KİMYÂ-YI SAÂDET (BİRİNCİ UNVAN...)

İmam-ı Gazalî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

KİMYÂ-YI SAÂDET (BİRİNCİ UNVAN...)

Mesaj gönderen MBurak »

İMAM GAZÂLİ

KİMYÂ-YI SAÂDET
(MUTLULUK ve SAÂDET HAZİNESİ)


BİRİNCİ ÜNVAN

Kendi Hakikatini Bilmek


Bil ki, Allahû Teâl⒠yı tanımanın anahtarı, insanın kendi kendisini tanımasıdır. Bunun hakikat olduğuna:”Kendini tanıyan, Rabbini tanır” hadisi ile “Gerçeği anlayıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz”(Fussilet sûresi, âyet:53) âyet-i kerîmesi kuvvetli ve doğru delilidir.

İnsana kendi nefsinden daha yakın bir şey yoktur. Kendini bilmeyen, Allah’ı nasıl bilir? Eğer kendimi tanımıyorum diye iddia ediyorsan, delilsiz iddia makbul değildir. Eğer delilin zahir âzalarından yüzünü, başını; bâtın ahvalından ise, acıktığını, susadığını bilmek ve kızgınlık zamanlarında bir kimseden intikam almak, şehvetinin galebe çaldığı zaman evlenmek ise, bu türlü tasarruf bütün havyalarda da vardır. O halde bu çeşit kendini bilmek, Allahû Teâl⒠yı tanımaya anahtar olamaz. Öyle ise, önce kendi hakikatini, dünya yolculuğuna nereden gelip nereye gideceğini bilip ondan sonra niçin yaratıldığını, dünyaya ne yapmak için geldiğini, saadet ve bedbahtlığın hangi işlerde olduğunu düşüneceksin.

Ve yine bileceksin ki; senin bâtının da dört sıfat vardır: Hayvanlar sıfatı, yırtıcılar sıfatı, şeytanlar sıfatı ve melekler sıfatı. Senin hakikatin hangisidir, sende bunların hangisi asıl ve hangisi emanettir. Sen fiilen bunları bilmedikçe, kendi saadetini bilmeye muktedir olamazsın. Çünkü her birinin ayrı gıdası ve ayrı saadeti vardır.

Meselâ: Hayvanların gıdası ve saâdeti yem yemek, uyumak ve çiftleşmektir. Yırtıcılar için saâdet, öldürmek, hiddet ve intikâmdır. Şeytanların gıda ve saâdeti, hile, aldatmak be bedbahtlıktır. Meleklerin saâdeti ve gıdası, Allahû Teâlâ’nın cemâlini müşahede etmektir. Meleklerde hiçbir surette hayvanların, yırtıcıların sıfatları mevcut değildir.

O halde, eğer sen melekler sıfatında insan isen, uğraş çalış. Tâ ki senden Allahû Teâlâ’yı bilmeğe yol gitsin ve o yolla Allah’ın cemâlini görmeye vâsıl olasın. Hikmet gözüyle, ibret nazarıyla bak. Sendeki bu sıfatlar, sana hâkim olup seni kendilerine esir yaparak kendi hizmetinde çalıştırmak için mi yaratılmıştır? Yoksa vâki olan yolculuğunda, sana angarya olmak, sana binek hayvanı ve silâh olmak için mi, yaratılmıştır? Bu dünya konağında birkaç gün, ihtiyacını tedarik edip bunlarla geçici saâdetini temin et. Ancak asıl saâdetin hâsıl olduğunda, onları bırakıp asıl vatanına yüz çevir. O vatan, havas(seçilmiş kullar) için Allah’ın cemâli, avam için cennettir.

O halde bu manaların hepsini bilmen lazımdır. Böylece kendini biraz bilmiş olursun. Bunları bilmeyen dinin hakikatini bilmekten mahrumdur.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAHURAHMAN
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

MBurak CANım hizmetin daima daim olsun çok sevindim ne iyi yaptın manevi olarak senelerdir feyizlendiğimiz İmam-ı Gazali hazretlerinin eseriyle bizleri aydınlatmadasın.
Çok önemli eserlerinden birisidir.
Mükemmel tasarımının ürünü olduğumuzu İLİM ile bilmek zorunluluğumuz vardır.
SİSTEMinin KİMYAsının SAADETinin yollarını gösteren ALLAH DOSTlarına rahmeti sonsuza kadar aksın inşaallah BİZler kendilerinin hasbi habibi hizmetlerinden istifade etmekteyiz. Bizleride gönül doslarımıza komşu eylesin.

Öncelikle ''kendini tanıma'' sürecinde;
ALLAH c.c mutlak hidayeti,
RESULULLAH sav efendimizin şifalı şafaati,
HAKK DOSTumuzunhimmeti ile bu sureçte ilerleme alınabilmektedir. Mubarek akışa BAĞlanmak gerçekten çok çok önemlidir. Kişi kendine bahşedilen İMKAN ile İMTİHAN edilmektedir. Kendindeki BENi bilip bulup olup ve yaşamak mecburiyetinde- muhtaç-mahkum ve memurdur. LAZIM ve LAYIK olana!

MUHAMMEDİ MuHABBetlerimİZle!....
Resim
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

Kendindeki BENi bilip bulup olup ve yaşamak mecburiyetinde- muhtaç-mahkum ve memurdur. LAZIM ve LAYIK olana!
Güzel DUA'ların ve SÖZLERİN için TEŞEKKÜR EDERİM NUR-YE ABLACIĞIM...ALLAH senden RAZI OLSUN, RIZA BULanlardan
OLalaım İNŞAALLAH




BİRİNCİ BÖLÜM
İNSANIN YARATILIŞI

Ey sırların kimyasını öğrenip iyilerin yolunda gitmek isteyen!
Eğer kendi nefsinden haberdar olmak istersen, bil ki, seni yaratan Allah Teâlâ sende iki şey yaratmıştır: Biri zahirî, diğeri batınî. Zahirî olan göz ile görülebilen beden kalıbıdır: El ayak gibi. Batınî olana da bazen nefs, bazen ruh ve bazen de kalp derler. Senin hakikatin batınî yönüdür. Bedendeki zahir azâlar, onun askeri ve hizmetçisidir. Biz buna kalb(gönül) ismini vereceğiz. Kalb dediğimiz zaman biliniz ki, insanın hakikati demek istiyoruz. Kalb demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş ve yürek dediğimiz uzun yuvarlak olan et parçasını kast etmiyoruz. Çünkü basiret ehli yanında onun kıymeti yoktur. O hayvanlarda hatta ölülerde bile vardır ve zahir gözümüzle de görülebilir. Gözle görülen her şey bu şehadet âlemindendir. Bizim gönül dediğimiz ise bu âleme geçici olarak gelmiş garip bir varlıktır. O belli uzuv ise, onun eti ve aletidir. Bedenin bütün uzuvları onun askeri ve ordusudur. Hakk’ın cemâlini görmek onun sıfatıdır. Bütün teklif, hitap, kınama ve ceza onadır. Saâdet ve şekavet onun içindir. Bu hususları tahsil ederken bütün âza ve beden ona uyar ve emrine hazırdır. Onun hakikatini bilmek, tanımak, Allah Teâlâ’yı tanımanın anahtarıdır.
O halde onu bilmeğe uğraş. Zira o çok yüksek bir cevher olan meleklerin cevherindendir. Onun asıl mâdeni, Allahû Teâlâ’dır. “Ben Allah’ın nurundanım, müminler de benden” hadis-i şerifi bu mânâya işarettir.

Bil ki, gönül gayb âleminden gelmiş ve tekrar ona dönecektir. Bu harap dünyaya ticaret ve ziraat için gelmiştir. Ticaret ve ziraattan ne kast ettiği –Allah’ın izniyle- ileride açıklanacaktır.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAHURAHMAN
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

İKİNCİ BÖLÜM
KALBİN VARLIĞI

Akıllı ve basiretli insanlar bilin ki, bir şeyin hakikatini bilmek, ancak onun varlığının anlaşılmasından sonra mümkün olur. O halde önce kalbin varlığını, sonra hakikatini ondan sonra da ordu ve aşiretini daha sonra da sıfatını bilmek lazımdır, sıfatı bilinince, bunun Allah Teâlâ’yı tanımaya nasıl vesile olduğu; saâdet ve şekavete ne şekilde sermaye olduğu anlaşılır. Bunlar –Allah’ın izniyle- tafsilatıyla anlatılacaktır.

Bil ki, kalbin varlığı iki delil ile sabittir: Delillerden biri şudur: İnsanın kendi varlığından şüphesi yoktur. İnsan varlığının fiziki yapısıyla olmadığı da bir gerçektir. Çünkü ölülerin de bir fiziki yapısı vardır. Ancak ölülerde kap yoktur. Kalbten maksat ruhtur.
Diğer bir delil de şudur: Bir kimse gözünü yumup kendi bedeninden, yerden, gökten ve bütün duyulanlardan duyularını alıkoyduğu anda bile kendi varlığını kesinlikle bilir. Bu itibarla anlaşılıyor ki kalb (ruh) bedensiz de mevcuttur. Bu açıklamalardan, kıyamet gününün hak olduğu anlaşılır. Çünkü bundan anlaşılıyor ki; vücut örtüsünün kalkmasıyla insanın hakikati yok olmaz.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAHURAHMAN
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
RUH VE MAHİYETİ


Eğer ruhun hakikatinin ne olduğu, ona mahsus sıfatların neler olduğu sorulursa, bilin ki şeriat kilidi bu hususun ruhsat kapısını bağlamıştır. Nitekim Hz. Peygambere hitaben buyrulur ki:
“Ey Muhammed! Sana ruh’un ne olduğunu soruyorlar, de ki: “Ruh rabbimin emrinden ibarettir.”(İsra sûresi, âyet:85) Bu daireden çıkmaya düstur verilmemiştir. Ancak kendisine, ruhun Allah Teâlâ’nın emrinden, yani emir âleminden bir emir olduğu şeklinde cevab vermeye izin verilmiştir.
Bu mânâya “Bilin ki, yaratma da emir de onun hakkıdır” (Araf sûresi, âyet:54) âyeti ile de işaret buyurulmuştur. Yaratma (halk) âlemi başka, emir âlemi başkadır. Yaratma(halk) âlemi, keyfiyet ve miktârı olan âlemdir.

