeyin olmadığı Varlık”a bağlanmışlardır (Kur’an, 42/11). O ’nunla kendileri arasında bir benzerlik ilgisinin olup olamayacağını bilemezler. Dolayısıyla o ilgiye bağlanırlar. İşte o zaman “mele-i a'lı”daki varlıklara şöyle derler: “Allah’ı tanımak, ancak Allah (sübhanehu), sana senin dilinle, senin tarzında ve senin ifadelerinle hitabederse mümkündür. Eğer bu dili konuşan varlıklar — ki sen de onlardansın— Allah’ın hitabı üzerinde aynı kanıya varırlarsa, o zaman O’nu tanımak mümkündür. Öyleyse, o dil ile Allah’ın size hitab ettiği şeylerin anlamına dönünüz. O hitabın anlamı bu tarzda geliştirilen fikre tamamen uygundur. Bizi Allah’a bağlayan bu incelikten ötürü, bilgisizlikle, O’nunla kendi aranızda bir benzerlik kurmaya kalkışmayınız.”

Hiç kuşkusuz Allah’ın sana hitab ettiği şekliyle bu sıfat gereklidir, çünkü Allah Kendisini o sıfatla vasfetmektedir. Nitekim O’nun sıfatları, bizden O’na doğru giden özel bir ilgiyle ancak geçerli olmaktadır. Sen bu sıfata bağlandığın, gereğine kesinlikle uyduğun zaman, o sıfat seni O’nun yanına eriştirecektir. İşte o zaman o sıfatın O’na nisbetinin nasıl olduğunu bir zevk ilmiyle ve bir ilâhı tecelliyle bileceksin. Dolayısıyla “zübûl”ün, haraplığın öylesine artacak ki vehmedilmiş hayali bir noktaya döneceksin, tıpkı kimilerinin şöyle dediği gibi:
“Sende döndüm ben, bitkinlikten dolayı,
Tıpkı vehmedilmiş bir hayali noktaya."


Böyle bir şey ancak vehimde bir varlık kazanabilir. İşte âşıkları ruhlarında belirginleştiren “zûbûl” sıfatı böyledir.

Keşf yoluyla teyit edilmiş bir haberde bize aktarıldığına göre, İsrafil aleyhi’s-selâm, yani en yüce ruhlardan biri olan ölüm meleği, kalbi üzerine Allah’ın büyüklüğünün, azametinin inip çökmesiyle her gün kendi nefsinde yetmiş kere daha küçük olmaktaydı ve halta boyutsuz bir hale geliyordu. Tıpkı Kıyamet Günü’nde Allah'ın kullarına üstün olduklarını göstermek amacıyla kibirlenenlerin Kıyamet Günü’nde alçalmış ve horlanmış zerreler, küçücük parçacıklar olarak haşrolunacakları gibi. Çünkü onlar dünyadayken büyüklük taslamışlar, kibirlenmişler, şişkinlik etmişlerdi.

İşte bu sıfat onların ruh ve bedenlerindeki “zübûl’’dür.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