Zaten halk kelimesi de lûgat aslında takdir ve ölçmektir. Hâlbuki insan ruhunun miktar ve keyfiyeti yoktur. Ruh, bölünmeyi kabul etmeyen bir cevherdir. Eğer bölünebilseydi, bir şeyin bir parçasını bilmek, diğer bir parçasını da bilmemek caiz olurdu. Böylece bir şeyin, bir anda hem bilinmesi hem de bilinmemesi olurdu ki bu caiz değildir. Ruh, her ne kadar bölünmeyi kabul etmiyorsa ve kemiyet yeri değil ise de, mahlûktur(yaratıktır). Çünkü halk, iki mânâya gelir: Biri yaratmak, diğeri takdir etmek(ölçmek). Ruh takdir mânâsında mahlûk değil ise de,-Çünkü miktarı yoktur- yaratılmak mânâsında mahlûktur.

Bundan anlaşılıyor ki, ruh hakkında ihtilâfa düşen bütün grupların sözleri yanlıştır. Meselâ: Bazısı ruh kadimdir demiştir. Bazısı ruh arazdır demiştir.

Araz, kendi kendine var olmayıp, başka bir cisim ile varlığını gösterebilen sıfattır; renk gibi. Bazısı da ruh cisimdir demişler. Ruh kadimdir diyenler yanılıyor. Çünkü ruh mahlûktur ve hiçbir mahlûk kadim değildir. Ruh arazdır diyenler de yanılıyor. Zira ruh bedensiz bulunur. Araz ise cisimsiz bulunması imkânsızdır. Ruh cisimdir diyenler de yanılıyor. Çünkü ruh bölünmeyi kabul etmez. Hâlbuki her cisim bölünebilir. Bölünebilen ruh ise, insanların değil belki hayvanların ruhudur. Kalb diye tabir ettikleri ruh ise, Allahû Teâlâ’yı tanımak yeridir ve bu hayvanlara verilmemiştir. O, ne cisim, ne arazdır. Belki melekler cevherinden bir cevherdir. Onun hakikatini bilmek, gayet zordur. Şeriat ehli, onu uzun boylu açıklamaya cevaz vermemişler. Nitekim daha önce de buna işaret edildi. Şeriat ehlinin, ruhun hakikatini bilmeye işaretleri olmadığı için, din yolunun başlangıcında yine bu işe başlayanlar için onu bilmeye lüzum yoktur. O safhada lazım olan mücahadedir. Bir kimse, şartlarına uyarak, rükünlerini yerine getirerek mücahede yaparsa, şüphesiz hiç kimseden işitmeden onun kalbi ruh marifetine sahip olur.
Zira ruh marifeti, mücahededen sonra hâsıl olan Allahû Teâlâ hidayetlerindendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz” (Ankebut sûresi, ayet:69) âyetiyle işaret buyurulmuştur. Din yolunda mücahedesini henüz tamamlamayanlara ruhun hakikatini açıklamak caiz değildir. Nitekim bu hususa bu ayet-i kerime ile işaret buyurulmuştur. Ancak mücahedenin başlangıcında ruhun ordusunu bilmek lâzımdır. Zira ordusundan habersiz kumandanın harbe gitmesi büyük bir hatadır.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAHURAHMAN
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEDEN VE DUYULAR


Bil ki, beden ülkesinin sultanı insan ruhudur. Onun, sayısız asker ve ordusu vardır. Âyet-i kerîmede “Rabbinin ordularını kendisinden başka kimse bilmez”(Müddesir sûresi, âyet:31). O sultan âhiret yolculuğu için yaratılmıştır. Onun hazinesi, Allahû Teâlâ’yı tanımak, bilmektir. Bu hazine ise, ancak Allahû Teâlâ’nın yarattıklarını ibret gözüyle seyredip her birinden bir mana çıkarmakla temin edilebilir. Âlemdeki acayip işleri bilmek, duyular yoluyla mümkün olur. Duyuların varlığı da beden iledir. O halde, Allahû Teâlâ’yı bilmek, kalbin avıdır. Duyular, o bağın av ve tuzağıdır. Beden, onun binek hayvanıdır. Onun için kalbin bedene ihtiyacı vardır. Beden de eczasına muhtaçtır. Onun eczası, birbirine zıt olan anâsır(unsurlar) (su, toprak, hava, ateş) dır.

Bu yüzden beden yapısı zayıf ve helâk olması yakındır. Helâk sebebi iki kısımdır. Biri dışarıda, diğeri içeridedir. İçeride olan açlık ve susuzluk; dışarıdakiler ise, ateş su ve diğer düşmanlarıdır. İçeridekilerden korunması için yemeye, içmeye ihtiyacı var. Bu sebepten de iki sınıf askere ihtiyaç vardır: Biri zâhirdir. El, ayak, ağız, diş ve mide gibi. Dışarıdaki düşmanlardan korunması için de iki sınıf askere ihtiyacı vardır. Biri zahirdedir. El, ayak, ok, yay ve diğer silâh ve âza gibi. Diğeri batındadır. Öfke ve kızgınlık gibi. Bu zikir olunan asker ve âlet, gözle görülen düşman ve zâhirde müşahede edilen gıda içindir. Zâhiri olmayan ve gözle görülmeyen düşmandan korunmak ve gıdayı temin etmek için, duyulara ihtiyaç vardır. Onlar da beşi zâhiri ve beşi bâtinî olmak üzere ondur. Zâhirî olanlar, beş duyumuz olan işitmek, görmek, koklamak, tatmak ve dokunmaktır. Bâtında olanların yeri dimağdır. Hayâl kuvveti, düşünme kuvveti, ezberleme kuvveti hatırlama kuvveti ve vehim kuvveti(zan) dir. Bunların her birinin belli özellikleri ve hususî halleri vardır ki, birisi aksarsa, dinde de, dünyada da hususiyeti bozulur.
Bu dıştaki ve içteki askerler, kalbin emrine amâdedirler. Kalb ne emir ederse hükmü yerine gelir. Meselâ: Dile emir verince, hemen konuşur. El ve ayağa emir verince harekete geçerler. Göze emir edince, nazar eder. Düşünme kuvvetine emir ederse düşünür. Hulâsa, bu askerin hepsi padişahın emrine râmdır. Böylece bedeni muhafaza ederler. Bu, padişah azığını alıncaya kadar, avını tutuncaya kadar ahiret ticaretini bitirinceye kadar ve kendi saâdet tohumunu ekinceye kadar devam eder. Bu mecburi itaat melekler arasında da câridir. Zira melekler zümresi, Allah Teâl⒠ya muhalefet etmek kudretine sahip değildir. Onlara verilen bütün işaretlere-insan âzası gibi- gayri ihtiyarî itaat ederler.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

BEŞİNCİ BÖLÜM
KALBİN ASKERLERİ


Kalb askerlerinin haddi, hesabı yoktur ve düşmanları da sayısızdır. Biz maksadı bir misal ile anlatmakla yetineceğiz: İnsanoğlunun bedeni muazzam bir şehre benzer. Onun âzaları, parmakları. O şehrin sanat erbabıdır. Şehvet; maliye müdürü, gazab; subaşısı(emniyet müdürü) dır. Şehrin padişahı kalb, veziri akıldır. Memleketin tamir ve muhafazası için padişahın reaya ihtiyacı olduğu gibi, gönül padişahının da bunlara ihtiyacı vardır. Ancak bunlarla beden memleketi mamur ve ordusu muzaffer olur.
Fakat şehvet; haraç düşkünü, fitneci, yalancı ve kötü mizaclıdır. Vezir ne emir verirse, onun aksini yapar. Daima haraç bahanesiyle memlekette olan bütün malları alıp ülkeyi viran ve boş bırakmamak ister. Gazab olan subaşı, hiddetli, azgın ve edepsizdir. Daima asmak, basmak, yıkmak, yakmak ister. Padişah daima vezir ile müşavere edip tedbirleri onunla görüşürse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünün vezire muhalefet etmemesi için ona kıymet vermezse, onu küstahlıktan men’etmek için nazırı onun peşine takarsa ve nazırın da –haddi tecavüz etmemesi için- daima onun kalbini kırıp onu hırpalarsa, memleketin nizamı yerinde yürür. Bu metodla ülkesini idare eden padişahın memleketi mamur olur. Reaya(vatandaşlar) memnun olur ve böylece Allah’a giden saâdet yolu kapanmaz. Eğer bunun tersi olursa, yâni akıl ve ruh mağlûp olur; şehvet ve gazab galip olursa; memleket harap olur; şehir virân olur, reaya(vatandaş) ağlar ve padişah da bedbaht ve perişan olur.


DEVAM EDECEĞİZ İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ALTINCI BÖLÜM
ORGAN VE DUYULARI HAK ÜZERİNE KULLANMAK

Bundan önceki icmal, tafsil, teşbih ve temsilden anlaşıldı ki, yemek isteği, gazab, intikam, insan vücudunu beslemek, düzenlemek ve korumak içindir. Yemek ve içmek, bedenin yemidir, gıdasıdır. Beden duyuların hamalıdır. Deme ki, beden hislere(duyulara) hizmet ediyor. Duyular ise, aklın casusu ve tuzağıdır. Onların vasıtasıyla acayip işleri araştırıp muhafaza eder. Deme ki, duyular aklın hizmetçisidir. Akıl ise, kalbin ışık ve ziyasıdır. Bu nur ile Cenâb-ı Hakk’ı görür ki, kalbin cenneti budur. Deme ki, akıl da kalbin hizmetçisi olur. Kalb ise Allahû Teâlâ’nın cemâlini görmek içindir. O bununla meşgul olunca, Cenâb-ı Hakk’ın kulu ve hizmetçisi olur. Allahû Teâlâ’nın: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır.”(Zariyât suresi, ayet:56) kelâmının anlamı da budur.