GÂRÂM - HELÂK OLMA:
Daimi bir sevgiyle ortaya çıkan, Sevgilide helâk olmayı isteme halidir bu. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Gerçekte» de Cehennem azabı daimi bir helaktir" (Kur’an, 25/65); yani sevgilinin varlığına devamlı bağlanmakla ortaya çıkan bir helâk olma durumudur. “Gârim" terimi de aynı köklendir. Kendisine bir şey borçlu olunan anlamındadır. Bu nedenle “gârim ” yani “borçlu” diye-adlandırılır. Bu sözcüğün harflerinin (G -R-M ) yerleri değiştirilirse “ragam” (R-G-M ) sözcüğü elde edilir. Bunun anlamı toprağa yapışmak, iğrenmek, tiksinmek, karşı koymak, küçük düşürmektir; toprak yığını demektir. Örneğin, “Burnu büyüdü!" (Ragime enfuhu) denir, çünkü yüzün güç ve kuvvet ifade eden dış kısmı burundur. Bununla “ragâm” terimi arasında, namazda bir ilgi kurulmuştur, çünkü namazda secde haline varınca burun toprağa yapışmaktadır. Böyle olunca, yani aşkın helâk etmesi anlamına gelen “garam ” teriminin, “ragam" terimiyle de ilgisi kurulunca, “mugrern ”in, yani aşkla helâk olmuş varlığın, zillete, alçalışa düçar olduğu da gösterilir. Çünkü toprak zelillerin zelilidir, işte bu nedenle, zelil varlıklar tarafından çiğnendiğinden dolayı toprak, belagatta mübalağa sıigasıyla “zelûl" diye nitelendirilir.
“Hubb”; asıl sevgi, sevenlerin kalbinde olan bir şeydir; “şevk" ise; müştak olanların, aşırı bir arzuyla sevenlerin kalbindedir; uykusuzluk, aşkından dolayı geceleri gözüne uyku girmeyenlerdedir. Aşkın öteki sıfatları da böyledir. Kimde o sıfat varsa, o sıfatla nitelenir. Aşkın bütün bu sıfatlarına sahip olan kişiye, yani o âşığa “mugrem”. o aşığın sıfatına da “ganim" denir. Dolayısıyla bu öyle bir isimdir ki, âşığı etkisi akına alan aşkın bütün sıfatlarına uygun düşer. Seveni, âşığı, “gârâm ” sıfatından daha genişçe kuşatan bir başka sıfat daha yoktur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ŞEVK :
Şevk, özellikle sevenle sevgili bir ve aynı oldukları zaman, sevgiliyle kavuşmaya götüren ruhani bir harekettir. Aynı zamanda sevgiliyle kavuşmaya götüren tabii, cismani ve hissi bir harekettir de. Eğer âşık öyle bir varlığa (yani hangi sevgili olursa olsun) kavuşursa, o hareketinde bir huzur ve sükun bulur; bununla birlikte, sevgiliyle kavuşmuş olmasına rağmen o hareket kendisini hayrete düşürür. Sevgilisiyle fiilen kavuşmuş olmasına rağmen, şaşkınlığı artar ve kendisini bir korku sarar. Bu korku, sevgilisinden ayrılma korkusudur, dolayısıyla vuslatın, o kavuşma halinin sürmesini ister ve yeniden vuslata işk'ıyak duyar. Şevk konusunda biri şu dizeleri söylemişti:
“Aşktan ve korkudan evler evlere yaklaşınca,
Bir günlük şevkten daha tatlı ne var acaba?"


Bir başkası da yukarıda zikrettiğimiz vuslat halindeki korku hakkında şunları söylemiştir:
“Aşktan ağlıyorum onlara, benden uzaklaşırlarsa,
Korkuyorum ayrılacaklar diye bana yaklaşırlarsa."


Bu durum , O’ndan başka birini sevenin cezasıdır, çünkü o şahıs sevgisini O ’nun dışında olan birine yöneltmiştir. Eğer o şahıs gerçek anlamda Allah’ı sevmiş olsaydı, durumu hiç de böyle olmazdı. Allah’ı seven, ayrılık korkusu duymaz, çünkü O’na bağlanmıştır sımsıkı. O’ndan nasıl ayrılabilir ki? Allah'ı seven, Allah’ın kabzasında, avucundadır; O’ndan kesinlikle ayrılamaz. Ayrıca sevgilisi, âşığı her an görmekledir. Gerçekten de “O, ona şahdamarımdan daha yakındır.(Kuran. 50/16). “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı." (Kuran, 8/17).
“O’ndan ayrılmak nasıl mümkün olur, nerde?
O’ndan başka biri yok ki Evrende."


Bir kudsi hadiste Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Bana bir karış yaklaşana, Ben bir kulaç yaklaşırım . Eğer kulum Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim .” İşte bunun için ey kardeşim! seni Allah için sevenle, kendi nefsi için sevenin kıymetini takdir etmen gerekir, çünkü Yüce Hakk, âlemden müstağni olmasına rağmen, kulu O’nu sevince kuluna kavuşmak için ona koşarak gitmektedir. Kulunu, Kendine öylesine yaklaştırmaktadır ki kul O’nun meclisine girmektedir ve o kulu, meclisindeki seçkin varlıklar arasına sokmaktadır. Öyleyse, seni birisi sevdiği zaman bu sıfata en layık sensin demektir, çünkü seni seven sana kendisine efendilik etme hakkını vermekte ve kendi nefsini senin tahakkümüne, egemenliğine bırakmaktadır.
Öyleyse, eğer sen de akıllıysan sevginin kıymetini, aşkın gücünü, seni seven varlığın değerini bilmen gerekir; ayrıca ona kavuşmak için, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanarak, gayret göstermen ve acele etmen gerekir61*. Çünkü O, o sevgiyle yarattı seni; o sevginin bir dengi, bir benzeri kesinlikle yoktur, ebediyen de olamaz. Çünkü O’nun yaptığı her şey sevgiyledir, sevgidendir, İlk önce de onunla başlamıştır işe; dolayısıyla her şey o sevginin bir sonucudur; ta ilk baştan beri, seni o sevgiyle sevmektedir.

DiPNoT;

61*"Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın." hadisine gönderme var.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

HIYAM - ÇILGINLIK:
Bu aşka tutulanlar çılgınca âşık olurlar; ne söyleyeceklerini ne yapacaklarını bilemez duruma gelirler; kendilerine dilediği gibi bir yön veremezler, bir karara varamazlar. Bu sıfatı Allah’a âşık olanlara yakıştırmak daha uygundur. Yaratıklardan birini sevenin haline gelince; Bu âşık, çılgın gibi, deli gibi şurda burda dolaşmaya başlayınca, kendini bir telaş kaplar ve sevgilisine kavuşmaktan umudunu keser. Oysa ki Allah’a âşık olan mutlaka O’na kavuşacağından emindir, şuraya buraya yönelerek telaşa kapılmaz, çünkü bilir ki Allah zamanla ya da mekânla kayıtlı değildir ki bu yüzden oraya buraya yönelsin. Hakk’ın hakikati O’nun kayıt altına alınmasını engeller. Bunun için Allah şöyle buyurmaktadır: “Nereye dönerseniz dönünüz Allah'ın yüzü oradadır." (Kur’an, 2/115), “Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir.(Kur’an, 57/4) Bu aşka yakalananın aşkı her yerde ve her durumdadır, çünkü onun sevgilisi Hakk’tır, dolayısıyla Hakk’a belli bir yöne yönelerek ulaşmaz, aksine hangi yöne yönelirse yönelsin, hangi durumda olursa olsun, Hakk kendisine tecelli eder. Bu durumdaki varlıklar, yani Hakk âşıkları, yaratıklara âşık olanlardan daha çok layıktır bu sıfata, yani “hıyam” sıfatıyla, çılgına döndüren aşkla sıfatlandırılmaya. Hakk âşıkları nezdinde, müşahede edilen yalnızca Allah’tır. Her gözden görülen, her dilden konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O’dur. Arifler O’nu böyle bilirler. O da âşıklara bu hakikatle tecelli eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ZEFRÂT -DERİN DERİN İÇ ÇEKİŞLER:
Bu yıkıcı bir ateştir. Bir nurdur ki kalb onu taşırken daralır. Bu nedenle devamlı ve yoğun bir şekilde aşağı saran üzüntü ve kederden dolayı, âşıktan derin derin iç çekişler duyulur. Derin derin iç çekmeler çıktığı için, tıpkı ateş yanarken işitilen çıtırtılara benzer birtakım hararetli ve hafif gürültülü sesler ve iniltiler duyulur. İşte bu seslere “zefrât” denir. Bu sesler, özellikle tabii bir cisimde olur, fakat bazen de cisim haline gelen bir surette olur; bunun için bu derin derin iç çekmeler o surette zuhur edince, cisim haline gelen o suret mücerret bir mana, yani maddesi olmayan bir cisim olarak nitelendirilir. Ayrıca, tıpkı tabii cisimler gibi, o suretin de kızgınlık ve memnunluk duyduğu söylenir, tıpkı Hz. Peygamberin, — Allah'ın selâl ve selâm onun üzerine olsun— , kendisi hakkında söylediği hadis gibi. Şöyle ki: “Kuşkusuz ben de bir insanını, diğer insanların kızdığı gibi ben de kızarım ; diğer insanların memnun olduğu gibi ben de memnun olurum." Nitekim “Kendisine hiçbir şeyin benzemediği" (Kur’an, 46/11) Cenabı Allah da kendini “rıza" ve "gazap"la, yani m em nunluk ve kızgınlıkla ya da buna benzer şekilde daha başka birbirine zıt sıfatlarla vasfetmişıir. İşte, sen de bu zıt sıfatlar hakikatinden zuhur ettin bu âlemde. Bu nedenle diyoruz ki, Sübhan Tanrı bu âlemi hem Kendi nefsiyle bilir hem de bu âlemle bilir. Bu böyledir. Bu âlemde zuhur eden her hakikat ve her sıfat için İlâhî bir ilke vardır. O hakikat ve o sıfat o ilkeye bağlıdır. O hakikatlara ve o sıfatlara varoluş giysisini giydiren o ilâhi ilke olmasaydı, onlar var olmazlardı ve onlardan bir iz kalmazdı. Bu meseleyi ancak Allah ehli denilen insanlardan bazı seçkin kişiler bilebilir, çünkü bu özel bir bilgiyi gerektirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “... Allah ona karşı kızmıştır, gazap etmiştir, ona lanet etmiştir ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.(Kur’an, 4/93). Hz. Peygamber’in hadisinde, Allah’tan şüphe eden, Allah’tan gâfil olan, O’nu tanımayan kimse hakkında, bundan daha sert bir ifade kullanılmıştır. Bu hadis, Kıyamet Günü’nde peygamberlerin sözü olarak nakledilen hadistir. Şöyle buyuruluyor: “Hiç kuşkusuz Allah o gün öyle gazab eder, (kızar; öfkelenir) öyle gazab eder ki ne ondan önce öyle gazap etmiştir ne de ondan sonra öyle gazap edecektir.” Demek ki bu gazap yukarıda zikredilen gazaptan daha şiddetlidir, çünkü Allah’ın gazabı, sonradan ortaya çıkan (hudus) ve yok olan (zeval) azap olarak nitelendirilmektedir.