Allahu Teâlâ kalbi yarattı ve bu memleket ve askeri onun emrine verdi ve esfel-i sâfilinden(dünya âlemi) a’lâ-yı illiyîne (mânâ âlemi) yolculuk yapması içinde, beden merkebini emrine verdi. Eğer bu nimetin hakkını ödemek ve kulluk şartlarını yerine getirmek isterse, padişah gibi memleketin ortasında ve Allahu Teâlâ’yı kıble; ahireti vatan; bedeni binek hayvanı; dünyayı konak yeri yapar ve el, ayak ve diğer âzaları hizmetçi, aklı vezir, şehveti maliye müdürü yapar ve her birini bir sipariş elemanı görevinde çalıştırır.
Onlar, o şehrin haberlerini toplar. Beynin ön tarafında bulunan hayâl kuvvetini istihbarat şefi yapar. Casuslar, bütün haberleri onun yanına getirir. Beynin arka kısmında bulunan ezberleme kuvvetini sekreter yapar. O haberler defterini(istihbarat vesikaları) istihbarat şefinin elinden alır, saklar ve zamanında vezir akla arz eder. Vezir de memleketten gelen haberlere göre, memleketin tedbirini alır ve padişahın sefer hazırlığını görür. Şehvet, gazab ve başkaları padişaha hıyanet edip itaatten dışarı çıkarak, asiliğe ve düşmanlığa yüz tuttukları ve padişahın yolunu kesmek istedikleri zaman, bunun tedbirini alır. Onları –seferde padişahın yolunu kesmemeleri ve ona dost olmaları için–itaate zorlar. Vezir memleketi bu minval üzere idare ederse, mutlu olur, nimetin hakkını vermiş olur ve bu vazifesinin mükâfatını zamanında bulur. Eğer bunun aksini yaparsa, kendisi yol kesici olup o düşmanlar gibi isyân etmiş, başkaldırmış ve dost nimetine nankörlük etmiş olur. Bunun cezasını hem dünyada, hem de ahirette görür.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

YEDİNCİ BÖLÜM
İYİ VE KÖTÜ HUYLAR

İnsan kalbinin kendisine hizmetçi durumunda olan bu iki askerle ilgisi ve ilişkisi vardır. Bunların her birinden kalbte bir ahlâk hâsıl olur. Bu ahlâkların bazısı kötü ahlâktır; onu helâk eder. Bazısı iyi ahlâktır; onu saâdete eriştirir. O ahlâkın tamamı çok ise de, hepsi dört çeşitte toplanır. Hayvanlar ahlâkı, yırtıcılar ahlâkı, şeytanlar ahlâkı ve melekler ahlâkı. İnsanın durumu, kendine verilen şehvet yönünden, hayvanların durumuna benzer. Meselâ: Yemek ve cimâya çok istekli olması gibi. Kendisine verilen hışım sebebiyle hareketi; köpek, kurt ve aslanın hareketine benzer: İnsanları, yaralamak, öldürmek, onlara eziyet etmek gibi. Kendisine yerleştirilen şeytanların ahlâkı sebebiyle işi hile, aldatma, yalan ve fitne olur. Kendisine verilen akıl nûru ve idrâk cevheri sebebi ile meleklerin işini yapar: İlim, salâh(iyilik) ve perhiz gibi. Yararlı işler yapmakla halk içinde şerefli ve aziz olur; kötü ahlâk ve çirkin hareketlerden temizlenir; uzaklaşır; marifet ve kemaliyle şâd olur; cehâlet ve akılsızlıktan ar etmeye, utanmaya başlar.

Hakikatte insanın içinde dört haslet vardır: Köpeklik hasleti, domuzluk hasleti, şeytanlık hasleti ve meleklik hasleti. Köpeğin sevimsiz ve çirkin oluşu; şekil el ve ayak yönüyle değildir. Belki, kendisinde bulunan çirkin sıfatlar sebebi iledir ki; insanlara eziyet etmesidir.

Domuzun kötü ve çirkin oluşu da; şekil ve âzası cihetinden değildir. Belki, hırs, tama ve kötü şeylere meyl ve rağbet gösterdiği içindir. Köpeklik ve domuzluğun gerçek mânâsı budur. İnsanda da yerilen bunlardır. Şeytanlık ve meleklik hakikati de sözü geçen iyi mânâlardır. İnsana, meleklerin nurlarının eserlerinden olan akıl cevheri ile şeytanın aldatmasını ve zulmetmesini anlaması emredildi. Böylece hile ve aldatma sebebi olan şeytanlık sıfatının çirkin yönü meydana çıkar, rezil, rüsvay olur ve bir daha fitne yoluna imkân ve iktidar(güç) bulamaz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurmuştur ki: “İnsanoğlundan her fert için bir şeytan vardır. Hattâ benim dahi vardır. Ancak Allahu Teâlâ beni ona muzaffer, onu da bana mağlup eyledi. Öyle ki bende hiçbir surette kötülük yaptırma imkânı bulmaz” ve yine insana, hırs ve şehvet hınzırını ve gazab köpeğini terbiye edip itaatli olarak aklın eli altına alması emredildi. Böylece hâkim akıl, işareti ve fermanı olmayınca kötülük isteyen nefis kalkıp oturamaz. Eğer böyle olursa, ona, anılan güzel ahlâktan bazı haller hâsıl olur. Bu onun saadet tohumudur.

Eğer anlatılanın hilâfını yapıp nefs-i emmareye kulluk kemeriyle sımsıkı bağlanır, ona hizmet mevkiinde olursa, onda kötü ahlâk meydana gelir ki, bu onun isyankârlık tohumu olur.

Eğer böyle bir kimsenin perişan hâli, uyku âleminde yahut uyanıkken kendisine gösterilseydi, kendini bir hınzırın yahut köpeğin önünde elpençe divan hizmetçi olarak durduğunu görürdü. Bir müslümanı bir kâfirin eline esir bırakanın hâli nice olursa, bir meleği, bir hınzırın veya köpeğin eline esir bırakanın hâli ondan daha kötüdür.

İnsanların çoğu insaf nazarıyla bakıp kendi nefislerini muhasebe ve murakabe etseler, gece gündüz nefsin arzu ve isteklerine bağlı hizmetçi köle gibi olduklarını görürler.

Görünüşte insana benzeseler de, hakikatte onların hâli köpeğin ve hınzırın hâlinden pek farklı değildir. Onların yarın mahşer gününde kalblerinde gizli olan mânâlar aşikâr olup zâhir sûretleri de, bâtınlarındaki mânânın renk ve şeklini alacaktır. Böylece şehveti galip olan kimse domuz şeklinde görülecektir.

Bunun içindir ki, rüya âleminde kurt, zalim insan, domuz da, pis insan demektir. Çünkü uyku ölümün numunesidir. Bu kadariyle ki, uyku sebebiyle bu âlemden uzaklaşır. Suret mânâya tâbi olur. Böylece herkesi bâtın sureti üzere görür. Bunun sırrı, çok büyüktür. Bu kitap bunu kaldırmaz.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

SEKİZİNCİ BÖLÜMÜ
MÜKELLEFİN KENDİSİNİ KONTROL ETMESİ

Bâtınında(içinde) dört buyruk kahramanı bulunduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. O halde hareket ve duruşlarını murakabe et. Ancak, böylelikle bunların hangisinin emrine uyulduğu anlaşılır. Hakikatte bilmelisin ki, her ne işlersen, ondan senin kalbinde bir sıfat hâsıl olur. O sıfat bâkidir, öbür dünyaya seninle beraber gider ve ebedî arkadaşın olur. Bu sıfata ahlâk derler. Bütün ahlâk bu dört kahramandan hâsıl olur.

Eğer şehvet hınzırına itaat edersen, sende çirkeflik, hayasızlık, harislik, horluk, haset, gam, keder ve bunlar gibi nice türlü kötü sıfatlar hâsıl olur. Eğer onu yenip terbiye edersen, sende nazafet, kanaat, terbiye, haya, züht( dünyaya düşkün olmamak) zarafet, tama’sızlık, kısa emelli olma sıfatları hâsıl olur.

Eğer kızgınlık köpeğine itaat edersen; sende şehvet, pislik, gevezelik, hınzırlık, kibir, zorbalık, başkalarını küçük ve hor görmek; onlara eziyet ve işkence yapmak gibi sıfatlar hâsıl olur. Eğer zikri geçen gazap köpeğini korkutup terbiye edersen, sende sabır, tahammül, bağışlama, sebat, cesaret, sessizlik, iyilik yapma ve cömertlik sıfatları meydana gelir.

Bir köpek ve hınzırı yerinden harekete geçirip onlara cesaret verip pervasız duruma getiren, onları aldatma, hile, fitne ve fesada teşvik eden şeytanî sıfata itaat edersen, sende çirkinlik, hiyanet, bozgunculuk, yalan, aldatmak, karıştırma ve iftira sıfatları hâsıl olur. Eğer ona galebe çalıp kahredersen ve onun karıştırma ve yalanlarına aldanmayıp akıl askerinden yardım alırsan, sende anlayış, kavrama, marifet, ilim, hikmet, yapıcı olmak, büyüklük ve reislik sıfatları h3sıl olur. Seninle bâki kalan bu güzel ahlâk “Salih ameller bâkidir” cümlesinden olup senin için saadet tohumu olur.

İşlenmesinden çirkin ahlâk hâsıl olan fiillere günah denir. İşlenmesinden güzel ahlâk meydana gelen fiillere ise, itaat denir. İnsanoğlunun bütün hareket ve duruşları bu iki hâlden biridir.

İnsanın kalbi parlak bir ayna gibidir. Kötü ahlâk ise duman(is) ve zulmet(karanlık) gibidir. O aynayı karartıp Allahu Teâlâ’yı görmekten alıkoyar, arada perde olur. Güzel ahlâk ise kalbe erişip o aynayı günah zulmetinden temizleyen bir nurdur, ışıktır. Bunun içindir ki Resulullah(S.A.V Efendimiz): “Her günahtan sonra bir sevap işle ki, onu yok etsin” buyurmuştur. Kıyamet gününde Hakk’ın huzuruna gelen kalb ya parlaktır yahut karadır. Âyette: “Allah’a temiz bir kalble gelenden gayrisi kurtulamaz”(Şuara suresi, ayet:88–89)buyurulmuştur.
İnsanın kalbi, yaratılışın başlangıcında, ayna yapılan madene benzer. Eğer gereği gibi muhafaza edip itina gösterirse, bütün âlemi görecek bir ayna haline gelebilir. Eğer gereği gibi korunmazsa, pas tutar, harap olur ve ayna yapılacak yeteneği kalmaz. Bunun için Allahu Teâlâ buyurur ki:”Hayır, hayır onların kazandıkları kalblerini paslandırıp kirletmiştir.” (Mutaffifîn suresi, ayet:14)


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

DOKUZUNCU BÖLÜM
İNSANIN ASLI



İnsanda hayvan, canavar, şeytan ve melek sıfatları mevcut olunca, melek cevherinin asıl, başkasının yabancı olduğunu ne ile biliriz? Ve yine insanın melekler ahlâkını elde etmek için yaratıldığını diğer sıfatlar için yaratılmadığını nereden biliriz?” diye sorulursa cevabında deriz ki:

Bu şununla anlaşılır: İnsanın hayvan ve canavarlardan daha şerefli ve kâmil olduğu açıktır. Çünkü diğer havanlarda mevcut olan haller, insanda da mevcuttur. Fakat insandaki kemâl ve olgunluk hayvanlarda yoktur. Her şey yükselmenin sonunda kendisine verilecek kemâl için yaratılmıştır. Bu onun son derecesidir. Bunu bir misâl ile açıklayalım: At, eşekten üstündür. Çünkü eşek yük çekmek için yaratılmıştır. At ise harpte cihâdda ona binip her tarafa koşup dolaşmak için yaratılmıştır. Bununla beraber ona da eşek gibi yük taşıma gücü verilmiştir. Üstelik ona süratli yürüme ve koşma da verilmiştir ki, bu eşeğe verilmemiştir. Eğer at kendi kemâlinden aciz olursa, onun sırtına palan vururlar ve eşek seviyesine indirirler. Bu onun içi noksanlık ve perişanlık olur.

Bunun gibi kimi insanlar, insanın; yemek, uyumak ve cinsi münasebette bulunmak için yaratıldığını sanırlar ve bunun için de bütün ömürlerini bununla geçirirler. Bazıları da, insanı, galebe, istila, kahr için yaratıldığını zannetmişler. Arap, Kürd ve Türkler gibi. Her iki grubun düşüncesi de apaçık yanlıştır. Zira yemek, çiftleşmek, şehvetin arzusudur. Bu ise havyalara da verilmiştir. Öküzün yemesi, serçenin çiftleşmesi, insanlarınkinden daha fazladır. O halde insan onlardan nasıl daha üstün olabilir? Galebe ve istilâ etmek gazab ile olur. Bu ise, yırtıcı canavarlara da verilmiştir.

O halde hayvanlara ve yırtıcılara her ne verilmişse insana da verilmiştir. İnsanlara bir de fazla olarak kemâl verilmiştir ki, o, akıldır. Allahu Teâlâ’yı onunla tanır, bütün acayip işlerini onunla anlar, onunla kendini gazab ve şehvetin elinden kurtarır. Bu ise, meleklerin sıfatıdır. Bu sıfat ile yırtıcı hayvan ve diğer hayvanlara üstün gelir, galip olur. Akıl sebebi ile yeryüzünde mevcut olan, her şey onun emrine girer. Bunun için Allahu Teâlâ buyurur ki: ” O göklerde ve yerde olanların hepsini sizin emrinize vermiştir.” (Casiye suresi, ayet:13)

O halde insanın hakikati akıldır. Zira insanın kemal ve şerefi akılladır. Diğer sıfatları ve başka halleri yabancı ve emanettir. Hepsi hizmetçi olarak gönderilmiştir. Bu sebeptendir ki öldüğün zaman ne gazab kalır, ne de şehvet… Belki ancak insanın kendisi kalır. O da ya Allah’ın marifetiyle süslenmiş nurlu bir cevherdir. Melekler şeklinde olup mele-i âla da (Ruhlar âleminde) meleklerin arkadaşı olur, daima Allahu Teâlâ’nın huzurunda olup “Güçlü hükümdarın katında yüksek bir derecede cennetlerde nur içindedir” (Kamer suresi, ayet: 55) ayetin şümulüne girenlerin derecesine erişir yahut karanlıklarda kalarak başaşağı olur. “Suçları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük, dinledik artık bizi dünyaya gönder de iyi işler işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık.” derlerken bir görsen!”(Secde suresi, ayet:12) ayet-i kerimesinin manası, zikir olunan hâldir. Bu hâl üzere olanlar, siccîn defterinde(şeytanların, kâfirlerin ve günahkârların adlarının yazılı olduğu defterdir) şeytanlarla beraber olur. Siccînin ne demek olduğunu herkes bilmez. Bu sebeb ile “Siccînin ne olduğunu sen nerden bilirsin” buyurulmuştur.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONUNCU BÖLÜM
KALBİN ACAİB HALLERİ


Gönül âleminin acayip hâllerine nihayet yoktur. Kalbin şeref ve üstünlüğü de, her şeyden daha fazla acayip hâlleri olmasındadır. İnsanların çoğu kalbin ahvalinden gafildir. Kalbin üstünlüğü, iki yöndendir. Birincisi ilim yönünden, ikincisi kudret yönünden. İlim yönünden olan üstünlüğü de iki tabakadır: Birini herkes bilir. Diğeri ise kapalıdır, herkes tarafından bilinmez. Bu bütün ilimlerden üstündür. Zahiri olan ilim; bilmek, öğrenmek, kuvvet ve kabiliyetidir. Bütün fen ve sanat onunla tahsil edilir. Kitaplardaki ilimler, onunla bilinir. Geometri, aritmetik(hesap), tıp, astronomi ve şeriat ilimleri gibi. Bununla beraber akıl cevheri, yazılması ve ifadesi kabil olmayan bir nesnedir ve bütün bu nihayetsiz ilimleri kapsamaktadır. Belki bütün âlemin ondaki yeri, büyük bir sahradaki kum tanesinin yeri kadardır. Bir anda, fikir hareketiyle, yerden göklere çıkar, doğudan batıya gider, yer âlemine bağlı iken; bütün gökleri ölçer, her yıldızın miktarını, mesafesini beyan eder: Her biri kaç arşındır, aralarının uzaklığı ne kadardır? Kurnazlıkla balığı denizin dibinden çıkarır, kuşları havada avlar, deve, at, fil gibi kuvvetli hayvanları emrine alır. Dünya yüzünde ne gibi acayip ilimler varsa, hepsi onun eseridir. Diğer bir garip hâli de şudur: Bütün ilimler ona beş duyu organı yolundan hâsıl olur. Ondan daha şaşılacak bir hâli de şudur: Kalbin içinden melekût ve gök âlemine bir pencere açılmıştır. Buna cismâni âlem denir. İnsanların çoğu, ancak cisim ve madde âlemini bilir. Bu, haddî zâtında basit, neticesiz ve önemsizdir. Zira hepsi duyular yoluyla bilinir. Duyular yoluyla bilinen ilimler de basittir.

Gönülden melekût âlemine açık pencere olmasının delili ikidir: Biri uyku âlemidir. Uyku âleminde duyular yolu kapanmış iken, kalbin içinde bir pencere açık olup melekût âlemini ve Levh-i Mahfuzu seyr eder. Hattâ gelecek zamanda olacak işleri öğrenir, nasıl olacağına vâkıf olur. Ya gayet açık yoldan görür, yani gördüğü gibi çıkar, yahut temsili ve hayal yolu ile görür ki tabire ihtiyaç olur.

Zahir ilim, duyu organlarımızla hâsıl olan ilim(bilgi)dir. Bunun için insanların çoğu zannederler ki, uyanık olan kimsenin mârifeti daha üstün, daha kuvvetlidir. Hâlbuki uyanıklık hâlinde gaybı görmek mümkün olmaz, ancak uyku âleminde duyuların tavassut ve müdahalesi olmaksızın olur.

Rüya âleminin hakikatini bu kitapta anlatmak mümkün değildir. Ancak burada şu kadarını bilmek lâzımdır. Kalb ve Levh-i Mahfuz birer ayna gibidirler. Bunlarda bütün eşyanın görüntüsü meydana gelir. Nasıl ki ayna karşı karşıya konulduğu zaman, birindeki görüntüler, diğerine aksediyorsa, kalb ve Levh-i Mahfuz birbirine mukabil tutulduğu zaman, Levh-i Mahfuz’daki suretler kalbe akseder. Ancak böyle olması için, kalbin dünya bağlarından kurtularak saf olması, hissedilenlerden boşalması ve böylece Levh-i Mahfuz ile münasebet kurması gerekir. Mahsüsat(duyulanlar) ile meşgul ve onlara bağlı olduğu müddetçe melekût âleminden hissedilen varlıkların ilişkisinden kurtulunca, zâtının cevherinde gizli olan melekût mütalâası açığa çıkar. Bu bağların kalkmasıyla uyku hisleriyle sükûn bulur. Ancak bu hâlde hayâl durmayıp fikri hareketi devam eder. Bu sebepten uyku âleminde olan kimse, her ne görürse hayali temsiller şeklinde görür. Sârih ve açık görmez. Gördükleri kapalılık perdesinden kurtulmaz. Ölünce hayâl ve hisler de kalmaz. O zaman gördüğü işler örtüsüz ve perdesizdir.

O zaman ona derler ki: “İşte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir”(Kaf suresi, ayet:22) Onlar da cevap verir derler ki: “Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya gönder de iyi işler işleyelim”(Secde suresi: ayet:12)

Delillerden ikincisi de şudur: Kalbine ilham yolu ile doğru anlayışlar ve düşünceler doğmayan kimse yoktur. O duyular yolu ile hâsıl olmamış, belki doğrudan doğruya kalbine doğmuştur ve nerden geldiğini de bilmez.

Bu kadar açıklamalardan anlaşıldı ki, bütün ilimler duyular yolundan gelmez ve yine anlaşıldı ki, gönül bu âlemden değildir. Belki melekût âlemindendir. Bu âlem için yaratılan hisler melekût âlemini öğrenmeye engel olur. O halde gönül duyular bağından kurtulmadıkça, o âleme yol bulamaz.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONBİRİNCİ BÖLÜM
KALB PERDESİNİN AÇILIŞI

Gönül penceresinin, uyumadan ve ölmeden melekût âlemine açılmayacağı zannedilmemelidir. İşin hakikati bu değildir; belki uyanıklık halinde bile bir kimse, nefsini riyazete(az yemek, içmek) alıştırır; kalbini gazab, şehvet ve kötü huylardan temizler; ıssız bir yerde oturur; gözlerini yumar, duygularını çalıştırmaz; kalbiyle melekût âlemi arasında bağlantı kurar; daima Allah’ı anıp dil çalkantısı ile değil, kalbin içinden Allah, Allah der ve bu hâl, Allah’tan başka her şeyden ve hatta kendinden bile habersiz olacak mertebeye varırsa, gönül penceresi açılır ve başkalarının uyku halinde gördüklerini o, uyanıklık halinde görür. Meleklerin ruhları güzel suretlerde, lâtif cemallerde ona görünmeğe başlar. Peygamberlerin ruhlarını da görüp onlardan istifade eder yardım görür. Yerdeki ve gökteki melekût ona açılmağa başlar.

Kendisine bu yol açılan kimse, her türlü tarif ve ifadeye sığmayan büyük haller görür.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in buyurduğu: “Yeryüzü benim için toparlandı, doğusunu batısını gördüm” Hadis-i Şerfi Allahu Teâlâ’nın buyurduğu “Yakinen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümdarlığını şöyle gösteriyordu. (En’âm Suresi, ayet:75) ayet-i kerimesi bu hâli beyan ediyor. Belki bütün peygamberlerin ilmi, duyular ve öğretim yoluyla değil, bu yol ile idi. Hepsinin başlangıcı mücahededir. Bunun için Allahu Teâlâ buyurur: “Rabbinin adını an; her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel” (Müzemmil suresi, ayet:8) yani, bütün dünya meşgâlesini bırak, her yönden kendini Allah’a havale et, dünya ile uğraşma. Allah işine kâfidir ve yine Allahu Teâlâ buyurur: “O doğunun ve batının Rabbidir; O’ndan başka ilâh yoktur.” (Müzemmil suresi, ayet:9) yani O’nu vekil et, kalbini dünyadan temizle, insanlara karışma ve onlara gönül bağlama. “Putperestlerin söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl”(Müzemmil suresi, ayet:10) ayet-i kerimesinin anlamı da budur.

Bunlar tamamen mücahede yolunu ve riyazet tarzını öğretmektir. Böylelikle kalbi insanların düşmanlığından, duyusal varlıklarla uğraşmaktan insanı temizler. Ehl-i tasavvufun yolu budur ve peygamberlerin yoludur. Öğretim yolu ile ilim öğrenmek ise, âlimlerin yoludur. Bu da büyük bir yol ise de, peygamberlik yoluna nisbeten basittir. Peygamberlerin ve velilerin ilmine nazaran az bir şeydir. Zira peygamberlerin ve velilerin ilmi insanların öğretmesi vasıtası ile değildir. Belki, Hazret-i Hak ve Feyyaz-ı mutlak tarafından onların kalbine taşar. Bu yolun doğruluğu bütün insanlara tecrübe ile mâlum ve aklî deliller ile sabit olmuştur. Eğer sen bu mertebeye erişmemişsen, bari bu yolun gerçekliğine inanıp bu üç derecenin gerçekliğinden mahrum kalmamaya gayret et ki, bunun hakikatini inkâr edenlerden olmayasın. Zikir edilen ilimler, kalbin garib hallerindendir ve ancak bu mertebe ile insanın üstünlüğü anlaşılır.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONİKİNCİ BÖLÜM
İNSANIN DOĞUŞUNDAKİ KABİLİYET

Bu anlatılan hallerin peygamberlere mahsus olduğu sanılmasın. Çünkü bütün insanların cevheri, fıtratın aslında bu mertebeye layıktır. O cevherden âlemin görüntülerini gösterecek bir ayna yapılabilir. Meğer ki, o kimsenin cevherine pas işlemiş olsun ve onu tamamiyle zayi etsin. Bunun gibi, dünya hırsı, şehvet ve günahlar kalbe galip gelir, yerleşirse, bu kabiliyet ve liyakat tamamiyle bozulur. Peygamberimiz (s.a.v) buyurur: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar, sonra babaları ve anneleri onları Yahudi, hristiyan ve putperest yaparlar”

Bu liyakat ve kabiliyetin umûmî olduğundan Allahu Teâlâ haber vermiş ve buyurmuş ki: “ Ben sizin rabbiniz değil miyim? Onlar da “Evet şahidiz” demişlerdir. (Araf suresi, ayet:172) Misal: Hangi akıllıya: “İki sayısı birden fazla değil mi?” deseler, “Evet fazladır” der. Her ne kadar bu sözü hiçbir akıllı onun yanında dile getirip söylememiş olsa da, onun kalbi bu sözün tasdiki ile doludur. Bu sözü doğrulamak, insanların fıtratı(yaratışı) icabı olduğu gibi, Allah’ı tanımak bilmek de insanların fıtratı icabıdır.

Allahu Teâlâ buyurur: And olsun ki, onlara(Müşriklere) “gökleri ve yeri yaratan kimdir?”diye sorsan, “Allahtır” derler.” (Lokman suresi, ayet:25) Diğer bir ayeti kerimede “Ey Muhammed Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver.” (Rum suresi, Ayet:30) buyurur. Akli deliller ile ve doğru tecrübe ile bilinmektedir ki, Allah’ı bilmek mertebesi, Peygamberlere mahsus değildir. Çünkü peygamberler de insandır. Ayet-i kerimede: De ki; ben de ancak sizin gibi bir insanım” (Fussilet suresi, Ayet:6) buyurulur.

Ancak kendisine keşif yolu açılan kimse, insanları hayra, iyiliğe irşat edip hidayet yoluna davet ederse, bu davet ve irşada şeriat; davet eden mürşide de peygamber denir. Ondan sadır olan acayip hallere ve garip işlere de mucize denir. İnsanları davet etmek ile uğraşmaz ise ona veli denir ve ondan sadır olan hallere de keramet denir. Kendisinde bu haller zahir olan herkesin insanların daveti ile meşgul olması gerekmez. Belki, onu insanların daveti ile meşgul etmemek de, Allah’ın kudretinde caizdir. Bu da mevcut şeriatın henüz taze olması ve ikinci bir davete ihtiyaç duyulmaması ve davetin şartlarından bazılarının velide bulunmaması sebebi iledir.

Şu halde, velilerin şahsiyetine ve kerametine, doğru ve samimi olarak inanmak gerekir. Mükâşefenin(mana perdesinin açılması) başlangıcı mücahededir. İradenin bunda rolü vardır.

Ancak şu da bir gerçektir ki: Her eken biçmez, her biçen toplamaz ve her ot arayan bulmaz. Çünkü üstün faydaların şartları da çoktur, ona ulaşanlar az olur. Mükaşefe mertebesi, insanların en üstün ve en yüksek derecesidir. Bu itibarla, çalışıp çabalamadan pişirici hizmetlerde bulunmadan ve bir yol göstericiye gitmeden bu iş başarılmaz. Bu şart yerine gelse bile, ilâhi Tevfik uygun olmaz ve ezeller ezelinde onun saadetine hüküm olunmadı ise, o kimse, muradına ermez. Nitekim zahiri ilimlere bile imamlık derecesine ulaşmak da böyledir ve iradeye bağlı bütün işlerde de, hal bu şekildedir.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KALBİN TASARRUFU

İnsanların, ruh denilen cevherinin marifet yolundaki üstünlüğünü öğrendin. Kudret cihetinden de onun üstünlüğünün geniş izahı vardır. Bu yöndeki üstünlüğü de meleklerin hususiyetlerindendir. Diğer hayvanlara nasip olmamıştır. Onun izahı da şöyledir. Madde âlemi meleklerin emrine verilmiştir. Yaratıkların ihtiyacı için gerektiği cihette, Allahu Teâlâ’nın izni ile bahar mevsiminde yağmur yağdırırlar, canlıları ana rahmine, bitkileri toprağa sevk ederler. Her biri yerinde şekil bağlayıp kemal-i ziynetle zuhur eder. Bu kabil işlerin her bir çeşidi için bir kısım melekler görevlendirilir.

İnsan kalbi de meleklerin cevherinin cinsindendir. Onun da kendisine verilmiş bir nevi kudreti vardır. Madde âleminden bazı şeyler, onun emrindedir. Herkesin özel âlemi, kendi bedenidir. Beden ise, kalbin(ruhun) emrindedir. Kalbin(ruhun) parmaklarda olmadığı bilinen, bir husustur. Bilgi ve istek de onlardan değildir. Fakat kalb emredince, parmak harekete geçer. Kalbte kızgınlık hali belirince, bedende de terleme olur.

Bu da meleklerin tasarrufu ile yağmurun yağmasına benzer. Kalbte şehvet belirince, bir yel hasıl olup şehvet aletine yönelir ve ona kuvvet verir. Yemek yeme düşüncesi meydana gelince, dilin altındaki kuvvet hizmet için ayağa kalkar ve tükürük çıkarmaya başlar, yemeğin boğazdan kolay geçmesi için ıslatır. Çünkü kuru yemeğin boğazdan geçmesi zor olur.

Kalbin tasarrufunun bedende cari olduğu ve bedenin, kalbin emrinde olduğu gizli değildir. Ancak bazı insanların kalbinin çok üstün, kuvvetli ve meleklerin cevherine daha yakın olması sebebi ile bedenin dışındaki bazı maddeleri tesir ve tasarrufu altına alıp onları kendine itaatli yapması da caizdir. Şöyle ki: Heybetli bir arslan üzerine düşerse, arslan ona itaat eder, boynu eğri bir hastaya himmet ederse, bir anda şifa bulur; bir sağlam kimseye kızarsa, o hasta olur; bir kimsenin ona yakın olmasın dilerse, onun kalbinde bir hareket meydana gelir ve onun tarafına yönelir; yağmur yağdırmayı dilerse, hemen yağmağa başlar. Bütün bu anlatılanların mümkün olduğu, akli deliller ile bilinmektedir ve tecrübe ile sabittir.

Nazar(göz değmesi) ve büyü dedikleri şeyler de bu kısımdandır. Bu da insanın nefsinin diğer cisimlere tesir etmesinden meydana gelir. Mesela: Habis bir nefis, güzel bir hayvana haset nazarı ile bakar da onun helak olmasını düşünürse, aynı anda o hayvan helak olur. Nitekim hadis-i şerifte: “Yavuz nazar, insanı mezara, deveyi tencereye koyar.” buyurlumaktadır.
Bu haller, kalbin şaşılacak kudretlerindendir. Bu hususiyet, kendisinde bulunan kimse, eğer insanları hakka davet ederse, hallerine mucize denir. Davet etmez ise, keramet denir. Elinden bu harika işler gelen kimse, hayırlı ve doğru yol üzere ise, ona veli yahut peygamber denir. Kötülük ve fesat(bozgunculuk) üzere ise, ona büyücü denir. Büyü, keramet ve mucize insan kalbinin kudretine ait özellikleridir. Bunlar arasında büyük farklar vardır. Ancak bu kitap izahını kaldırmaz.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
PEYGAMBERLİK VE VELİLİK

Buraya kadar anlatılan hallerden haberdar olmayan kimse, peygamberliğin hakikatini bilmez. O, ancak işitmek ve taklitle peygamberlik ve veliliğin kalbin yüksek derecelerinden biri olduğunu anlar. Bu haller üç hususta özetlenebilir: Birincisi, insanların rüya âleminde gördüklerini peygamberler uyanıkken görürler. İkincisi, insanların nefsi kendi bedenleri dışındaki varlıklara tesir etmez. Onların nefsi ise tesir eder. Ancak yapılan işte insanların hayrı bulunacak yahut fesadı gerektiren bir husus bulunmayacak. Üçüncüsü, insanların çalışma ve öğrenme ile elde ettikleri bilgileri, onlar çalışmaksızın ve hiç kimseden öğrenmeksizin elde ederler. Zira bazı insanların üstün anlayış, çabuk kavrama ve kalb temizliği vasıtasıyla bazı ilimleri hiç kimseden öğrenmeden bilmeleri caizdir. Daha temiz ve kuvvetli kalbi olan kimsenin, bütün veya ekseri ilimleri bilmesi veya evvelkinden daha ziyade ilim ve bilgi sahibi olması mümkündür.

Buna ilm-i ledunnî denir. Nitekim Allahu Teâlâ buyurur: “Kendisine ilim öğrettik”(Kehf suresi, ayet:65)

Bu üç hususiyet bir kimsede toplanırsa, büyük peygamberlerden yahut üstün velilerden olur. Eğer bu üç hususiyetten biri bulunursa, bu yolda bir derece hâsıl olur. Bu hususiyetlerin her birinde de farklı dereceler çoktur. Çünkü bazı kimseler bu hususiyetlerden az bir şey almıştır. Bazıları ise, daha çok alır. Bizim peygamberimizin üstünlüğü, bu üç hususiyetin bütün kemâliyle kendisinde bulunması iledir.

Allahu Teâlâ, insanların peygamberlere uyup onlardan saadet yolunu öğrenmeleri için dilediği kimselere peygamberlik yolunu bilmeleri için basiret vermiştir.

Bunun için, insanlarda bu üç hususiyetten birer örnek yaratılmıştır: Bu örneklerden biri rüya âlemi, biri firaset, biri de ilim öğrenmede doğru anlayıştır(sağduyudur).

İnsanın, kendinde benzeri olmayan bir şeye inanması mümkün değildir. Çünkü bir kimsede bir şeyin numunesi olmazsa, onun şekil ve sureti hafızsında bulunmaz. Bu sebeptendir ki; Allahu Teâlâ’nın hakikatini kendisinden başka hiç kimse, tam kemaliyle bilemez.

Bunu açıklamak uzun sürer. Meani-i Esmâullah(Allah’ın isimlerinin mânâları) adlı kitabımızda bu konu açık ve kesin deliller ile anlatılmıştır. İsteyen ona müracaat etsin.

Şunu da bilelim ki peygamberlerin ve velilerin bu anlatılan üç hususiyetlerinden başka, daha bazı hususiyetleri olabilir. Ancak bizde onların numunesi olmadığı için, biz onları anlayamayız. Bu itibarla Allahu Teâlâ’yı kendisinden başka hiç kimse hakkıyla bilemediği gibi, Allah’ın Resulünü de hakkı ile ancak Resul veya fevkinde olan bilir. Şu halde peygamberin kadrini yine peygamber bilir.

Şurası da açık bir gerçektir ki, eğer hiç kimse uykuya varmak mümkün olmasa ve bir kimse uyku halini anlatıp: “Bir kimse düşüp ansızın kendinden geçer; hareket etmez, görmez, işitmez ve konuşmaz iken gaybe vakıf olup yarın ne olacağını bilir. Görüp işittiği zaman bunu bilmez” dese, hiç birimiz ona inanmazdık. Çünkü insan görmediğine inanmamayı itiyat edinmiştir. Bu hikmette binaen Allah Teâlâ buyurur ki: “Onlar, bilgileriyle kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar” (Yunus suresi, ayet:35) ve yine buyurur ki: “Oysa bununla bile doğru yola giremezler de “Bu, eski bir uydurmadır” derler”(Ahkaf suresi, ayet:11)

Peygamberler ve velilerin, diğer insanların habersiz olduğu bir takım sıfatlara sahip olması, o sıfatlardan büyük zevkler yüce haller görmeleri şaşılacak şey değildir. Şu da bir gerçektir ki, şiir zevki olmayan kimse, şiir vezninden zevk duymaz: Bir kimse ona şiir veznini, manasını öğretmek istese, yapamayacaktır. Çünkü onun bu cins hallerden haberi yoktur. Bunun gibi şekilleri, renkleri ve güzellik lezzetini anlama duygusu olmayan kimse, bunları(dille) söyleyip anlatmak ile anlayamaz. Bu itibar ile peygamberlik hakikatinin anlaşılmaması için Allahu Teâlâ’nın, bazı duyguları, bu dereceden aşağı olan kimselere vermemesi, kudretinden uzak değildir.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONBEŞİNCİ BÖLÜM
İLMİN MARİFETE PERDE OLUŞU

Buraya kadar yazdıklarımızdan insan cevherinin üstünlüğünün ne olduğunu ve tasavvufun: “İlim marifet yoluna engeldir” sözünün inkâr edilemeyecek bir gerçek olduğu anlaşıldı.

Çünkü gerçek şudur ki, dış âlem ile bu yoldan elde edilen ilimler ile uğraşıp onlara tamamı ile dalmak, marifet yolundan geri kalmayı gerektirir. Çünkü kalb bir havuza benzer. Beş duyu da o havuza akan beş ırmak gibidir. Eğer havuzun içinde duru, berrak duru bir su meydana getirmek istersen, havuzdaki bütün suyu boşaltıp suların getirdiklerinden dibinde meydana gelen siyah çamuru tamamı ile aktarmak gerekir.

Bunu yapabilmek için de önce ırmakların önüne set çekip suyun havuza akmasını önlemek, ondan sonra havuza sızmasını önlemek, ondan sonra da dibini kazmak lazımdır. Böylece havuzdan çıkacak suyun da duru olmasını sağlamış oluruz. Irmaklar eski hali ile havuza aktığı ve havuz siyah çamur ile dolu olduğu müddetçe, içinden duru su çıkması imkânsızdır. Bunun gibi, kalbin içinden hâsıl olan ilim, ancak kalbin dışarıdan gelen şeylerden kurtulması ile kazanılır.

Ancak içini öğrendiği ilimden boşaltan; kalbini onun ile meşgul etmeyen bir âlimin, daha önce öğrendiği ilmi ona engel olmayıp kendisine marifet yolunun açılması mümkün olur.

Nitekim hayal ve dış çevreden temizlenen bir insanın eski hayalleri kendisine engel olmaz.

İlmin engel olmasının sebebi şudur ki, bir kimse ehl-i sünnet vel cemaat’in itikadını öğrenip cedel ve münazara ilimlerinin kurallarına göre kendini tamamı ile bu kabil ilme verse ve ondan başka ilim olmadığına inansa, Ehl-i sünnet itikadına muhalif bir şey anlatıldığında “Bu onların itikadına aykırıdır; onların ilim ve itikadına aykırı olan da batıldır” derse, o kimsenin hallerin hakikatini anlaması mümkün değildir. Çünkü avama (umuma) öğretilen şey hakikatin aynısı olmayıp belki kalıbıdır. Tam marifet ise, ancak kalıptan öze geçmekle ve hakikatin açılması ile mümkündür. Tıpkı badem kabuğunun açılıp içinin ortaya çıkması gibi.

Bil ki, bir kimse cedel(münazara) ilmini hasmını susturmakta kullanmak için öğrenirse, ona hakikat açılmaz. Eğer zahiri ilimden başka ilim yoktur diye inanırsa, bu yoldaki inancı kendisine perde olur. Bu kabil inanç ekseriyetle bulunduğu için zahiri ilimlerin âlimi gerçek marifet derecesinden geri kalır. Şu halde bir kimse bu kabil inançtan sıyrılırsa, zahiri ilimler ona engel teşkil etmez. Bu kapı ona açıldığı zaman derecesi gayet mükemmel, yolu gayet sağlam ve inancı dürüst olur. Köklü bir ilme sahip olmayan kimse uzun zaman batıl hayallere bağlı kalır ve az bir şüphe ona perde olur. Büyük âlimlerde ise bu gibi şeyler bulunmaz. O halde mükaşefe derecesine ulaşmış bir kimseden ilmin engel olduğunu duyarsan bunun zahir ilim olduğuna inanıp bu gerçeği inkâr etmeyeceksin.

Zamanımızda tasavvuf adı altında bir takım nasipsiz kimseler türemiş. Bunlar her şeyi mubah görüyor, kendilerinde bu kabil hallerden bir şey yok iken, sofilerden bir avuç ibare ve ıstılah öğrenip kendilerini bunlardan sayıyorlar. İşleri, daima yıkanıp temizlenmek, süslü renkli elbise ve seccadelerle kendilerine özel bir şekil vermek ve daima ilmi ve âlimleri kötülemektir. Bunların katli vaciptir. Bunlar insanların şeytanı Allah ve Resulü’nün düşmanlarıdır. Çünkü Allah Teâlâ ve Resulü, ilmi ve âlimleri övmüşler, insanları ilim öğrenmeye davet etmişler. Hal sahibi olmayan ve ilim öğrenmeyen bu bedbahtların bu çeşit sözleri nasıl doğru olur? Bunlar şu kimseye benzer ki, kimyanın altından iyi olduğunu kimyadan sayısız altın elde edilebileceğini işitiyor. Altın hazinelerini önüne getirseler, onlara eli uzanmaz ve “Altın ne işe yarar, onun ne kıymeti ve itibarı vardır; kimya lazımdır ve asıl odur” deyip altını almaz ve kimyayı da bulamaz. Böylece müflis ve muhtaç kalır. Ben derim ki: “ Kimya altından daha hayırlıdır” şeklinde söylediği söz ile sevinip laf atar.

Demek ki peygamberlerin ve velilerin keşfi kimyaya benzer. Âlimlerin ilmi altına benzer. Genellikle kimya sahipleri altın sahiplerinden daha faziletli oldukları bir gerçektir.

Fakat bu makamda ince bir husus vardır: Eğer bir kimsede bulunan kimya yüz altından fazla yapmazsa, bu kimse, bin altına sahip kimseden faziletli olamaz. Kimyanın hikâyesi uzun ve onu arayanlar da pek çoktur. Onun hakikati uzun zamanda bile herkese mümkün olmaz. Onu bulmak için çalışanların çoğu sahte para elde eder. Tasavvufçuların hâli de böyledir. Onların gayeye ulaşması hayli zordur. Gayesine tamamı ile ulaşanlar pek azdır.

O halde, bilinmelidir ki, tasavvufçuların halinden kendisine bir şey zahir olan herkes âlimlerden faziletli değildir. Çünkü tasavvufçuların çoğu bu hal üzeredir. İşin başlangıcında onlara bir şey zahir olur. Ondan sonra az zaman içinde düşerler, yolu tamamlayamazlar. Bazı kimseleri de bir takım hal ve hayaller tutar. Fakat o hakikat olmaz; onlar, hakiki bir hal üzere olduklarını düşünürler, hâlbuki öyle değildir. Nitekim rüyalarda da hakikat olduğu gibi, manasız ve karışık olanları da vardır.

Âlimlerden üstünlüğü kabul edilen kimseler, şunlardır ki, umumî insanların ancak bir öğrenim görmek suretiyle elde ettikleri hakiki bilgileri, o hiç öğrenim görmeden elde eder. Bu mertebe de çok nadirdir.

O halde, tasavvuf ehlinin yoluna ve onların faziletine inanmak gerekir. Zamanın dinsizlerin sözüyle onlar hakkındaki itikadını bozmamalısınız. Onlardan ilme ve âlimlere tâ’n edenlerin nasipsiz olduklarını kabul etmelisin.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONALTINCI BÖLÜM
İNSANIN SAADETİ ALLAH’I BİLMEKTİR

İnsan saadetinin Allah Teâlâ’yı bilmeğe bağlı olduğu ne ile bilinir? Diye sorulursa, cevabında deriz ki, bu şöyle bilinir: Her şeyin saadeti, onun lezzet ve rahatındadır. Her şeyin lezzeti ise onun tabiatının gereğidir. Her şeyin tabiatının muktezası da onun için yaratıldığı şeylerdedir. Şehvetin lezzeti; arzusuna kavuşmak, gazabın lezzeti; düşmanından intikam almak, gözün lezzeti; güzel suretler görmek, kulağın lezzeti; güzel sesler ve yumuşak nağmeler dinlemektedir.

Bunun gibi de kalbin lezzeti de, kendisi için yaratıldığı şeyi temin etmektedir. Bu da işlerin hakikatini kavramaktır. Bu yalnız kalbe mahsustur. Şehvet, gazab ve beş duyu organı ile bilgi edinmek ise hayvanlarda da mevcuttur. Bu sebepledir ki, insan yaratılış icabı bilmediği şeyi öğrenmek ister ve bildiği şeyler ile de sevinip övünür. Bu adi işlerde de böyledir. Meselâ bu satranç oyununu bilen kimseye, oyuna karışma diye ihtar etseler de buna sabretmesi zor olur. Ve tarafların bilmediği bir inceliği buldu mu sevinir ve üstünlüğünü göstermek için ister istemez ona haber verir.

Kalb lezzetinin, işlerin hakikatini bilmekte olduğunu anladıktan sonra şunu da bilmek gerekir ki, bilgi ne kadar çok ve önemli şeyler olursa, lezzeti de o kadar fazla olur. Meselâ, vezirin sırlarını bilen çok sevinir. Padişahın sırlarını bilen, onun memleket idaresindeki inceliklerini öğrenenden daha çok sevinir ve yine geometri ilmi ile astronomi ilimlerini bilen kimse, satrancı bilenden daha çok sevinir.

Satrancı az çok bilen bir kimse, ancak satranç taşlarını yerli yerine koymasını bilen kimseden daha çok sevinir.

Bu minval üzere bilgi ve bilginin ilgili olduğu ilim, ne kadar önemli olursa, onun lezzeti de o nispette fazla olur. Hiçbir varlık, her şeyin şeref ve kaynağı olan, bütün âlemin hükümdarı olan; dünyanın acayip işleri onun eseri olan yaratıcı Allah Teâl⒠dan dan daha büyük ve daha şerefli olamaz. Bu itibar ile Allah Teâlâ’yı bilmekten daha üstün ve daha zevkli bir marifet olamaz. Allah Teâlâ’dan daha hoş bir nazargâh(bakılan) olamaz. Kalbin tabiatının muktezası gereği budur. Çünkü her şeyin tabiatının muktezası, o şeyin kendisi için yaratıldığı hususiyettir. Marifet arzusu olmayan bir kalb ise, gıdalardan iştahı kesilmiş bir hasta gibidir. Hasta bazen toprak yemeği, ekmek yemeğe tercih eder. O hasta eğer görmez, bu bozuk arzusu gitmez ve tabii arzusu yerine gelmezse, bu dünyada bedbaht ve helâk olur.

Bir kimsenin kalbinde, başka şeylerin arzusu, Allahu Teâlâ marifetinin arzusundan üstün gelirse, o kimse hastadır; tedavi görmezse öbür dünyada bedbaht ve helak olur.

İnsanın bedenine bağlı bütün arzu ve lezzetler, şüphesiz ölümle son bulur. Marifetin kendisi ise yerinde baki kalır; belki daha da açılır. Bu konun tam izahı kitabın sonunda muhabbet bahsinde gelecektir.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONYEDİNCİ BÖLÜM
İNSANIN SAADETİ ALLAH’I BİLMEKTİR

Böyle bir kitapta, insanın kalbinin cevherinden bu kadar bahsetmek kifayet eder. Acaib’ul-Kalb adlı kitabımızda bu konu daha etraflı anlatılmıştır. Fazla bilgi edinmek isteyenler, kitaba müracaat etsinler. Ancak her iki kitapta da insanın kalbi, sıfatlarının bazılarıdır; hepsi değildir. Kalb halleri, insanın bir rüknüdür. Diğer bir rüknü de beden halleridir. Bedenin yaratılışında da birçok acayip haller vardır. Dıştaki ve içteki her bir organda acayip manalar ve garip hikmetler vardır.

İnsanın bedeninde çok sayıda damarlar, sinirler ve kemikler vardır. Her birinin sıfatı ve şekli ayrıdır. Her birinin görev ve gayesi başkadır. Oysa sen bunların hepsinden habersizsin. Sen ancak elin tutmak için, ayağın yürümek için, gözün görmek için ve dilin konuşmak için olduğunu anlarsın. Fakat gözün on tabakadan oluştuğunu ve bir tabakanın eksik olmasıyla görmenin kusurlu olacağını bilmezsin, yine her tabakanın niçin yaratıldığını görmek için ona niçin gerek duyulduğunu anlamazsın. Onunla ilgili bilgiler ise, ancak ciltlerce kitaplarda anlatılabilir. Göz hallerini bilmezsin, insanın içindeki ciğer, dalak, öd kesesi ve böbrek gibi şeyleri bilmemeye şaşmamak gerekir. Ciğerin vazifesi, mideye gelen çeşitli yemekleri, kana çevirip yedi uzva gıda olarak sunmaktır. Ciğerde oluşan kandan bir tortu meydana gelir.

Buna sevda(lenf) denir. Dalağın vazifesi, o lenfi mideden çeki atmaktır. Kanın üzerinde bir köprü meydana gelir. Bu, safra olur. Öd kesesinin vazifesi o safrayı toplamaktır. Kan ciğerden çıktığında, ince ve kıvamsızıdır. Böbreğin vazifesi, kanın suyunu almaktır. Böylece kan, safrasız ve sevdasız olarak damarlara akar.

Öd kesesinde bir arıza olup kanda safra kalırsa, ondan bir kan hastalığı meydana gelir ve diğer safra ve sevdası(lenfi) hastalık yapar.

Dalağa bir arıza peyda olup kanda sevda(lenf) kalırsa, sevdavi hastalıklar meydana gelir. Böbreğe bir arıza olup kanın içinde su kalırsa, istiskar hastalığı (derinin altında su toplanması) meydana gelir.

Bu üslûp üzere insanın dışındaki ve içindeki parçalarının her biri bir iş için yaratılmıştır. Bunlarsız beden kusurlu olur.

Bu anlatılanlardan başka, “insana âlemin küçük bir örneği” demek doğru olur. Çünkü âlemde yaratılan her şeyin bir numunesi insanda vardır. Kemikler dağlar gibi, ter yağmur gibi, kıllar ağaçlar gibi, beyin gök gibi, duyu organlar gökteki yıldızlar gibidir. Bu hususun izahı uzundur.
Bu anlatılanlardan başka, her cins hayvanın insan bedeninde bir örneği vardır. Domuz, kurt, köpek, davar, cin, melek gibi. Nitekim daha önce anlatıldı. Her sanat ehlinin de insan bedeninde bir numunesi vardır. Mesela; midedeki kuvvet aşçı gibidir; yemeği pişirir, hazım eder, saf gıdayı ciğere ve tortusunu bağırsaklara gönderen kuvvet, şıracı gibidir. Yani, yemeği sıkan kimse gibidir. Yemeği ciğerde kan rengine sokan kuvvet, boyacı gibidir. Kanı göğüste beyaz süt yapan ve nutfe(meni) yi de beyaz yapan kuvvet, çamaşırcı gibidir.

Ciğerden gıdayı bedenin her parçasına çeken kuvvet, tüccar gibidir. Ciğerde olan suyu mesaneye döken böbreklerdeki kuvvet, saka gibidir. Büyük abdesti dışarı atan kuvvet, çöpçü gibidir. İçerde safraı ve sevdayı(lenfi) arıtıp bedeni bozan kuvvet, bozuk ayarcı gibidir. Safrayı ve diğer hastalıkları gideren kuvvet, adil bir başkan gibidir. Bu anlatılanların da izahı uzun sürer.

Bu anlatılanlardan maksat şunu bilmendir. Senin içinde çok değişik etkenler vardır. Hepsi senin hizmetinle meşguldür. Sen uyku halinde, kendi âleminde iken, onlar senin hizmetinden hiç rahatlık bulmuyorlar. Sen ne onları biliyor, ne de bunlar senin hizmetine veren Allahu Teâlâ’ya şükrediyorsun.

Bir kişi hizmetçisini sana hizmet için gönderirse, hayatın boyunca ona teşekkür edip medh ü senası ile meşgul olursun, ama bu kadar sanatkârları senin içinde, sana hizmet için tayin ve tahsis eden, bütün hayatın boyunca bir an bile onları hizmetinden geri almayan Allahu Teâlâ’yı anmıyorsun.

Bedenin yapısını, azaların(organ) fayda ve vazifesini anlatmak teşrih(anatomi) ilminin işidir. Bu yüksek bir ilimdir. İnsanların çoğu ondan habersizdir onu öğrenme yoluna koyulmazlar.

Tıp ilminin öğrenimini yapanlar, bu sahada üstat (otorite sahibi) olmak için yaparlar. Tıp ilmi kendisi de basit bir ilimdir. Bu ilim din yolunda lüzumlu değil ise de, insanlık hayatında lüzumludur. Ancak teşrih(anatomi) ilmini, Allahu Teâlâ’nın hayret verici işlerini öğrenmek için okuyanlar mutlaka ilâhi sıfatlardan üç sıfat kazanmış olurlar.

Birincisi, öğrenir ki, bu beden kalıbını yaratan, bu garib insanı vücuda getiren Allah Teâlâ’nın kudreti tamdır. Acizlik ve noksanlık onun kudretine ilişmez; neye iradesi ilişirse onu yaratmaya kadirdir. Çünkü dünyada, bir damla sudan böyle güzel bir şekil meydana getirmek kadar şaşılacak bir şey yoktur. Buna kadir olan bir kuvvet, ölümden sonra diriltmeyi daha kolay yapar.

İkincisi, Allahu Teâlâ’nın âlim olduğunu, O’nun ilminin bütün şeyleri ve bütün işleri kuşattığını öğrenir. Çünkü böyle garib hikmetlere mebni böyle acayip işler, ancak tam bir ilim ile mümkün olur.

Üçüncüsü, Allahu Teâlâ’nın, kullarına olan lütuf ve rahmetini, O’nun yardım ve inayetinin sonsuzluğunu öğrenir.

Çünkü Allahu Teâlâ, mahlûkatının hiç birinden gerekli hiç bir şeyi esirgememiştir. Belki lüzumu zorunlu olan kalb, ciğer, beyin ve hayat unsurları olan diğer organları insana vermiştir. İnsan hayatı için lüzumlu olup da fakat zorunlu olmayan el, ayak, göz ve kulak gibi organlar da vermiştir. İnsan hayatı için ne lüzumlu, ne de zorunlu olan belki süs ve güzellik unsuru olan saçın siyahlığı, dudağın kırmızılığı, kaşın kavisliği ve bunlardan başka ne var ise insana vermiştir.

Allah Teâlâ bu lütuf ve ihsanını yalnız insanoğluna tahsis etmemiştir. Belki bütün mahlûkata vermiştir. Mesela: sinek, sivrisinek, arı gibi. Bunların her birinin dış kısmını türlü nakışlar ve çeşitli süsler ile süslemiştir.

Bu itibarla insanoğlunun bedenin yaratılışına dikkat etmek, ilâhi sıfatların marifetinin anahtarıdır. Bundan dolayı anatomi ilmi, yüksek ve kıymetli bir ilimdir. Ancak onun kıymeti tabiplerin ona muhtaç olduğu ciheti ile değil, belki anlattığımız yönü iledir.

Ne kadar şiir sanatını, yazı inceliklerini ve edebi sanatları fazla bilsen, şairin, yazarın ve sanatkârın değeri kalbinde o kadar artar.

Allah Teâlâ’nın garib işleri de, onun azamet ve celalini bilmenin anahtarıdır.

Bu da nefis marifetinin (kendini tanımanın) bir kısmıdır. Ancak kalb ilmine göre basirettir. Çünkü beden ilimdir. Beden ise binek gibidir. Kalb, binek hayvanının üstündeki binici gibidir. Yaratılışta maksad binicidir, binek değildir. Çünkü binek binici içindir. Binici binek için değildir. Bu kadarını açıklamak ile insanın kolaylıkla ve muhtasar bilgilerle kendini tamamı ile tanıyamayacağını belirtmiş olduk. Bununla beraber sana senden daha yakın bir şey de yoktur. Kendini bilmeyip başkasını bildiğini iddia eden, kendi yiyecek bulamadığı halde, bütün şehir fakirlerine yemek yedireceğini iddia eden müflis gibidir. Bu iddia ise, haddizatında hem çirkin, hem de imkânsızdır.


DEVAM EDECEK İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
İNSANIN ACZİYETİ


Buraya kadar anlattıklarımızdan, kalb cevherinin üstünlüğünü, kıymetini anladın. Bu cevherin sana verildiğini, sende gizli ve örtülü olduğunu bildin. Onu arayıp ele geçirmek için çaba harcamaz, onu zayi eder ve ondan gafil kalırsan büyük bir aldanış ve ziyan içinde olursun. O halde onu bulmak için çaba harcamak, onu dünya meşgalesinden temizleyip uzaklaştırmak ve kendi şerefine ulaştırmak gerekir. Onun şeref ve kıymeti, öbür cihanda, tasasız ne’şe, fenasız bekâ, acısız kudret, şüphesiz bağışlanma(mağfiret) ve Allah Teâlâ’nın cem3alini açık olarak görme ile anlaşılacaktır.

Bu dünyada insanın şerefi, hakiki kıymet ve şerefe erişmek için gerekli istidat ve kabiliyete sahip olmasıdır. Yoksa ondan daha kusurlu, biçare ne var ki, bugün açlık, susuzluk, sıcaklık, soğukluk, çeşitli hastalıklar, kaygı, tasa, eziyet, öfke ve hırs ile müpteladır. Rahatının ve lezzetinin bulunduğu şeyler ona zarar getirir. Ona menfaat ve kâr getiren şeyleri de, sıkıntı, tasa, eziyet ve acı görür.

Şerefli ve itibarlı olan kimse, ya ilim ile ya güç ve kuvveti ile ya azim ve iradesi yahut da yüzünün güzelliği ve fiziki yapısının düzgünlüğü ile bu mevkiyi elde etmiştir. Şeref ve itibar vesilesi bu anlatılanlardır.

İnsanın ilmine bakarsan, ondan daha cahil kim var ki, onun dimağından bir damar yerinden ayrılıp yok olsa delilik, tehlikesine veya helak olmak uçurumuna düşer. Bu belanın kendisine nereden geldiğini, ilacının ne olduğunu bilmez. Bazen onun ilacı göz önünde olduğu halde onu görmez.

Güç ve kuvvetine bakarsan, ondan daha aciz kim var ki, bir sinek ile başa çıkamaz. Bir sivrisinek ona musallat olsa, onun elinde helak olur. Bir arı ona soksa, uykusuz ve kararsız kalır.

Himmetine azmine bakarsan, ona bir dânik(10 arpa ağırlığı) şeyde zarar erişse, hâli değişir. Açlık zamanında bir lokma için hayret ve dehşete düşer. O halde ondan daha aşağı ne olur?

Yüzünün ve şeklinin güzelliğine bakarsan, hakikatte o çöplük üzerine çekilmiş bir deri gibidir. İki gün kendini yıkayıp temizlemez ise ondan öyle pislik ve rezillikler meydana gelir ki, kendi kendinden tiksinir, bizar olur.

Daima hamallığını yaptığı günde birkaç defa yıkayıp temizlediği karnındaki pislikten daha kötü ve pis kokulu bir şey var mı?

Bir gün Şeyh Ebu Said müridleriyle beraber gidiyordu. Yolda bir helâ kuyusunu temizleyenlerin yanından geçerken, bütün müridler burunlarını tutup kaçtılar. Hazreti Şeyh biraz durduktan sonra dedi ki “ Biliyor musunuz, bu pislikler lisan-i haliyle bana ne diyor? Diyorlar ki, dün pazarda idik. İnsanlar bizim için keselerini boşaltıp bizi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bu kadar hürmetli ve kadirli iken, yalnız bir gece sizinle kaldık. Bu kadar zaman içinde bu halde dönüşüp bu çirkinliğe düştük.
Şu durumda bizim mi sizden yoksa sizin mi bizden kaçmanız gerekir?”

Gerçek şudur ki, insan tam bir acz ve noksanlık içindedir. Onun pazarı yarın olacaktır. Eğer kimya-yı saadet, bu kalb cevheri üzerine bina edilirse, hayvanlar derecesinden kurtulup melekler derecesine erişir. Eğer dünyaya yönelip onun arzularına tabi olursa yarın kıyamette köpek ve domuz ondan üstün olur. Çünkü onlar hepsi toprak olup azap ve cezadan kurtulacaklar. Fakat o kimse elem verici azapta kalacak. Bu itibarla insan şerefini idrak ettiği gibi, noksanlığını, çaresizliğini de idrak etmelidir. İnsanın kendini bu şekilde tanıması da Allah Teâlâ’nın marifet kapısının anahtarlarındandır.

Bil ki, kişinin kendi nefsini bilmesi hususunda böyle bir kitap bu kadarla kifayet eder. Bundan fazlasını bu kitap kaldırmaz.


BİRİNCİ UNVANIN SONU İNŞAALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Cevapla

“►İmam-ı Gazali◄” sayfasına dön