Bu makamda Hz. Muhammed, selât ve selâm onun üzerine olsun, Kendisinden sonra, kuşaktan kuşağa geçerek, ashabına halef olacak makam ve ülke sahipleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Siyaset sahibi olanlar, yani devlet adamları verdikleri hükümlerde ve aldıkları kararlarda makamlarına ve ülkelerinin durumlarına göre hüküm verirler."
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

KEMED - SEVDA:
Bu, kalbin en şiddetli hüznüdür. Bunda gözyaşı olmaz, ancak bu sevdaya tutulan biri çok ah ve of çeker, inler durur, daima iç çeker. Bu öyle bir hüzündür ki âşık onu kendinde bulur; ne yoksun kalabilir ne vazgeçebilir bundan, fakat bir türlü sebebini de bilemez. Bu, âşıkların bir sıfatıdır ki hassaten sevgiden başka bir sebebi yoktur bunun. Bunun biricik ilacı da sevgiliye kavuşmaktır. Aşık, Sevgilisiyle öylesine meşguldür ki kendisini saran bu aşk nedeniyle her tür duyguya karşı duygusuz kalır, bu sevda âşığı yok eder, eritir, bitirir. Eğer sevgiliyle kavuşma bizzat gerçekleşmezse, ve eğer sevgili âşığa emirler yağdıran bir sevgiliyse, âşık, sevgilinin emirlerini yerine getirmekle meşgul olacaktır sadece. Böylece o emirleri yerine getirirken hüznünden, sevdasından ferahlayacaktır. Çoğunlukla, sevgiliyle seven arasında, seveni sevgilisiyle uğraştıracak, meşgul edecek bir şey olmazsa, hüzün olur. Seven için, ancak sevgiliyle meşgul olunca yok olan sevdadan başka bir sıfat yoktur.

Gerçekten de aşkın sıfatları pek çoktur. Bir kaçını burada sayalım: Esef, özlem, hayret, şaşkınlık, dehşet, kıskançlık, hırs, hastalık, heyecan, sessizlik, hareketsizlik, ağlama, acı çekme, uyuyamama, devamlı uyanık kalma ve de ayrıca âşıkların şiirlerinde dile getirdikleri daha nice nice sıfatlar...

Biz bu bölümde, özellikle ve münhasıran, Allah’ın kullarına duyduğu sevgi ile, kulların Allah’a duyduğu sevgiyi ele alıp incelemeye çalıştık. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Tanrı sevdiği kullarını belirtmiştir. Onlardaki belli sıfatlardan dolayı sevmiştir onları. Buna karşılık, kendilerindeki bazı sıfatlardan dolayı, kimilerinden de sevgisini uzaklaştırmışım Allah bunları Kendi Kitabında zikretmiştir. Ayrıca, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberin dilinden de bunların kimler oldukları ifade edilmiştir. Yüzonüçüncü cüz burada bitti; Sefer ayının onbeşinci günü.
Resim
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön