İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

İmam-ı Gazalî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İlim Öğrenme'nin Fazileti

Ayetler

Her kabileden bir cemâatın dini iyice öğrenmeleri gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz! (Nahl / 43)

Hadîsler

İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allah Teâlâ cennete giden yolu gösterir.(Ebu Dâvud,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ ve EbuHüreyre'den)

Melekler ilim yolcusunun hâlinden râzı oldukları için kanatlarını onun ayakları altına sererler.(Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Hâkim, (Saffan b. Assal'dan)

İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek'at namaz kılmandan daha hayırlıdır.İbn Abdilberr, (Ebu Zer'den)

Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve dünyadakilerin tümünden daha hayırlıdır.İbn Abdilberr, İlim; İbn Hibbaıı, Ravzat'ul Ukalâ, (Hasan'dan)

İlim Çin'de de olsa bulup öğrenin!İbn Adiy ve Beyhakî (Enes'den); Taberânî, (İbn Mes'ud ve İbnAbbasdan)
İlim öğrenmek her müslümana farzdır.İbn Adiy, Beyhakî ve İbn Abdilberr, (Enes'den)

İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zira ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!Ebu nuaym, Hilye, (Hz. Ali'den)

Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini susmak suretiyle saklamasın!Taberânî, (İbn Merduveyh'den)

Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsil etmek veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek'at namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze na mazında hazır bulunmaktan daha faziletlidir! ırâki bu hadîsin Ebu Zer'den değil, İbn Ömer'den rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Cevzî ise bu hadîsi Mevzuat adlı eserinde zikretmiştir.

Hz. Peygamber bu sözleri söylediğinde, ashab kendisine şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Âlimin meclisinde bulunmak, tek başına Kur'an okumaktan da mı üstündür?7 Hz. Peygamber 'Hiç ilimsiz Kur'an okumak insana fayda sağlar mı?' diye karşılık verdi.Ebu Nuaym, Herevi, (Hasan dan)

İslâm dinini ihyâ etmek maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında, cennette sadece bir derece lik fark vardır.Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: İlim talep ederken büyük zorluklara göğüs gerdim, fakat ilmi elde ettikten sonra aziz oldum'. Gerçekten de İbn Ebî Müleyke şöyle der: 'İbn Abbas'ı gördüğümde, ondan daha güzel yüzlü ve muntazam endamlı bir kimseyi gördüğümü ve görebileceğimi tasavvur edemedim.

Muhterem pederleri Hz. Abbas (r.a) gibi güzel bir insandı. Konuştuğu zaman herkesten daha açık ve daha beliğ konuşur, fetva verdiği zaman insanların en âlimi olduğunu gösterirdi'.
İbn Mübârek şöyle der: İlme talip olmadan bir kimsenin kendisinde az da olsa şeref aramasına ve kendisini şereflilerden saymasına şaşarım!'

Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'İlim öğrenmek istediği halde öğrenemeyen veya öğrenebileceği halde öğrenmeyen kimselere acıdığım kadar kimseye acımam'.

Ebu Derdâ der ki: İlimden küçük bir mesele öğrenmem, benim için bütün bir geceyi ibadetle ihya etmekten daha mühimdir'.
Yine Ebu Derdâ şöyle buyurur: 'Hoca ile talebesi hayırda ortaktırlar. Onların dışındakilerin sivrisinek kanadı kadar hayırları yoktur. Yâ âlim, ya talebe, ya da dinleyici ol. Bunların dışında dördüncü bir sınıfa dahil olma; yoksa helâk olup gidersin'.

Atâ şöyle demiştir: 'Bir kere ilim meclisinde hazır bulunmak, yetmiş lehviyat meclisinde bulunmanın kefareti olur.

İmam Şâfiî de şöyle demiştir: İlim tahsil etmek, bütün nafile ibadetlerden daha faziletlidir'.

Fakih Ebu Muhammed Abdullah b. Abdilhakem şöyle anlatır: Bir gün İmam Mâlik'in önünde ders okurken öğle ezanı okundu. Nafilelerimi kılmak üzere ders kitabımı kapattım. Hocam (İmam Mâlik) yüzüme bakarak şöyle haykırdı: 'Ey genç! Burada okuduğun ders, kalkıp kılacağın nafile namazlardan fersah fersah daha hayırlıdır'.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Sabahları kalkıp ilim tahsiline gitmeyi cihad olarak kabullenmeyen ve böyle olduğuna tüm samimiyetiyle inanmayan kimsenin ne aklı var, ne de bir fikri'.

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İlim Öğretme'nin Fazileti

Ayetler

Dönüp kavimlerine geldiklerinde (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

Bu ayette geçen inzar kavramından ilim öğretmenin ve irşadda bulunmanın vâcib olduğu anlaşılmaktadır.
Allah, kendilerine kitab verilenlerden, onu mutlaka insan lara beyan edecekleri ve hiçbir şekilde gizlemeyecekleri hususunda söz almıştı.
(Âli îmran/187)

Bu ayette, ilim öğretmenin farz olduğu açıklanmaktadır.
Buna rağmen onlardan bir grup bildikleri halde hakikati gizlerler.
(Bakara/146)

Bu ayette de hak ilmi saklayıp öğretmemenin haram olduğu beyan edilmektedir. Nitekim başka bir ayette, ilmin gizlenmemesi gerektiği gibi, şahidlikten de kaçınmamak gerektiği bildirilmiştir:

Şehadeti gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günah kârdır.(Bakara/283)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alman bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir.Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)

Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'Ben müslümanlar danım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
(Fussilet/33)

Ey Râsûlüm! İnsanları Kur'anla, güzel söz ve nasihatla rabbinin yoluna (İslâm nizâmına) dâvet et. (Nahl/125)

Allah onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğretir. (Âlu İmran/48)

Hadîsler

Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz'ı Yemene gönderirken kendisine şöyle demiştir:

Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla bir kişiyi doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bulunanların tümünden daha hayırlıdır. İmam Ahmed, Müsned

İlimden birşey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş sıddık'ın sevabı verilir.Nesâî, Kitab 'ul-İlim

Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir.Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim'den)

Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ âbid ve mücahid kullarına 'Cennete girin' deyince, âlimler Allah'a şöyle derler: 'Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve mücahidler bizim kendile rine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler'. Bunun üzerine Allah Teâlâ âlimlere 'Sizler benim nez dimde meleklerimden bazıları gibisiniz. İstediğiniz kimse lere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır' der ve bu il âhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler.Mu'ribî, (İbn Abbas'dan)

Bu fazilet, sadece başkalarına ilim öğreten âlimlere mahsus tur. İlmini başkalarına aktarmayan âlimin bu fazilete sahip ol ması sözkonusu değildir.

Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkeder
ler.
Ebuta Dâvud dışındaki sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan)

Bir ilmi öğrendiği halde, o ilmi ketmeden, (başkalarından esirgeyen) kimseyi, Allah Teâlâ kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemler.Bu hadîs Ebu Hüreyre, Abdullah b. Amr, Ebu Said, Enes b. Mâlik, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbn Ömer vc Câbir'den rivayet edilmiştir.

Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi müslüman kardeşine öğretmendir. Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir.52

Dünya lânetlenmiştir (kıymetsizdir), dünyanın içindekiler de lanetlenmiştir. Ancak Allahın zikri ile birlikte onu öğreten ve öğrenen bundan müstesnadır.Tirmizî, İbn Mâce, (Atâ b. Murre'den)

Allah Teâlâ, melekler, göklerin ve yerin ehli, hatta yu vasında bulunan karıncalar, denizdeki balıklar; halka hayır yollarını gösteren kişi için rahmet dilerler.Tirmizî, (Ebu Derdâ'dan)

Bir müslümanın bir başka müslümana, dinlediği bir hadîsi olduğu gibi aktarmasından daha büyük bir yardımı olamaz. İbn Abdilberr, (Muhammed b. el-Münkedir'den mürsel olarak)

Mü'minin, dinlediği hayırlı bir kelimeyi başkasına öğretmesi vc onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibadet ten daha hayırlıdır. Deylemî, Müsned'ul Firdevs, (Muhammed b. Muhammed b. Ali b. As'dan)

Birgün Hz. Peygamber (s.a) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu grup lardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan isterler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işaret ederek şöyle buyurdu): 'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim. Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
Daha sonra Hz. Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.

Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için) ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir.Buharî ve Müslim, (Büreyde b. Abdullah b. Ebu Bürde'den)

Hz. Peygamber, birinci grubu ilimden menfaat sağlayanlara; ikincisini başkalarına menfaat sağlayanlara, üçüncüsünü de bu iki faziletten de mahrum kalanlara benzetmiştir.

Ademoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir (defteri dü rülür). Fakat ölüp de defteri dürüldükten sonra bile üç şey devam eder: Yararı olan ilim, sadaka-i câriye, salih evlât. Böyle bir evlât, babası öldükten sonra babası için bol bol hayır işler, dualar eder. Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî; hadîs hasendir.

Hayra delâlet eden (hayır yolunu gösteren), o hayrı bizzat işlemiş gibi sevabına nail olur.Tirmizî, (Enes'den)

Hiçbir şeyde hased (imrenme) doğru değildir; ancak iki kişinin hâline imrenmek bu hükmün dışındadır: a) Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmet öğrettiği kimsenin hali ki, bu kimse (aynı zamanda) öğrendiği ilmi halka öğretip müşkilleri hakkında bu ilimle hüküm verir; b) Allah Teâlâ'nın kendisine mal vermiş olduğu kimsenin hâli ki, Allah ona elindeki malı hayra sarfetmeyi nasip etmiştir.Buharî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce

Allah'ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun! 'Senin halifelerin kimlerdir yâ Rasûlullah?' diye sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: 'Benim sünnetimi ihya eden ve sünnetimi Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir'. İbn Abdilberr, İlim; Herevî, Zemm'ul-Kelam, (Amr b. Ebî Kesir yoluyla)

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Bir hadîs rivayet eden ve rivayet ettiği bu hadîsle insanların ameline yardımcı olan kimseye, o had îsi yaşamasından dolayı sevap verildiği gibi, başkalarının yaşamasından hasıl olacak sevap kadar daha verilir'.

İbn Abbas da şöyle demiştir: 'Halka hayrı öğreten bir kimse için herşey af diler, hatta denizdeki balıklar bile...'
Bir âlim şöyle demiştir: 'Âlim kişi halk ile Allah Teâlâ arasına girer. O halde âlim kişiye düşen görev, bu işi nasıl yapacağını düşünüp bulmaktır'.

Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. İmam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareke tiyle ilim öğretmenin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir.

Atâ b. Ebi Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'.

Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Alimler kendi dönemlerinin ışıklarıdır. Her âlim kendi dönemini aydınlatır ve o devrin insanları ışıklarını ondan alırlar'.

Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvan ların seviyesine inerlerdi! (İnsanları hayvanlık seviyesinden âlim ler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak onlar yükseltirler).

İkrime 'Bu ilmin değeri vardır' deyince, kendisine ilmin değeri sorulur. O da şöyle cevap verir: 'Onun değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'.

Yahya b. Muaz 'Âlimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; o da şöyle der: 'Çünkü babalar ve anneler ço cuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar'.
Denildi ki: 'İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir'.

Yine şöyle denilmiştir: 'İlmini, bilmeyenlere öğret; bilmediğin ilimleri de bilenlerden öğren. Sen böyle hareket ettiğin takdirde, bilmediklerini öğrenir, bildiklerini de mükemmel bir hâle getirirsin'.

Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadet tir. İlmi müzakere etmek teşbihtir, İlmî araştırma yapmak en bü yük cihaddır. ilmi, bilmeyen bîr kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulu nurlar. Çünkü ilim, insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sayesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadet lere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memul' bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakileri mahrum bırakır'.
Ebu Nuaym, Hilye; Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub

Allah'dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. Aldı Deliller
İlim öğrenmek ve ilim öğretmekten söz ettiğimiz bu bölümde gayemizin ilmin faziletini anlatmak olduğu bilinmelidir!
'Fazilet'in hakikati nedir?' sualinin cevabı verilmedikçe, Faziletlin ne anlama geldiği bilinmedikçe, onun ilme ve başka şeylere sıfat olup-olmadığı da bilinemez. Sözgelimi hikmet'in mâ nâsını anlamayan ve hakikatinden haberi olmayan bir kimse, bir şahsın hikmet ehli'nden olup olmadığını araştıracak olsa, hiç kuşkusuz verecek olduğu hükümde yanılır. Bu bakımdan önce Fazilet'in anlamıyla söze gireceğiz.
Fazilet kelimesi Fazl kökünden gelir ve ziyadesiyle artış, faz lalık demektir. İki şey bir hususta ortak oldukları zaman, biri ortaklıkta biraz daha az pay sahibi bulunsa, öbürü için 'Bu diğerinden daha faziletlidir' denilir. Bu fazlalığa, başka bir şeyin kemâline yararlı olduktan sonra, miktarına hiç bakılmaksızın hü küm verilir. Sözgelimi 'At merkepten daha faziletlidir' demek şu anlama gelir: At ve merkep yük taşımada ortak yanları olan iki hayvandır. Fakat at, merkebe nisbetle üstündür; zira at, merkepten daha fazla yük taşır, ondan daha hızlı koşar ve hedefe daha evvel varır. Bütün bunlar onu merkepten daha üstün kılar.

Bazen bir merkebe daha fazla değer verilebilirse de, hiçbir za man merkebin attan daha üstün olduğu söylenmez. Çünkü onun üstünlüğü cüsse itibariyledir. Oysa at, her zaman merkepten daha üstün vasıflara sahiptir. Bu hal her açıdan kemâl sayılmaz. Hayvan yetenekleri ve özellikleri bakımından aranılır ve kendisine bu nedenle sahip olunmaya çalışılır; yoksa sırf cüssesi için değil!

Bu örneği gerçekten anlamışsanız, fazilet kelimesinin an lamını artık biliyorsunuz demektir.
Diğer hayvanlara nisbetle at nasıl faziletli ise, ilim vasfı da diğer bütün vasıflara nisbetle hiç kuşkusuz daha faziletlidir.

Atta bulunan hızlı koşma yeteneğinin bir fazilet olduğunda şüphe yoksa da, bu mutlak bir fazilet sayılmaz. Ancak ilim böyle değildir. İlim, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir fazilet taşımaktadır. İlmi hiçbir şeyle kıyas edemeyiz; zira ilim, Allah Teâlâ'nın kemal sıfatıdır.

Peygamberlerin ve meleklerin bütün şerefi ilim'den gelmekte dir. Hatta atların bile zeki olanı, uyuşuk olanından daha üstündür. Bu nedenle ilim, hiçbir meziyete izafe edilmeksizin tek başına fazi letin kendisidir.

Bilinmelidir ki istenilen şeyler (iyilikler); a) Kendi zâtından dolayı istenilen, b) Başka sebepten dolayı istenilen, c) Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeyler (iyilikler) olarak bölümlere ayrılır. Kişinin zâtından dolayı istediği şey (iyilik), başka sebepten dolayı istediği şeyden (iyilikten) daha faziletlidir.

Başka sebepten dolayı istenen şeye, dinar ve dirhem (para) örnek olarak verilebilir. Dinar ve dirhem gerçekte pek büyük değeri olmayan madenlerden ibarettir. Şayet Allah Teâlâ o madenlerle alışveriş yapılmasını murad etmeseydi, onların salt maden olarak hiçbir değeri olmazdı.

Kişinin, zatından dolayı istediği şeye ise, âhiretteki saadet ile Allah Teâlâ'nın cemâlini müşahede etmenin lezzeti örnek olarak verilebilir.

Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeye gelince, buna da kişinin bedensel bir özre sahip olmaması (sağlıklı olması) örnek olarak verilebilir. Çünkü örneğin ayakların sağlam olması, hem bedenin Ölümden uzak olmasını ve hem de yürüyerek istenilen yere ulaşılmasını sağlar. Nitekim insanoğlu ihtiyaçlarını ayaklarıyla yürüyerek giderebilmektedir.

İlime bu açıdan baktığınızda, onun ne denli önemli.bir haslet olduğunu açıkça görebilirsiniz. Demek oluyor ki ilim, zâtından do layı istenen bir nimettir! Yine bu şekilde ahiret âleminin nimetle rine götüren en önemli vesilenin de Hun olduğunu açıkça görebi lirsiniz; zira Allah Teâlâ'nın huzuruna ancak ilim ile gidilir.

İnsanoğlu hakkında en büyük makam, ebedî saadet olduğundan dolayıdır ki bu saadete ulaştıran vesile de en büyük fa zilettir! Çünkü insan için ilim ve ilime bağlı amel olmadığı tak dirde, bu nimetlerin hiçbirine ulaşmak imkânı yoktur!

Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.

İlimin, âhiretteki müsbet sonuçlarını daha önceki sayfalarda bildirmiştik ve İlim'in, âlemlerin rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye ve sile olduğu anlaşılmıştı. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarım kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Zira yaratılışlarında böyle bir hususiyet vardır. Bu konuda deneme ve tecrübe yollarından geçerek gereği kadar fikir sahibi olmuşlardır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, hayvanlar bile insanların kemâl derecesi bakımından daha ileride olduklarım sezdikleri içindir ki insanlara yaltaklanır ve onlardan yardım isterler, hepsi onlara korkuyla karışık bir hürmet içinde yaklaşırlar.

İşte İlimin mutlak mânâda fazileti budur!

İleride de sözünü edecek olduğumuz gibi, ilimler çeşitlidir. Derece ve mertebelerine göre ilmi sınıflara ayıracağız ve siz de bunu açıkça göreceksiniz.İlim öğretmek ile ilim öğrenmenin fazi letine gelince, bunların faziletleri şimdiye değin yapmış olduğumuz izahlardan anlaşılmış olmalıdır.

İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan, onu öğrenmek en
faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlim' i öğretmek ise en faziletli bir nimeti başkalarına aktarmaktır. Bu hükmü şu şekilde açıklayabiliriz: Halkın isteği din ve dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kâim olur; zira bu dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünyayı âlet veya geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya, Allah'a giden yolun bir başlangıcı, bir vasıtasıdır.

Bu dünya insanların yaptıklarıyla düzene kavuşur. İnsanların amelleri ve sanatları da üç kısımda toplanabilir:

1. Şu âlemin nizâmını ayakta tutmak için konulmuş olan bir
takım düsturlardır. Bu düsturlar da dört bölüme ayrılır:

a) Ziraat. (Çünkü yemek için azık toplamak ziraata bağlıdır).
b) Dokumacılık. (Bu da giyinmek içindir).
c) Bina. (Mesken içindir).
d) Siyaset. (Birleştirme, arayı bulma, maişetin sebeplerini zabt-u rabt altına alma ve yardımlaşma içindir).

2. Bu sanatlar için başka yollar da vardır. Örneğin demircilik gibi, Bu sanattan elde edilen âletler ziraatta kullanıldığı gibi, başka iş dallarında da kullanılır.
Hallaç ve örme işi gibi. Bunlar da dokumacılık yapabilmek için malzeme hazırlayan iş dallarıdır,

3. Esas sanatları hazırlayan ve süsleyen iş dalları. Ziraat mah sûlünün öğütülmesi, ekmek yapılması, dokunan malın yıkanması ve dikilmesi gibi.
Bunlar tıpkı bütüne izafe edilen cüzler gibi yeryüzünün icab ları itibarıyla bu şekilde bir taksime tâbi tutulmuşlardır.

İnsan uzuvları da üç kısma ayrılır.

1. Asıl organlar; kalp, ciğer, beyin.
2. Bunlara hizmet eden organlar; mide, damar, damarla alâ
kalı diğer unsurlar, mafsalları birbirlerine bağlayan sinirler ve kalp damarları...
3. Bunları tamamlayan ve süsleyen organlar; tırnak, parmak
ve kaslar...

Bütün sanatların en şereflisi esas olanlardır. Esasların da en şereflisi insanları birleştirici; iktisadî, içtimaî, dinî ve dünyevî bü tün durumlarını düzelten ve nizâma sokan siyasettir. Bu hikmete binaen, nizâmı deruhte edecek olan kimselerde hiçbir meslekte aranmayan vasıflar aranır; zira siyaset sanatını elinde bulundu ranlar diğer bütün sanat erbabını yönetenlerdir; bütün sanat er babı siyasetçilerin gösterdiği istikamette çalışmaya mecbur kalırlar.

Halkı ıslah ve onların iyi yola gitmelerini temin etmek için dünya ve âhiretlerini mâmur edici siyaset dört gruptaözetlenebilir:

1. Peygamberlerin siyaseti ki en faziletli (üstün) siyaset budur. Çünkü peygamberler, bütün insanların hem bâtınî ve hem de zâhirî yönlerine hükmetmektedirler; her iki açıdan da insanlar üze rinde bir otoriteleri vardır.
2. Halifelerin, melik ve sultanların siyaseti ki bunlar bütün halk üzerinde hüküm sahibidirler, ancak bütün otoriteleri insan ların zâhirî yönlerine ilişkindir, insanlar üzerinde bâtınî bakımdan bir otoriteleri yoktur!
3. Allah'ı ve O'nun dinini bilen ve peygamberlere vâris olan âlimlerin siyaseti ki bu âlimler sadece halkın elit (havas) taba kasının iç âlemine (bâtınına) hükmederler. Halk (avam) ise, bu kimselerden istifade edecek güce sahip bulunmadığı için faydala namazlar. Bu âlimler halkı ilzam etmek, kötü işlerden menetmek ve kanunlara itâata zorlamak gücüne sahip değildir. Bu tür bir otoriteden mahrumdurlar.
4. Vâizlerin siyaseti ki bunların siyaseti sadece basit halk tabakasının bâtınına hitab edebilir. (Halkın üzerinde başka bir otoriteleri yoktur!)

Bu dört çeşit siyasetin en şereflisi hiç kuşkusuz peygamberle rin siyasetidir. Bu siyasetten hemen sonra âlimlerin siyaseti gelir. Çünkü bunlar ilim öğretmekle halkı helâk edici kötü ahlâktan arındırırlar ve onları irşad ederek güzel ahlâka yöneltirler. İşte âlimlerin siyaseti budur ve eğitim-öğretimin en mühim fayda larından biri de bu güzel neticeyi sağlayabilmesidir.

Öğretim siyasetinin, diğer siyaset ve sanatlardan üstün olduğunu söyledik; zira bir sanatın şerefi üç şey'in mevcudiyetiyle bilinir.

A) Sanatın maksadına ulaştıran şeyin bizzat maddesini teşkil eder. Buna örnek olarak şunu gösterebiliriz: Aklî ilimler, lûgatla ve edebiyatla ilgili bütün ilimlerden üstündür. En güzel örnek bu dur; zira bütün hikmetler akıl vasıtasıyla çözülmektedir. Lûgat ve edebiyat ise işitmek suretiyle öğrenilebilir. Aklın, işitme hassasından çok daha üstün olduğu aşikârdır.
B) Toplumun menfaatine uygundur; yani halka daha büyük
fayda sağlayan şeyin şerefi bu fayda nisbetinde yükselir. Örneğin ziraatın kuyumculuktan üstün olması bu hikmete mebnidir.
C) Üzerinde çalışılan şeyin maddesinin kıymetidir. Bu şekilde
bakıldığı zaman kuyumculuk dericilikten üstün olur. Çünkü ku
yumcu, altın gibi çok nefis bir maden üzerinde çalışma yaparken, derici pis ve murdar hayvan derileri üzerinde çalışmaktadır.

Dinî ilimlerin, âhiret yolunun aydınlanmasına vesile olduğu herkesin malûmudur. Bu ilim ise ancak aklın selim oluşu ve ze kânın Saffeti lie bilinir. Akıl insana verilen nimetlerin en şereflisidir. Nitekim bu hususu kitabımızın ilerideki bölümlerinde geniş bir şekilde izah etmeye çalışacağız.
Aklın en şerefli bir nimet oluşunun esas sebebi, Allah'ın ema netinin (dinî emirlerin) ancak akılla kavranabilmesi ve yapılabilmesidir. Bu emirleri yerine getirmek suretiyle Allah'a yakınlaşılabilir.

Aklın umumî yararı ise saymakla bitmez. Çünkü akîm bütün ırıeyvası âhiret sâadetini temin etmektir.
Üzerinde çalışılan şeyin maddesine gelince, bu herkesin mal ûmudur; zira bir muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Öğretmen, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Öğretmen, insanı bü tün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir.

Bu nedenle ilmin öğretilmesi, bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, in sanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin, kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır.

Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazi neden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır.
Kulun, Allah ile mahlûkatı arasına girip de mahlûku Allah'a yaklaştırmasından daha büyük bir mertebesi olabilir mi? Kulların cennete girmesinden elde edilecek dereceye hangi derece ulaşabilir?

Ya rabbî! Bizi bu bahtiyar kullarından eyle! Kulun ve rasûlün Muhammed Mustafa'ya (s.a); onun âline ve ashabına salât ve selâmını gönder, onlardan rahmetini esirgeme!

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM

Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab

Talebenin hocaya karşı takınacağı tavırlar ve zahirî vazifeler çoktur. Fakat biz bunları on cümle ile ifade etmek isteriz.

1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın sırrı ve bâtını Allah'a yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmamış mıdır?
(Bu) din, nezafet temeli üzerine kurulmuştur.Benzer bir hadîs için bkz. İbn Hibban (Hz. Âişe den); Taberânî

Haddi zâtında ister zâhirî olsun, isterse bâtınî, nezâfet dinin temelidir.
Allah Teâlâ Kur'an' da şöyle buyurmaktadır: Müşrikler pistir!
(Tevbe/28)

Bu hükmü, tahâret ve necâsetten temizlenmenin, sadece bilinen taharet ve necaset mânasında olmadığını anlatmak için buyurmuştur. Zira müşrik kimsenin bazan bedeni yıkanmış, elbisesi temiz olur. Fakat cevheri (bâtını) necistir. İşte Allah Teâlâ bunu kastediyor...

Necaset, sakınılması ve kendisinden uzak durulması gereken şeylerin tamamının adıdır. Bâtınî sıfatların necasetinden korunmak, zâhirî necasetten korunmaktan daha mühimdir; zira bâtınî pislikler dünyada pis oldukları gibi, büyük bir felâket kaynağı olurlar.

Hz. Peygamber (s.a) bu mânâyı şöyle ifade buyurmaktadır:
(Rahmet) melekleri, içinde köpek bulunan bir eve girmezler.Buhârî ve Müslim, (Ebu Talha el-Ensarî'den)

Kalp bir evdir. Meleklerin girip eser bıraktıkları ve yerleşmek istedikleri bir mahâldir. Ucûb, kibir, hased, kin, şehvet, gazab ve benzeri rezil sıfatlar ise, uluyan köpeklerdir. Bu köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer? Halbuki, Allah Teâlâ'nın nûru da insanların kalbine melekler vasıtasıyla ilka edilir.

Hiçbir insan yoktur ki, Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun. Ancak vahiy ile veya perde arkasından; yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi suretiyle olur. Çünkü o çok yücedir, hikmet sahibidir.(Şûra/51)

İşte böylece ilim rahmetini, kalplere doğrudan doğruya ilka etmez. O rahmeti, yani ilim rahmetini bu mevzuda vazifeli olan melekler vasıtasıyla gönderir. Melekler her türlü kötü ve çirkin sıfatlardan beridirler; pâk ve temizdirler. Onlar ancak güzeli seyrederler, yanlarındaki Allah'ın rahmetinin hazinelerinden ancak temiz yerleri tâmir ederler.

Sakın benim 'Beyt'ten gaye kalptir, Kelb'en (köpekten) de gaye, gazab ile çirkin sıfatlarıdır' dediğim zannedilmesin.

Ben sadece hadîsteki Beyt kelimesinden kalp, Kelb kelimesinden de kötü sıfatların kasdolunduğunu söylemeye
çalışıyorum. Sözünü ettiğim terimler, işte bu mânalara işaret ediyor. Zâhirî tâbirleri bâtına mâletmekle, 'Bâtına işaret ediyor' demek arasında büyük bir fark vardır. Zira ikincisinde, zâhirî zâhir olarak kabul ediyor, 'Bunda bâtına işaret vardır' diyorsun. İşte bu incelikten dolayı bâtınîlerden ayrılmış olursun. Çünkü bizim yaptığımız iş, ibret almaktır. Bu ise kâmil âlimlerin mesleğidir.

İbret almanın mânası, zikredilenin öz mânâsında durdu rulması demektir. Nitekim akıllı bir kimse başkasının başına gelen musibeti gördüğü zaman, o musibetten kendisi bir ibret dersi alır. Yani o musibet, kendisinin uyanmasına vesile olur. Çünkü kendisi de bir insandır ve başka insanların başlarına gelen musibetler kendi başına da gelebilir.

Bu dünya inkılâbların arefesindedir. Bu musibetin başkasından sana gelmesi, senden de başkalarına gitmesi daima mümkündür; hatta mukadderdir. Onun için de ibret dersi almak, çok akıllıca ve güzel bir hareket olur. O halde sen de insanın evi olan, Beyt'le tâbir edilen zâhirden, Allah'ın manevî evi olan kalbe geç! Kendisinde bulunan yırtıcılık ve necis sıfatından (suretinden değil) ötürü zemmedilen Kelb tâbirinden köpekleşmiş ruhlara geç!

Gazab, oburluk, dünyaya yapışmak ve insanların hayâlarını yırtmaya çalışmak gibi çirkin sıfatlarla dolu olan bir kalp mânen köpektir. O halde basiret nûru, suretleri değil, mânâları arıyor. Bu âlemde suretler, mânâlara galip gelmiş ve mânâlar suretlerin içinde kaybolup gitmiştir.
Ahirette ise tam tersi olacak, suretler, mânâların içinde kaybolarak mağlup olacaklardır. O âlemde mânâ tam kemâliyle galip gelecektir. İşte bu sır ve hikmete bİnaendir ki, her şahıs manevî sureti esas alınarak haşrolunur.

İnsanların namus perdesini yırtanlar, saldırıcı bir köpek, insanların mallarına ve mülklerine göz diken oburlar ise, saldırgan kurtların suretine bürün dürülerek haşrolunacaklardır. Dünyada, diğer insanlara karşı gurur ve kibir taslayanlar, ahirette kaplan suretine sokularak haşrolunacaklardır. Riyaset peşinde koşanlar ise, aynı muameleye arslan şeklinde tâbi tutulacaklardır.Salebi, Tefsir, (Berrâ b. Azib'den)

İşte böylece, bu mânâları ifade eden birçok hâdisler vârid olmuştur. Basiret sahibi insanların gözleri de bunları müşahede etmiştir.

Eğer 'Nice bozuk ahlâklı talebeler vardır, bunların hepsi de ilim tahsili yapmıştır?' dersen şöyle cevap veririz: Böyle bir kimse, ahirette kendisine yardım ve saadetini temin edecek hakikî ilimden mahrum kişidir. Bu kişi nerede, hakikî ilim tahsili nerede? Zira hakikî ilim, insana daha başlangıçta günahları öldürücü birer afet olarak gösterir. Acaba bir şeyin, öldürücü zehir olduğunu bile bile o zehiri yutanları hiç gördün mü?

Zâhirî ilimlerin şekilciliğine dalanlardan dinlediğin ilim ise, dilleriyle söyleyip, kalpleriyle reddettikleri bir ilimdir. Bunun, uzaktan ve yakından, ilimle hiçbir ilgisi yoktur.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İlim çok rivayetten ibaret değildir. İlim ancak bir nûrdur ve kalbe atılır
Bir âlim 'İlim Allah'tan korkmaktan ibarettir' demiştir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah'tan kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.(Fâtır/28)

Sanki Allah Teâlâ bu ayet-i celîlesiyle, ilim meyvelerinin en âlâsına işaret buyurmaktadır.
Bu sır ve hikmet, tahkik ehlini şöyle konuşturmuştur: Alimlerin 'Biz ilmi Allah'tan başkası için öğrenmek istedik, fâkat ilim Allah'tan başkası için kimsenin malı olmadı;
ancak Allah için olduğu takdirde insana râm oldu' sözünün mânâsı; 'Allah'tan başka bir maksat için öğrenmek istediğimiz ilim bizden uzaklaştı, hakikatini bize göstermedi. Biz onun ancak kabuğunu ve lâfızlarını elde ettik' demektir.

Eğer 'Ben muhakkik ve fakih âlimlerden bir cemaat gördüm, fürû ve usûl ilimlerinde çok derinleşmiş ve hattâ en gözde âlimlerden sayılmışlardı. Fakat onlar çirkin ve kötü ahlâkların hepsinden arınmış değillerdi' dersen şöyle cevap veririz: İlimlerin mertebelerini ve ahiret ilmini bildiğin zaman malûmun olur ki, böyle âlimlerin uğraştığı ilimler, ilim olarak faydasızdır. İlmin zenginliği, bilinenin Allah için tatbik edilmesindendir. İlimle, Allah'a yaklaşmak kastolunduğu takdirde; onda büyük faydalar vardır. Bu meseleye daha önce temas edilmişti. Daha geniş izahât, Allah'ın izniyle, ilerideki sayfalarda verilecektir.

2. İkinci vazife ise, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmak, ehlinden ve vatanından uzaklaşmaktır. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.175 (Ahzab/4)

Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakîkatların anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, senin tamamını almadıkça birazını bile sana vermez. Ona tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine şüphelidir'.

Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları arklar emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz.

3. İlim talep eden, ilme karşı kibirlenmemeli ve hocasına karşı her zaman emre âmâde bir tavır içinde bulunmalıdır. Kendisini hocasına teslim etmeli, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidir. Nasıl ki bir hasta, doktorunun söylediklerini can kulağı ile dinleyip, dediklerini harfiyyen yerine getiriyorsa, ilim öğrenen talebenin durumu da aynen bilgisiz bir hastanın bilgin ve şefkatli doktorun önündeki durumuna benzemelidir. Talebe, hocasının önünde birşey bilme ukalâlığına düşmemelidir; yalnız dinleyip öğrenmeye bakmalıdır. Hocasına daima mütevazi davranmalı, hocasına hizmet etmeyi kendisi için en büyük bir şeref bilmelidir.

Şa'bî(Şa'bî çok müttaki ve kıymetli bir âlimdir. Künyesi Ebu Amr, ismi Amr b. Şurahbil'dir. Hemedanlıdır, H. 100'de seksen yaşlarında iken vefat etmiştir.)
şöyle anlatır: Zeyd b. Sâbit bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra kendisini bir katıra bindirmek istediler. Orada bulunan İbn Abbas, âlim olan Zeyd'in üzengisini tuttu: Zeyd 'Ey Allah Rasûlü'nün amcasının oğlu! Üzengimi bırak; senin gibi şerefli bir insanın üzengimi tutması bana çok ağır geliyor' dedi. İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber bize, âlimlere hürmet etmemizi emretti' diye cevap verdi. Bunu duyan Zeyd, eğilip İbn Abbas'ın elini öptü ve 'Kendi ehl-i beytinin elini öpmemizi de bize emir buyurmuştur' diye karşılık verdi.Taberânî, Hâkim ve Beyhâkî, el-Medhal: Hâkim'e göre senedi sahihtir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Temellik (dalkavukluk) mü'minin ahlâkından değildir. Fakat ilim tahsil eden talebe, hocasına temellük edebilir.İbn Adiy, (Muaz ve Ebu Umâme'den zayıf bir senedle)

Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, talebe hocasına karşı asla başı dik olmamalıdır, saygıda bir an bile kusur etmemelidir.

Hocasından değil de, şöhretli kişilerden istifadeye kalkışmak, talebenin hocaya karşı böbürlenmesidir. Böyle bir hareket, talebenin aynı zamanda bir ahmak olduğunu da gösterir. Zira ilim, kurtuluş ve saadete ulaşma vesilesidir. Bir canavardan kurtulmanın yolunu, ister meşhur bir kişi göstermiş olsun, isterse nâmı şânı duyulmayan bir insan, ikisinin arasında hiç bir fark yoktur.

Ateşin, Allah'ı bilmeyenlere saldırması; canavarın insanlara saldırmasından daha şiddetli olduğuna göre, onu bu ateşten kim kurtarırsa onun en büyük hocası odur. Hikmet (ilim) mü'minin kaybetmiş olduğu malıdır; onu nerede görürse hemen malına sahip çıkar. Onun için o malı ona kim verirse versin, veren teşekküre hak kazanmış kişidir. İşte bu sırrı anlatabilmek için şöyle denildi: 'Kibir sahibi bir gence, ilim savaş açar; aynen suyun kendisini tutmaya çalışan tümseklere savaş açması gibi..

İlme sahip olmak için, hocayı can kulağı ile dinlemek ve mütevazi olmak lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak ki bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.(Kâf/37)

Ayette geçen 'Kalbi olan' tâbiri ile; ilimde anlayışlı ve kabiliyetli olmak kastolunmaktadır. Fakat sadece anlayış ve kabiliyet kifayet etmez; huzur-u kalp ile hocayı dinlemek gerekir. Hocanın sözlerindeki ilmin inceliklerine iyice vâkıf olmaya gayret etmelidir. Hocayı iyi dinler, tevazu gösterir, istifade ettiğinden dolayı teşekkürlerini izhar ederse ve böyle bir hocanın talebesi olmaktan duyduğu şerefi ve hocasına minnettarlığını bildirirse ancak, işte o zaman tam mânâsıyla ilimden istifade edebilir.

Talebe hocaya karşı tıpkı yağmura susamış bir çorak arazi gibi olmalıdır. Çorak bir arazi, nasıl ki üzerine düşen yağmuru hemen emerse, talebe de hocasının ilmini öylece yutmalıdır. Hocası kendisine öğretmek kasdıyla birşey söylerse hocasının sözünü tutmalı, şahsî fikirlerini bırakarak hocasının fikrine sarılmalıdır. Zira hocasının yanlış sözü kendi doğru bilgisinden daha hayırlıdır. Çünkü deneme, insanı garip ve menfaati büyük olan inceliklere vâkıf edebilir. Ateşi çok yükselmiş nice hastalar vardır ki, doktor onun ateşini başka bir ateşle yükseltmeye kalktığı zaman bunu anlamayanlar taaccüb eder ve itiraz etmeye kalkarlar. Halbuki doktorun verdiği hararet vücuttaki hararetle birleşir ve hastanın bünyesi doktorun sonradan vereceği ilâçlara mukavemet edecek kuvveti kazanır. Doktorun böyle bir muameleye girişmesi, tebabet ilminden haberi bulunmayan birine çok tuhaf görünebilir.

Allah Teâlâ, Hz. Musa ile Hızır arasında geçen kıssada şöyle demektedir:
Hızır şöyle dedi: 'Doğrusu sen benimle olmaya asla sabredemezsin. İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredebilirsin?'
(Kehf/67-68)

Daha sonra Hz. Hızır, Hz. Musa'nın kendisiyle arkadaşlık yapabilmesi için şu şartı ileri sürdü:
Hızır dedi ki: O halde bana tâbi olacaksan; ben sana birşey söylemedikçe, sen bana hiçbir şey sormayacaksın'
(Kehf/ 70)

Fakat Hz. Musa sabredemeyerek yol boyunca Hızır'ı suale tâbi tuttu ve sonunda bu sabırsızlığı ikisinin arkadaşlığına son verdi. Sonuç olarak; hocasının görüş ve iradesinden başka görüş ve iradeye sahip olan talebenin feyizden mahrum olduğunu ve zarara düştüğünü bil!
"Allah Teâlâ 'Eğer bilmiyorsanız ehlı-i zikirden sorun' (Nahl/43) buyurarak bizi öğrenmeye teşvik ediyor" dersen doğru bir söz söylemiş olursun. Çünkü bu böyledir, hepimiz öğrenmekle mükellefiz. Fakat bir talebe hocanın izin vermesi hâlinde sorabilir. Zira talebe kendi kendine istediği gibi sual sorma hakkına sahip olursa, henüz kavrama imkânından yoksun olduğu meseleleri sorar, bu ise zararlıdır. Hz. Hızır'ın Hz. Musa'yı, kendisi konuşmadan sual sormaktan men edişi bu hikmeti göstermektedir. Demek ki hoca, hangi ilmi daha iyi kavrayacağını talebeden iyi bilir; talebenin hangi bilgiyi, ne zaman öğreneceğini daha iyi anlar. Eğer hocası daha aşağı bir seviyeden başlatmışsa, daha yukarı bir seviyedeki bilgiyi alma zamanı gelmemiş demektir.

Hz. Ali şöyle demiştir: 'Fazla sual sormamak, sorulan suale râzı olmak, hoca yorulduğu zaman onu cevap vermeye zorlamamak, kalkıp gitmeye çalıştığı zaman eteğine sarılıp onu durdurmaya çalışmamak, gizli yanlarını halka ifşa etmemek, yanında kimseyi çekiştirmemek, yanılmayı kabul ederek, yanıldığı zaman mâzeretini kabul etmek; evet bütün bunlar bir âlim kişiye gösterilmesi lâzım gelen hürmet ifadeleridir. Âlime hürmet etmek, herkesin vazifesidir. Âlim Allah'ın emrini muhafaza ettiği müddetçe senin de ona Allah için hürmet göstermen, önünde diz çöküp oturman, şayet ihtiyacı varsa ona herkesten önce hizmet etmeye koşman senin üzerine vazifedir'.

4. İlim isteyen bir kimse, ilk zamanlarda, ihtilâflı konulara kulak vermekten çekinmelidir. Üzerinde ihtilâf olan şey ister dünya ilmi olsun, isterse ahiret ilmi... Çünkü ihtilâflı konular, ilme yeni muhatab olan talebenin aklını karıştırır, zihnini bulandırır, görüş hususundaki iradesini zayıflatır. İdrâk ve itidal yönünden ümitsizliğe düşer.

İlim denizinin başlangıcında olan kimseye uygun düşecek hareket, hocası yanında makbul bir mertebeye çıkmaktır. Doğru, güzel ve bir tek yolu adamakıllı öğrenmektir. Bunu öğrendikten sonra, mezhepler arasındaki fikir ayrılığına kulak verip, bu ihtilâfların inceliklerini keşfetmeye bakmalıdır. Şayet hocası bir görüşün tek başına savunucusu değilse ve hocasının âdeti, mezheplerin görüşünü olduğu gibi nakletmek, bunların görüşleri hakkında leh ve aleyhdeki delilleri serdetmek ise, böyle bir hocanın sohbetinden sakınmalı ve yanından uzaklaşmalıdır. Zira böyle bir hoca, insanı irşad etmekten ziyade dalâlete sürükler. İki gözü kör olan bir adamın körlere yol göstermesi mümkün müdür? Müstakil görüş sahibi olmayan bir kimse cahildir, cahil bir insanın ilim verebilmesi ise mümkün değildir.

Tahsile yeni başlayan bir talebeyi, ihtilâflı ve şüpheli konu lardan uzak tutmalıdır. Onu böyle konulardan menetmek, tıpkı yeni müslüman olan bir insanı, eski arkadaşları, milleti ve kâfirlerden uzak tutmaya benzer. Aklı ve idrâki sağlam bir talebenin ihtilâflara dalmasını ve şüpheli konulara girmesini teşvik etmek ise, âdeta imanı kuvvetli bir insanın kâfirlerle haşır-neşir olmasını temin etmeye çalışmak gibidir. Bu sır ve hikmete binaendir ki, korkak bir kimsenin kâfir saflarına hücum etmesi yasaklanmış; fakat bahâdır bir kişinin ise, aksine, taarruz etmesi teşvik edilmiştir. Bu incelikten haberdar olmayan zayıf kimseler, imanı sağlam insanlar için yapılması câiz olan ve teşvik edilen kolaylığın kendileri için de caiz olduklarını zannederler. Bunlar bilmezler ki, kuvvetli insanlarla zayıf insanların yapacakları şeyler başkadır. Çünkü kuvvetli ile zayıf arasında büyük fark vardır.

Bir âlim şöyle buyurmuştur: 'Beni ilk gören dost, sonradan gören zındık oldu zanneder'. Çünkü neticede ameller insanı içe yöneltir; farzlar hariç, bedeni ameller tamamen durur. Bu durumu görenler atalet, tembellik ve ihmalkârlık zannederler. Aslında durum onların gördüğü gibi değildir. Belki o, kalbî amellerin en faziletlisi olan zikirle ve müşahedeyle meşguldür.

Zayıf bir kimsenin, zâhirde düşüş gibi görünen büyük insanların hâline ve hareketine kendini uydurması, tıpkı bir miktar necasetin bir testi suya veya bir okyanusa karıştırılmasına benzer. Biraz necaset testideki suyu necis yapar, ama okyanusu asla! İşte zayıf bir kişinin hâli 'Madem ki o necis olmuyor, ben de necis olmam' diyen testinin hâline benzer... Halbuki bu insanda birazcık idrâk olsaydı, azıcık bir necasetin okyanusun istilâsıyla onun sıfatına dönmüş olacağını bilmesi lâzımdı. Kendi testisine düşen necaset ise, testiyi kendi sıfatına dönüştürür; bu çok açık görülen misallerden biridir.

Bu hikmeti ifade etmek için, Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne vermiş olduğu bazı ruhsatları diğer kullara vermediğine işaret edebiliriz. Başkalarına dört kadından fazlasıyla evlenme mübah kılmmadığı halde Allah'ın Rasûlü'ne bu hususta ruhsat verilmiştir:Hatta dokuz kadınla evlenmesi kendisine mübah kılındı Buhârî ve Müslim

Zira ondaki kuvvet, dokuz kadına âdil davranabilmesi için yeterliydi. Onda bulunan kuvvet kaç kadın olursa olsun, zulme uğratmayacak derecedeydi. Hz. Peygamberden başkaları ise bu kuvvetten yoksun oldukları için; Rasûl'ün tatbik ettiği adaletten birazını bile tatbik etmekten mahrumdular, onun için kadınlar arasındaki geçimsizlik, onları yiyip bitirir; hatta onları memnun edebilmek gayreti, maâzallah insanı Allah'a bile isyan ettirebilir.
Melekleri, demircilerle kıyas eden bir kişi hiç felâha kavuşabilir mi?

5. Talebe, faydalı ilimleri, hiç birinden fedakârlık yapmadan öğrenmeli ve her birinden kendi maksadına yardım edecek derecede istifade etmeye bakmalıdır. Şayet ecel kendisine mühlet verirse, o ilimlerde de derinleşmeye bakmalıdır. Şayet onların hepsiyle birden meşgul olmak imkânına sahip değil ise, kendisine daha uygun olan birisinin üzerinde çalışıp, onu elde etmeye bakmalıdır; diğerlerinin de güzel yanlarını almak şartıyla... Zira ilimler birbirine bağlıdır ve biri diğerine yardımcıdır. Tam mânâsıyla meşgul olmak imkânı bulamadığı ilimler hakkında birazcık olsun haberdar olması, en azından onların aleyhinde bu lunmasına mâni olur. Çünkü insanın en kötü tarafı, bilmediğine düşman kesilmesidir.

Allah Teâlâ, kişinin bilmediğine düşman kesildiğini şöyle ifade buyuruyor:
Bir de kâfirler iman edenler hakkında şöyle dediler: 'Eğer o (peygamberin dini) iyi olsaydı bizden evvel (fakirler ve biçâreler) ona koşmazlardı. Böyle demek suretiyle maksatlarına erişemeyince de (Kur'an'ı inkâr etmek için) şöyle diyecekler: 'Bu Kur'an eski bir yalandır'.(Ahkaf/11)

Şâir, bu hakikati ne güzel dile getirmiş: 'Hasta ve buruk ağızlı birine, en tatlı su bile acı gelir'.

İlimler derecelerine göre, ya insanoğlunu Allah'a götürür veya onun gidişatına bir bakıma yardım ederler ki, bunun da hedefe yaklaştırma ve uzaklaştırma açısından birçok mertebeleri vardır. Bu ilimleri bilenler âdeta hudutta nöbet bekleyen askerler gibidir. Her birinin ayrı mertebesi vardır. Eğer o mertebelerden Allah Teâlâ'yı razı etmek kastediliyorsa ona göre sevaba nail olunur.

6. Talebe birdenbire ilmin herhangi bir dalma dalmaya bakmamalıdır. Derinliklere inebilmek için gerekli tertibe riayet etmeli ve ilk önce en önemli noktadan işe başlamalıdır.

Çünkü insanoğlu bütün ilimleri bir ömre sığdırmaya muktedir değildir; öyleyse akıllıca hareket etmeli ve herşeyin en güzelinden işe başlamalıdır. Başladığı işin azıyla iktifa edip, bütün gücünü kendisine kolay gelen herhangi bir ilme sarfetmelidir.

İlimlerin en şereflisi de ahiret ilmi olduğundan böyle bir kişi, gücünü, bu ilmi öğrenmeye sarfeder. Pek tabii olarak ahiret ilmi ile kasdettiğimiz, muamele ve mükâşefe ilimleridir. Muamele ilminin hedefi mükâşefedir. Mükâşefenin hedefi ise Allah'ı bilmektir. Ben ahiret ilmi derken halkın anladığı itikad meselelerini kasdetmiyorum. Halk tabakasına, o meseleler ister ecdadından intikal etsin, isterse yeni çıkmış olsun netice birdir.

Ahiret ilminden gayem, kelâm ilminin yazışma yolu ile hasımların desiselerinden kelâmı korumak için va'z edilen mücadele yolu değildir. Bu sözdeki gayem, Allah tarafından mücahede vesilesiyle içi kötülüklerden temizlenmiş bir kimsenin kalbine atılan nûrun meyvesi ve semeresi olan yakîn ilmidir. Öyle ki, kişi bu yakîn sayesinde Ebubekir Sıddîk'în mertebesinden payesini alsın. Hz. Ebubekir ki (peygamberler hariç) bütün kâinatın imanı terazinin bir kefesine, onunki öbür kefesine konsa, onunki ağır basardı. Buna Allah'ın Rasûlü bizzat şehadet etmektedir. Benim telâkkime göre, halkın inancı ile kelâncının inancı arasında hiçbir fark yoktur. Fakat "kelâmcılarm tertib ve tahririne kelâm adı verilerek halkın inancından ayrı bir havaya büründürülmüştür o kadar...

Şayet kelâmcının gayreti yüksek derecelere çıkmaya vesile olsaydı, bunlardan mahrum olan Ömer, Osman, Ali ve diğer bütün sahabîlerin bu derecelerden mahrum kalmaları gerekirdi. Hz. Ebubekir'i (r.a) diğer sahabîlerden üstün yapan kelâm değil, kalbinde bulunan ve katiyyen sarsılmayan imam elde etmesidir. Bu gerçekleri Hz. Peygamberden (s.a) dinleyip ehemmiyet vermeyenler ve bildiklerini okuyanlar, ne garip insanlardır!..

Bu garipler 'Bütün bu sözleri sûfîler uydurmuştur, bunların hiçbiri akla uygun düşmüyor, onun için böyle sözler hakkında teenniyle hareket etmeli veya bunlara hiç itibar etmemelisin' diyerek sermayeni zâyi ederler ve böylece işin içinden çıkmış oldukları vehmine kapılırlar.O halde ey hakkı aramaya tâlib olan kişi! Kurtuluşu, fakih ve kelâmcılarm vâkıf olamadıkları sırları aramaya koyulmakla elde edebilirsin. Bilmiş ol ki, bunu bulabilmen için çok gayret sarfetmen gereklidir.

Kısaca, ilimlerin en şereflisi ve bütün ilimlerin hedefi mârifet ilmine sahip olmaktır. Bu mârifet ilmi öyle bir deryadır ki, onun derinliğine hiçbir zaman vâkıf olunamadığı gibi, idrâk ile de ölçülemez... Bu derinliklere ancak en yüce peygamberler varabilir. Sonra veliler, onları tâkiben de bu yüce kişilerin ardından giden âlimler bu derecelere varırlar.

Rivayet edilir ki, bir mâbedde iki hâkimin heykeli bulunmuş. Birinin elindeki levhada şunlar yazılıymış: 'Sen her şeyi iyi bildiğini zannediyorsun. Unutma ki, Allah'ı ve herşeyin yaratıcısı ve bütün eşyanın yaratıcısı olan kudreti idrâk etmeden herşeyi tam mânâsıyla bilemezsin!' Diğerinin elindeki levhada da şunlar yazılıymış: 'Allah'ı bilmeden evvel, susayınca herşeyi içerdim; fakat Allah'ı bildikten sonra susuzluğum bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitti'.

7. İlk önce öğrenilmesi gerekeni öğrenmeden bir diğer ilme atlamalıdır Zira ilimlerde tâkip edilmesi zarurî olan
tertibler, sıralar vardır. Bir kısmı diğer kısmına yol açıcı mahiyettedir. Tertib ve sıraya riayet eden talebe muvaffak olma yolunda demektir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o kitabı gereği gibi okurlar. İşte onlar tahrif etmeksizin kitaplarına iman edenlerdir. Her kim de kitabı inkâr eder veya değiştirirse, işte onlar dinlerinde ziyan edenlerdendir.(Bakara/121)

Yani bir ilmi veya fenni gereğince öğrenmedikçe başka ilim veya fenne geçmezler. O halde talebenin, okuduğu ilmi güzelce kavrayıp, ondan sonra bir üst derecede bulunan ilme varmaya çalışması gerekir.

Bir talebenin, herhangi bir konuda ihtilâf eden âlimlerin bu ihtilâflarına bakıp böyle bir ilmin fâsid olduğuna hükmetmemesi lazımdır. Çünkü ihtilâf, ilmin kendisinde değildir. Belki o ilim üzerinde âlimlerin yanılmış olduğunu kabul etmek, daha doğru bir harekettir. Fakat âlimlerin, ilmin icablarına uygun hareket etmediklerine karar vermek de doğru değildir. Zira birçok cemiyetleri görürsün ki, aklî ve naklî ilimlerde düşünmeyi bile terketmişlerdir. Kendilerini mâzur gösterecek şöyle bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: 'Şayet bu ilimlerin aslı esası olsaydı erbabları ihtilâfa düşmezlerdi...'

Bu şüpheler Mi'yar'ul-ulûm adlı eserimizle izale edilmiştir. İsteyenler oraya bakıp şüphelerden kurtulmaya çalışabilirler.
Başka bir grup daha vardır ki, doktorların yanıldığına şahid oldukları zaman tıp ilminden şüphe etmeye başlarlar. Bazı gruplar da, bir müneccimin sözü tesadüfen doğru çıktığı zaman astroloji ilmini en üstün ilim saymıştır. Başka bir grup ise müneccimin yanıldığını görür, topyekûn astrolojiyi inkâra sapar. İşte bütün bu gruplar yanlış görüşlere saplanmışlardır.

En lâyık ve uygun olanı şudur: Bir şeyin her şeyden evvel özü bilinmelidir. Böyle bir bilgi sahibi olunduğu zaman anlaşılır ki, bir kişinin, bütün ilimleri, tek başına ihâta etmesine imkân yoktur. Ancak bu mütearife çapındaki ölçüye sahip olunduktan sonra doğru hükme varılabilir.

Hz. Ali (r.a) ne güzel söylemiştir: 'Hakkı kişilerin şahsıyla değil, hak olduğu için kabûl et. Eğer hakka hak olduğu için değer verirsen, o hakkı kimlerin bildiğini de müşahede edebilirsin'.

8. En faydalı ve şerefli ilimlerin bilinmesine vesile olan
unsurları öğrenmelidir. Öğrenilmesi gereken ilimler derken
iki unsuru kastediyoruz:
a) Tıp ve din ilmi gibi semeresinin şerefi
b) Delilin kuvvetli olması

Bu ilimlerden birinin gayesi ebedî; öbürünün ise fânî ha yattır. Böyle olunca din ilmi daha şereflidir. Bir de matematik ve astronomi gibi ilimler vardır. Matematik ilmi, delilleri daha kuvvetli olduğu için, astronomi'den daha şereflidir. Fakat tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söyleriz. Fakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal eder. Ancak semerenin, delilden daha kıymetli oluşu, şeref bakımından da yüksekliğine delâlet eder. Onun için neticeyi, daha itibarlı kabul etmek., mantıkî ve evlâdır. Bu sebeple daha ziyade nazariye üzerine bina edilmiş olduğu halde tıp ilmi, matematik ilminden daha şerefli sayılmıştır.

Bu izahatımızdan sonra iyice anlaşılıyor ki, ilimlerin en şereflisi Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini bildiren ve bu gayeye götürücü yolları gösteren ilimdir. Öyleyse ey ilim talibi! Bu ilimden başka ilimlere, şiddetli bir şekilde talip olma; bütün gayen, bu en şerefli ilmi elde etmek olsun!

9. Talebenin, talebeliğinin başlangıcında, gayesi iç âlemini faziletlerle süslemek, ileride ise Allah'a mânen yaklaşmak ve mele-i âla diye ifadelendirilen melekler; ve dergâh-ı izzete yakın olan varlıkların komşuluğuna yükselmek olmalıdır.

Öğrenci hiçbir şekilde ve hiçbir zaman öğrendiği ilimle, rütbe, servet ve riyaset peşinde koşmamalıdır. Akranlarına karşı böbürlenerek sefihler derekesine düşmemelidir.

Öğrenci, evvelce de belirttiğimiz gibi, hiç şüpheye düşmeden kendisi için makbul olanı talep etmelidir ki, bu talep edeceği de ahiret ilminden başkası değildir. Bu ilmi talep eder, fakat diğer ilimleri de hakir görmez. Yani ahiret ilmini talep ettikten sonra, 'Bundan ötesi fetva, nahiv ve lûgat ilmi imiş, bunların hiçbir kıymeti yoktur' diyerek onlara hakaretle bakmamalıdır.

Talebenin, Kur'an ve hadisle münasebeti bulunan nahiv ve lugat ilmini hakir görmemesi gerektiği gibi, diğer ilimleri de hakir görmemelidir. Biz bu ilimlerin neler olduğunu farz-ı kifaye bölümündeki ilimlerin çeşitlerini bildirirken, ibarelerin başlangıcında ve sonunda zikretmiştik.

Ahiret ilmini fazla övdüğümüze bakıp, diğer bütün ilimleri hakir gördüğümüzü zannetme! Zira ilim taşıyanlar, aynen İslâm devletinin hudutlarını bekleyen askerlere benzerler. Tıpkı Allah yolunda savaşan ve nöbet tutan gaziler gibidirler. Bu gazilerin bir kısmı muharebe meydanlarında harbeder, bir kısmı ise harbedenlere yardımcı olur. Bir kısmı muhariblere su taşır, bir diğer kısmı ordunun ağırlığını; yani hayvanlarını ve yiyeceklerini bekler. Bunların hiçbiri i'lâ-yı kelimetullah'tan ayrılmadıkça, cihad sevabından mahrum kalmaz. Yeter ki, gaye sadece ganimeti elde etmek olmasın! İşte ilimler de böyledir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Allah, iman edenlerinizi yükseltir. Kendilerine ilim verilenler için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11)
O emin kimseler, Allah katında derece derecedirler. Allah emin ve hâin kimselerin yaptıklarını hakkıyla görür.(âlu İmran/163)

Demek ki fazilet nisbîdir. Padişahlarla kıyasladığımız zaman hakir gördüğümüz sarraflar, çöpçülerle mukayese edildikleri zaman ne kadar üstün olurlar. Öyleyse en üstün dereceye yükselmeyen birinin kıymetsiz bir kişi olduğunu zannetme! Zira en yüce mertebe peygamberlerin, sonra evliyaların, sonra ilimde rüsuh kesbeden âlimlerin, sonra derece derece sâlihlerindir.

Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzal 7-8)

İlmiyle Allah Teâlâ'nın rızasını kastedenin (hangi ilim olursa olsun) ilmi, kendisine menfaat verir ve onu hiç şüphesiz üstün makamlara yüceltip sayısız ecirler kazandırır.

10. Talebe ilimlerin maksada ulaştırıcı olan nisbetlerini bilmelidir ki, yüce ve yakın olanı değersiz ve uzak olana; önemli olanı da önemli olmayana tercih edebilsin. Önemli olan ile kasdettiğimiz mânâ, seni en fazla alâkadar eden, sana en yakın olan şeyler demektir. Seni en yakından ilgilendirmesi gereken şey ise dünya ve ahiretteki durumundur.

Kur'an'ın buyurduğu ve ayn'el-yakîn'e varmış olanların keşiflerinde müşahade ettiği gibi; dünya ile ahireti imtizaç ettirebilmek ve bir araya getirebilmek mümkün olmadığı takdirde, unutma ki bu ikisinden, senin için bir misafirhane olur. Beden bir merkeb, ameller ise maksada doğru atılan adımlardır. Maksat ise, Allah'a mülâki olmaktan başka birşey değildir. Öyleyse bu konuşmamızda zikrettiğimiz şeyler bütün nimetleri içine alır; fakat bu ilmin kıymetini çok az kimse bilmeye muktedir olmuştur.

Allah Teâlâ'nın huzurunu görme saadetine ve cemalini seyretme şerefine göre ilimler üç mertebeye ayrılır. Cemâl-i ilâhînin seyrinden gaye, peygamberlerin istediği ve anladığı seyirdir. Halk tabakasının ve kelâmcılarm anladığı seyir ise bâtıldır. Bu mertebeleri aşağıda vereceğimiz misalle anlatabiliriz: Azâd edilmesi ve mülk sahibi olması için hacca gitmesi istenen bir köleye şöyle denilir: 'Eğer bütün rükünlerini edâ etmek suretiyle hac farizasını yerine getirirsen, hem âzâd edileceksin, hem de mülk sahibiolacaksın. Fakat hac etmek üzere hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulduğun zaman, yolda önüne birtakım mânialar çıkarsa sadece âzâd olur ve kölelik felâketinden kurtulursun; fakat mülk sahibi olmak saadetine ulaşamazsın'.

Böyle bir insan üç şekilde çalışmak mecburiyetindedir:
A. Bir binek almak; azığını ve su kabını hazırlamak
B. Vatanından ayrılarak Kâbe cihetine doğru hareket
etmek
C. Hacda, haccm rükünlerini arka arkaya yerine
getirmek ve bu işleri bitirdikten sonra ihramı çıkarıp geri
dönme hazırlıklarını yapmak

İşte bu şartların tahakkuk etmesi için, mülk ve hürriyete götüren sebeplerin hazırlanmasından başlar, tâ sonuna kadar devam eder. Çöllerdeki yolculukla başlar, tâ sonuna kadar...

Hac rükünlerinin evvelinden başlar, tâ sonuna kadar sırayla yapar.
Haccın rükünlerine başlayan bir kimsenin kendisini bekleyen saadete yakınlığı, elbette ki helâl azık, binek ve yolculuk tedbirine yeni başlamış bir kimsenin yakınlığından daha çoktur. Elbette ki, yolculuğa yeni başlamış birinin yakınlığından, hacca başlayanın yakınlığı daha fazladır. Bilfiil hac rükünlerini yerine getirmeye başlayan bir kişinin ise, gelecek saadete en yakın olması da bir gerçektir.

İlimler de üç bölüme ayrılır:
I. Azık ve binek hazırlığının yerine geçen kısımdır. Bu
kısım tıp, fıkıh ve dünyada bedenin rahatlığını temin eden
ilimlerdir.
II. Çölleri ve uzun yolları aşmaya hazırlık yapma devresi
yerine geçen ilimdir. Bu da, bâtınını kötü sıfatların bu
lanıklığından kurtarmış kimseler hariç; insanı acz içerisinde
bırakan o muazzam manevî geçitleri aşmak suretiyle temizle
mektir. İşte bu hal, yolun sülûk hâlidir. Bu yolun ilmini tahsil etmek ise, aynen maddî yolun istikametim bilmek ve konak
larını tanımak gibidir. Nasıl ki konakları bilmek ve yollara âşina olmak, yola çıkmadan bir fayda temin etmezse, tıpkı bunun gibi temiz ahlâk sahibi olmadan da bahsettiğimiz manevî geçitleri aşmak mümkün değildir.
III. Haccm ve hac erkânının yerine geçen bölümdür.
Bu kısım, Allah'ı, O'nun sıfatlarını, meleklerini, fiillerini ve keşif ilmi bölümünde zikrettiğimiz hususların bütününü bildiren ilimdir. İşte bunları öğrenmek ve yapmakta şayet Allah Teâlâ'nın rızası içinse kurtuluş ve saadet vardır. Saadeti elde etmek, ancak Allah'ı bilene, Allah'ın manevî komşuluğuna erene, ebedî rızık ve nimetlere nail olana müyesser olur... Kemâl derecelerinin zirvesine ulaşmaktan menedilenler ise, onlar için ancak mücerred kurtuluş ve selâmet vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ölen o kişi, hayırda ileri geçenlerden ise artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve nâim cenneti vardır. Fakat amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 'Sana selâm olsun' denir.
(Vakıa/88-91)

Maksada yönelip, hedefe gitmek azminde olmayan veya hedefe doğru gidip bu gidişte gayesi Allah'ın emrini tatbik edip kulluk vazifesini ifa etmek olmayan, aksine, geçici birtakım çıkarların arkasında koşan bir kimse ise, Ashab-ı Şimâl'den olup, dalâlete düşenler zümresinden sayılır. Bu gibiler için kaynar sudan bir ziyafet ve cehennem vardır.

İlimde rüsûh kesbeden âlimler indinde makbûl olan hakk'el-yakîn budur. Yani bu âlimler, Allah Teâlâ'yı maddî gözle değil, maddî gözlerden daha kuvvetli olan manevî gözlerle müşahede ve idrâk edip taklitten kurtulmuşlar, herhangi bir ilmi, sadece dinlemekle iktifa etmeyip, onların mânâlarına nüfuz etmeye çalışarak yüce derecelere ulaşmışlardır. Onların hâli, söylenenleri tasdik eden, aynı zamanda elzem görerek bilen insanların hâli gibidir...

Böyle olmayanların hâli ise, güzellik ve doğruluk sayesinde kabul eden kimsenin hâlidir. Böyle kimseler hakikati müşahede edememişler ve yakîn mertebesine ulaşamamışlardır. O halde saadet, mükâşefe ilminin ötesinde; mükâşefe ise ahiret ilmine talip olduktan sonra elde edilen muamele ilminin ötesindeki geçitleri geçtikten sonra kavuşulan bir nimettir.

Ayrıca çirkin sıfatların silinmesi için gidilmesi gereken yol, sıfat ilminin ötesindedir. Tedavi yolu ve bu yolda nasıl hareket edileceğini bildiren ilim ise, beden selâmeti ilminin ve yardımcısı olan sıhhat sebeplerinin ötesindedir.

Mesken, yiyecek ve giyeceğe götüren yaklaşma ve yardımlaşma ile sadece bedenin sağlığı korunabilir. Bu ise, devletle, insanları siyaset ve adalet yolu üzerinde fıkıh kaideleriyle zapteden devlet kanunlarıyla alâkalıdır. Sıhhat sebepleri tıp ilminin çerçevesi içindedir. O halde ilim ikiye ayrılır:
1. Beden ilmi
2. Din ilimleri
Bu sözle, din ilminden fıkıh ilmini kasteden bir kimsenin fıkıhtan gayesi; halk arasında şâyi olmuş zâhirî ilimlerdir. Bâtın ve elde edilmesi çok güç olan ahlâkî ilimler değildir. Eğer 'Neden tıp ve fıkıh ilmini bir yolcunun azık ve ekmeğine benzettin?' diye soracak olursan şöyle cevap veririm: Bil ki, Allah'a yaklaşmak için O'nun yolunda adım atan kalptir, be den değildir. Kalp ile gayem elle tutulan, gözle görülen et parçası değildir. Bahsettiğim kalp, esrâr-ı ilâhiyyeden bir sırdır ve o, hislerle idrâk edilemez. Allah'ın lâtifelerinden bir lâtifedir. Bu lâtife bazan ruh ile ifade edilir, bazan da nefs-i mutmainne (itminan ve sükûna kavuşan nefis) diye belirtilir.

Şeriat buna kalp diyor. Çünkü bu sırrın ilk basamağı kalp diye isimlendirilen bir et parçasıdır. Onun aracılığı ile bütün beden o sırrı yüklenir. Bu sırrın perdesini kaldırmak ancak, mükâşefe ilmiyle mümkündür. Fakat bu ilmin yazılmasına ve söylenmesine izin verilmemiştir. Onun için bundan bahsetmek mecburiyetinde kalan kişi en fazla şöyle diyebilir: 'O çok kıymetli bir cevher ve kâinatta tertib ve tanzim edilen bütün varlıklardan çok daha şerefli ve aziz bir mücevherdir ve o, ancak Allah'ın bir emridir'.

Zaten Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'.(İsrâ/85)

Bütün yaratıklar Allah'a nisbet edilir. Fakat ruhun Allah'a nisbeti diğer varlıklardan daha uygun, daha münasib ve daha şereflidir. Hem yaratılması bakımından, hem de emri olması yönünden ruh, Allah'a aittir. Emir, yaratmaktan daha yücedir.

Allah'ın emanetini yüklenen nefis ve cevher işte bu ruhtur ve bu emaneti yüklendiği için göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yüce ve şerefli olmuştur. Çünkü ondan gayrı bütün varlıklar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. Zira emir âleminden korkmuşlardır. Fakat bu kadar övülüyor diye ruhun kadîm olduğu sanılmasın. Zira ruhların kadîm olduğunu iddia eden kimse, hem mağrur ve hem de ne dediğini bilmeyen cahilin birisidir.

Konumuzun dışında olan bu mesele üzerinde daha fazla durmayalım. Buradaki gayemiz şunu beyan etmektir. İlâhî bir lâtife olan kalp, Allah'a yaklaştırıcı yegâne hassadır. Çünkü Allah'ın emrindendir. Onun çıkışı emirden olduğu gibi, dönüşü de emirdir. Beden ise kalbin bineğidir. Kalp onun vasıtasıyla hareket eder. Şu halde hac yolundaki biri için deve ne demek ise, Allah yolundaki bir kalp için de beden o demektir.

Ruh bedenin muhtaç olduğu suyu taşıyan kaba benzer. Onun için bir ilim, bedenin ihtiyaçlarını gidermeye ve onu selâmette tutmaya çalışıyorsa, o ilim ruha yardım ediyor demektir. çünkü beden ruhun hamalıdır, Tıbbın böyle bir ilim olduğu apaçık bir gerçektir. Zira insan, bedenî sıhhatini
korumak maksadıyla bazen tıp ilmine müracaat etmek zorunda kalır. Yalnızken bile, insan bu ilme muhtaçtır.

Fıkıh ilmi ise, tıp ilminden şu noktada ayrılır: İnsan tek başına olduğu zaman ona muhtaç olmaz. Fakat insan öyle ya ratılmıştır ki, tek başına yaşamasına ihtimal yoktur. Zira tek başına çalışarak yaşaması için gerekli olan bütün vasıtaları elde etmeye gücü yetmez. Tek başına ziraat yapmasına, ekmek pişirmesine, pişirmek suretiyle elde edilen diğer yiyecekleri bulmasına imkân yoktur. Yine elbise, mesken ve bunları meydana getiren bütün âletleri de tek başına meydana getiremez. Öyleyse insanoğlu kendi cinsiyle karıştıkları zaman şehvetler ve arzular da çoğalır. Bu sebepten aralarında münazara ve çekişmeler başlar. Aralarındaki kavgadan zayıf düştükleri için dışarıdan gelen felâketlere karşı koyamazlar. Neticede helâk olur giderler. Nasıl ki içlerinde hayata zıt unsurlar karışan insanlar helâk olup gidiyor ise...

İşte tıp ilmiyle, barışık olmayan bu unsurların aralarındaki itidal muhafaza edilir. Hariçten gelen zıt cereyanların arasındaki itidal de siyaset ve adaletle muhafaza edilir. İç unsurların itidalinin yolunu bilmek tıp ilmidir. Muamele ve fiillerde insanlığın hallerini mutedil bir şekilde korumak yolu ise fıkıh ilmidir. Bütün bunlar kalbin bineği olan bedenin korunması içindir. Kişi, kalbini ıslâh etmek için nefsi ile mücadele etmezse, sadece fıkıh ve tıp ilmine kendini adarsa, böyle bir kimsenin durumu; bineğini satın alan, yediren, içiren, su kabını hazırlayan, fakat bütün hazırlıklardan sonra hacca gitmeyen kimsenin haline benzer.
Fıkıh mücadelelerinde, kullanılan kelimelerin incelik lerini bilmeye çalışmakla ömrünü geçiren bir kimse; aynen, hayatını hac yolunda su taşımaya yarayan kabı güzel bir şekilde yapmak için ömrünü geçiren, fakat buna mukabil bütün hayatı müflis bir kimseye benzer.

Bu gibilerin, mükâşefe yoluna götürücü âlet olan kalbin ıslâhına uğraşmaları ve buna nisbet edilmeleri, yukarıdaki
insan tipinin hac yolculuğunu ve haccın erkânını bilfiil yapanlara nisbet edilmesi gibidir.

Herşeyden evvel bunu güzelce anlamaya çalış! Sonra, bu zahmetlere katlanan, vakitlerinin yüzde altmışını bunları anlamaya haşreden, avamın ve havassın mücerret şehvetten doğan taklitçiliğinden kurtulan kimsenin nasihatini dinle! Öğrencinin vazifesini anlatmaya bu kadar malûmat yeterlidir.

Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri

Malı elde etmek için insan dört hâl üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi, ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lâzım geldiğini bil! Mal sahibinin hâlleri şunlardır:
1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde
etmek için vakit harcamıştır.
2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur.
3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat
sahibi olur.
4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi
cömert ve fazilet sahibi olur.
Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.

İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hâle getirmektir.
Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar...

Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.. Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: 'O bir fitile benzer. Fitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.

Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olur. Bu büyük vazife de insanın en büyük şerefidir. O halde muallim, bu şerefli vazifenin âdâbını ve icablarını bilmelidir. Bilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin!
1. Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdır. Onları öz evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir.

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
Ben sizler için, bir baba evlâdı için nasılsa öyleyim.Ebu Davud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Hüreyre'den)

Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini ahiret ateşinden kurtarmaktır. Bu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidir. İşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana babanm hakkından daha üstündür.

Bir baba, varlığın ve fâni hayatın vesilesidir. Muallim ise ebedî hayatın saadetine vesile olan kişidir. Şayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evlâdı ebedî felakete götürürdü.

Uhrevî ve daimî hayatı insana tanıtan muallimdir. Muallimden gayem, ahiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları ahiret için olan muallimdir. Sadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.

Sadece dünya için yapılan öğretim, felâketin tâ kendisidir ve öğreteni helâke sürükler. Böyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırız. Nasıl bir babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini sevmek ve yardım etmek düşer... Onlar da aynen muallimleri gibi, öğrendiklerini ahiret için öğreneceklerdir. Gayeleri ahiretten başka birşey olmayacaktır. Şayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

Âlimler ve ahiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdır. Yolları bu dünyadan başlar, Allah'a gider. Bu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidir. Bir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve sevgi bağı kurulur aralarında. Demek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır.

Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Âhiret saâdetinin hududu yoktur ki İlle ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsin. İşte ahiret saadetinin bu ebedîliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır görmezsin.

Dünya saadetleri sınırlıdır. Böyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlar. İlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allah Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar:
Muhakkak ki iman edenler kardeştirler. (Hucûrât/10) Bu gibiler şu ayete uygun düşmektedirler:
(Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Takvâ sahipleri ise bundan müstesnadır.
(Zuhruf/67)
2. Muallim, Hz. Peygambere (s.a) uymalıdır. Öğrettiği şeyler için kimseden hiçbir ücret istememelidir. Hatta teşekkür bile beklememelidir. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için çalışmalıdır.

Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdır. Gerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu öğreten beklememelidir. Öğrencilerini, kendisin den öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve onları kendisinden faziletli görmelidir. Çünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirler. Muallim kendini, işletmek için tarlasını başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir.

Elbette ki çalışan, tarlanın sahi binden daha çok menfaate kavuşur. Eğer tarla sahibi ver memiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.

Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını sadece Allah'tan bekle!

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilim. Elbette onlar rablerine kavuşacaklar.(Hûd/29)

Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkârıdır. Beden ise ruhun bineğidir. Hizmet edilen sadece ilimdir. Zira insanın şerefi ancak ilimle yükselir.

Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidir. Çünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi...

Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzer. Böyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safında bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır.

Minnet duymak, muallime ait bir hâldir. Fakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevî huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştır. Muallimlik bunların eline geçmiştir. Bu kişiler selef âlimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanır. Hemen hemen hepsi bir pâdişâhın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlar. Çünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse başka bir meziyetleri olmadığı için kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirler. Hiç kimse hiçbir konuda kendilerine akıl danışmaz.

Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlar. Her zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlar. Yine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlar. Kazara talebe, hizmette kusur eder ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve kendisini affedilmez düşman olarak bilirler.
Bu zillete râzı olan âlim ne kötü bir âlimdir ve böyle kimseler hiç utanmadan 'Öğretmekteki gayem Allah rızasını kazanmaktır' derler. Alâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın!

3. Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen gurura kapılmamalıdır. Meselâ, talebenin lâyık
olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidir. Bir talebenin basit ilim bölümlerini öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni olmalıdır.

Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu, bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidir. Talebenin gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin göstermelidir. Bunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde göstermeli ve fiilî bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslâhtan çok ifsad etmeye vesile olur.

Eğer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse, o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhın ihtilaflı meseleleri, kelâmın cedel metodu, ahkâm ve husûmet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin ahirette insana bir faydası dokunmadığını söylemeli ve onu îkaz etmeye çalışmalıdır. Bu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde etmek için öğrendik; fakat ilim kendisini bize vermedi. Allah'ı kasdetmediğimiz için bize yâr olmadı demek suretiyle devam etmelidir.

Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince; onlar tefsir, hadîs ve selef-i sâlihînin meşgul olduğu ilimlerdir. Yani nefsin ahlâkını ve o ahlâkın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdir. Talebe bu ilimleri öğrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse o zaman talebeyi kendi hâline bırakmak lâzımdır. Çünkü talebe belki de bu ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedir. İlmi de bu gayeyle öğrenmiştir. Fakat bir de bakarsın ki, işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun sâlikleri arasına karışır.
Çünkü öğrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan korkutan nice düsturlar vardır. Onun için böyle bir talebeyi, bu düstûrların, günün birinde uyaracağı ümidi hiçbir zaman kaybolmaz. Başkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar birgün kendi kalbini de işgal edebilir.

İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine konulan yemlere benzer. Allah Teâlâ, halkı, nesli devam ettirmek için şehvete bağlıyor. Yine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın kalbine makam sevgisini ilka ediyor. Öyleyse bu ilimlerde de böyle bir sevgiye meyil olabilir. Sadece hilâfiyat (ihtilâflı ve çekişmeli meseleler) ve kelâm ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gâfil kılar; kalpleri taşlardan daha katı hâle getirir. Dalâletten dalâlete iter ve sadece dünyayı elde etmenin âleti olur. Ancak Allah Teâlâ kimin kurtuluşunu murad etmiş ise, o kendini bu tehlikeli meselelerle birlikte dinî ilimleri de tahsil etmişse kurtarabilir.

Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededir. Bak ve ibret al! Basîret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumuna nazar et ve memleketin hazin hâlini gör! Yardımcımız sadece Allahdır.

Bir ara Süfyan-ı Sevrî'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı olduk. Onlardan bazıları yanımıza geldi ve ders aldı. Bizden öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.

4. Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar târiz ve îma yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdır. Muallimliğin inceliklerinden birisi de budur. Azarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek onu kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Çünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal eder. Hocanın heybetli görünüp talebenin gözünde silinir. Çünkü aralarındaki perde yırtılmıştır. Bunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulur. Zira hırsı kamçılanmıştır. Bu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlar. Çünkü kırması yasaklandığına göre o fışkının içinde birşey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler.el-Zeria adlı eserde değişik bir ibareyle zikredilmiştir. İbn Şahin bu hadîsi zayıf bir senedle rivayet etmiştir ve İmam Suyutî fışkı yerine diken tâbirini kullanmıştır.

Bu konuda seni en iyi bir şekilde uyandıracak misal Hz. Adem ile Havva'nın yasak edilen nesneye karşı takındığı tavırdır.
Sana bu misalleri laf olsun diye getirmiyorum. Bu misalleri uyanman için serdetmeye ve ibret alarak hak yoluna gitmeni temin edesin diye getiriyorum.

Hocanın talebesini îma yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler târiz yoluyla söylenen sözlerin içindeki mânâları çözmeye meyyaldirler. Bu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine târizde bulunmak çok yerinde bir hareket olur. Talebe de, kendisine îma yoluyla söylenen mânâları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihnî faaliyetlerini artırmış olur.

5. İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir.
Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktır. Fıkıh mualliminin âdeti ise, hadîs ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir.

Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdir. Onlara göre aklın bu ilimlerde hiç bir dahli yoktur. Bir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız hâlinden bahseden; fer'î meseleleri ele alan ilimden başka birşey değildir. Allah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?'

İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlâklardan biridir. Bir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidir. Öğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdır. Şayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini gözönünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir.

6. Öğrencinin anlayışını iyi tesbit etmek, kaldırabileceği kadar ders vermektir. Aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdır. Öğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Biz peygamberler, Allah Teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!Ebubekir b. Salur, (İbn Ömer'den); Ebu Huzeyme, es-Siyase; hadîsin sahih olduğunu söylemiştir.

Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kolla malı ve hakikati o anda ona söylemelidir,
Akılları ermeyen bir bahsi (hakîkati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur.Ukaylî, İbn Sünnî ve Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle)

Hz. Ali (r.a) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler var. Keşke bu ilimleri devredebileceğim bir kim seye rastlayabilsem'.Bu söz değişik ibarelerle el-Gud adlı eserden alınmıştır.

Ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir.

Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidir. Bu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edilemeyeceği hallerde böyledir. Acaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir?

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boy nuna takmaktan sakının'.Ebu Talib el-Mekkî, Kut-ül Külâh; Suyutî, el-Leâli'il-Mesnua

Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdır. Onun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidir. Bu sır ve hikmete binaen 'Her kulu aklının ölçeği ile ölç!

Anlayışının miktarı ile tesbit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsin. Şayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar', denilmiştir.

Bir âlime bir sual sorulur. Cevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Rasûlü'nden rivayet edilen şu hadîsi duymadın mı?'

Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyamet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir. İbn Mâce, (Ebu Said'den zayıf bir senedle); benzeri bir hadîs daha önce Ebu Hüreyre'den de nakledilmişti.

Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün mânasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyamet gününde gemlendirsin.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarru funuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyin. Onları malları ile rızıklandırm, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin.(Nisâ/5)

Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olan bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyor. Müstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.

Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mı serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldular. Bari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayım. Eğer lâtif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam;
Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini kazanırım.Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır. Câlillere ilim veren onu zâyi eder.Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.

7. Zekâsı kıt olan bir öğrenciye açık ilimleri telkin etmek münasiptir. Böyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidir. Çünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal eder. Çünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulur. Hiç kimsenin kendisine verilen akıldan akılsız olsa dahi şikayet ettiğini göremezsin. Bunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemâliyle övünendir. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve te'vil yapmaksızın selefden (sahabe'den) gelen inançları kalp lerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştır. Böylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olur. Dolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmaz. Bilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle başbaşa bırakmaktır. Şayet bilgin, zâhirî tevilleri bu tip insanlara söy lerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur.

Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilir. Hem kendisini ve hem de başkalarını felâkete sürükler. Halk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildir. En uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'an-ı Kerîm'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktır. Halkı şüphelere itici meselelere girmemelidir. Çünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilir. Bu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur.

Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdır. Çünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların
maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.

8. Muallim ilmiyle âmil olmalıdır. Yani bildiklerini yaşamalıdır. Zira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilir. Çünkü ilim; kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildir. Amel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir hâldir. Öyleyse kişiler, bir âlimin ilmine değil ameline bakmalıdır. Bu nedenle ilmiyle âmil olmayan âlimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz.

Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettir. Böyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidir. Böyle bir kimseyi halk katiyyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerhedeni alaya alır. Bu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham eder. Hatta bizzat aksini yaptığı bir sözü âlimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlar. Çünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir âlim işler miydi?' şeklinde teselli aramaya çalışırlar. İrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzer. Nakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamaz. Eğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun... Bu mânâyı şair ne kadar güzel ifade etmiştir:
Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için! Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?(Bakara/44)

Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur, Zira bir âlimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi dalâlete düşerek âlime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu yurmuştur:
Kötü bir çığır açanın defterine, açtığı o çığırın günahı yazıldığı gibi, o çığıra uyanların günahı kadar daha ilâve edilir.Bu hadîs daha önce zikredilmişti.

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştır. Bunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdir. Çünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile'.

Ne kadar güzel bir söz!

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Kelime-i Şehâdet Hakkındaki İnanç

Yaratan, ölümden sonra tekrar hayat veren, dilediğini en güzel şekilde yapan, övülen, Arş'ın sahibi olan, şiddetli gazabı bulunan, kullarının en seçkinlerini doğru yola ileten ve onlara bu yolda sebat veren; kendilerine Tevhid inancını nasip ettiği bu kullarına, inançlarını şüphe ve tereddütlerden korumak suretiyle nimet ihsan eden, onları seçkin kulu ve rasülü Muhammed Mustafa'nın (s.a) yolunda yürümeye muvaffak kılıp, kendilerine onun şerefli ashabı'nın izinden gitmeyi lütfeden, zâtında ve fiillerinde kullarına sıfatların, ancak can kulağıyla dinleyenlerin anlayabileceği en iyileriyle tecelli eden; zâtında bir, ortaksız ve benzersiz olup, bütün mahlûkâtın her çeşit ihtiyaçlarını verdiğini, zıddı olmayan biricik zat ve eşi bulunmayan bir varlık, evveli olmayan bir Vâhid, sonu bulunmayan ve varlığı ebediyyen devam eden nihayetsiz bir Kayyûm, kesintisiz bir varlık, ezel ve ebedde celâl sıfatlarıyla muttasıf ve zamanın aşımıyla sonuçlanmayan bir zat olduğunu kullarına bildiren Allah'a hamd ü senalar olsun!
Zamanın akıp gitmesiyle, Allah zeval bulmaz!
O, (herşeyden önce mevcut olan) Evveldir, (herşey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Âhir'dir. (O'nun varlığı sayısız delillerle) Zâhir'dir. (Akılların idrâk edemeyeceği zâtî ise) Batın' dır. O herşeyi bilendir. (Hadîd/3)

Tenzih

Allah suretlenmiş bir cisim olmadığı gibi, takdir ve tahdid edilmiş bir cevher de değildir. O ne takdirde ve ne de taksimde hiç bir cisme benzemez. Cevher olmadığı gibi, cevherlerin merkezi de değildir. Araz olmadığı gibi arazların bulunacağı yer de değildir, O hiçbir mevcuda, hiçbir mevcûd da O'na benzemez.
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden eşler kılmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. Onun benzeri yoktur. O, Semî'dir (bütün söylenenleri işitir), Basîr'dir (bütün yapılanları görür).
(Şûrâ/11)

Hiçbir şey O'nun benzeri olamaz. O da hiçbir şeyin benzeri değildir. Hiçbir şey O'nu sınırlandırmaz ve kıtalar kapsamaz. Cihetleri yoktur. Yer ve gökler O'nu istiâb etmez. vechile üzerine istivâ etmiştir. O, arş ile temas etmek, onun üzerine yerleşmek, oraya vâki olmak ve başka yere intikal etmek gibi sonradan yaratılanların vasıflarından münezzeh ve uzaktır.

Zirâ arş, yaratılmış olmak hasebiyle O'nun azametini taşıyamaz. Aksine arşı da, arşı taşıyan melekleri de kudretinin lutfuyla O taşımaktadır. Bütün bunlar O'nun kudret elinde bulunmaktadır. O, arşın, göğün en üst noktasından tâ yerin en alt tabakasına kadar herşeyin üstündedir. Fakat bu durum onu yerden ve yerin en alt tabakasından uzaklaştırmadığı gibi, arşa ve göklere de yaklaştırmaz. Bu üstünlüğün yakınlık ve uzaklık açısından her hangi bir tesiri yoktur, O'nun derecesi hem arştan ve göklerin en üst noktasından ve hem de yerden ve yerin en alt tabakasından daha yücedir. Buna rağmen O, her varlığın yakınındadır; kullarına da şah damarından daha yakındır.
O, herşeye (bütün yaptıklarınıza) şahiddir. (Sebe/47)

Onun yakınlığı cisimlerin yakınlığına benzemez. Nitekim zâtı da cisimlerin kendilerine benzemez... O, hiçbir zarfa girmediği gibi hiçbir şeye de zarf olamaz. O, zaman hududların dışında olduğu gibi mekân kapsamının da dışındadır. O, zaman ve mekânı yaratmadan evvel ne idiyse, şimdi de aynı şeydir. O, sıfatlarıyla da yarattıklarından ayrılır. Zâtî, kendisinden başkası olmadığı gibi, başkasında da olamaz. O, tağyir ve tebdilden münezzehtir. Sonradan meydana gelenler O'nda yer alamazlar. O'nda ârız şeyler de yoktur, O, celâl sıfatlarıyla daimî bir şekilde zeval ve yokluktan münezzehtir. O, kâmil sıfatlarında daha gelişip kemâle ermekten müstağnidir. (O'nun sıfatları zâtına yaraşacak derecede kemâlin zirvesindedir. Eksiklik yoktur ki sonradan giderilsin...) O'nun varlığı akılla bilindiği gibi, zâtî da lûtfu gereği ve nimetini tamamlamak üzere Dar'ul Karar olan cennette ebrâra (iyilere) görünecektir.

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Hayat ve Kudret

Hayat ve Kudret
Allah Teâlâ diridir, Kadir'dir. Cebbâr'dır Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekütün, izzet ve ceberûtun sahibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyamette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi kudreti dahilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve malûmatının (ilminin) de nihayet ve sınırı yoktur.

İlim
O, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi hâricinde kalamadığı bir âlimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışma, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadîm ve ezelî ilmiyle bilmektedir. Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zâtında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.

İrade
Allah Teâlâ bütün kâinatın varlığım irade ve bütün hâdiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kazâ, kader, hikmet ve işleğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.

Eğer O'nun tevfîk ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.

Allah Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâtî ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezelî irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allah Teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz.

Sem ve Basar (Duyma ve Görme)
Allah Teâlâ, Semî ve Basîr'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz. Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâtı ve ne de sıfatları yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez.

Kelâm
Allah Teâlâ konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaad ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtî ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'ân, Tevrat, İncil ve Zebur, peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır.1

Kur'ân, dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadîmdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve boyle bir ayırımı da kabul etmez.
Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nuıı zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret .ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece (Mu'tezile'nin inandığı gibi) zâtî ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın gayrisi ve ondan ayrılmaz birer hakikattir.)

1) Burada tahrif edilmezden önceki Tevrat, İncil ve Zebur kastedilmektedir. Sözkonusu olan, günümüzdeki muharref Tevrat, İncil ve Zebur değildir.

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Fiiller

Allah Teâlâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle meydana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştir. Allah Teâlâ fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez.'. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü Allah Teâlâ başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun. Allah'tan başka, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, ârâz, bilinen ve görünen her ne varsa hepsi, sonradan, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir.
Allah Teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştı. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de onun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir.

Bu bir lûtf-u ilâhîdir, Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kullarının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adaletin tâ kendisi olurdu.

Allah Teâlâ mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir. Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez.

Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamaz. Taat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuştur. Allah Teâlâ peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, va'dini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilâhî hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü.

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Nekir ve Münker'in Sualleri,Kabir Azâbı,Mizan,Sırat,Kevser Havuzu,Hesap,Şefaat,Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması,

Nekir ve Münker'in Sualleri

Ölümden sonraki hâdiselerin birincisi Nekir ve Münker'in kabirdeki sualleridir. Nekir ve Münker, korkutucu ve heybetli iki melektir. Bu iki melek, kulu, ruh ve cesetle birlikte kabirde oturturlar. Sonrada ona Tevhid ve Risalet'i sorarak 'Rabbin kimdir? Dinin ne dir? Peygamberin kimdir?' derler.(Tirmizî, İbn Hibban, (Ebû Hüreyre'den); Tirmizî sahih olduğunu söylemiştir.)

Bu iki melek, kabrin mihenk taşıdır.(Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban, (Abdullah b. Amr'dan)
Onların sualleri ölümden sonraki ilk fitne ve denemedir.(Irâkî bu hadîse rastlamadığını söylemiştir.)

Kabir Azâbı

İmanın kabul olunması için kabir azabına da inanmak gerekir.(Buhârî, Müslim, (Hz. Âişe'den)
Kabir azabı haktır. Hem cisme ve hem de ruha uygulanacak ve Allah'ın dilediği bir zamana kadar sürecek olan bu azap adaletin tâ kendisidir.

Mizan

Bu terazi, büyüklük bakımından göklerin ve yer küresinin büyüklüğüne eşittir. Onunla (Allah'ın kudretiyle) ameller tartılır. Bu terazinin gramları, zerreler ve hardal taneleridir. Gramların bu kadar küçük olması, adaletin tam tecelli etmesi içindir. İyilik sayfaları bir hasene şeklinde nur kefesine konur ve mizan Allah'ın faziletiyle ve O'nun nezdindeki derecelerine göre ağırlaşır. Günah sayfaları ise, bir günah suretinde zulmet (karanlıklar) kefesine konur ve böylece mizan Allah'ın adaleti hükmünce bunlarla hafifleşir,(Bey hâkî, (Hz. Ömer'den)

Sırat

Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kılıçtan keskin ve kıldan ince bir köprüdür. Allah'ın hükmüyle, kâfirler, bu köprü üzerin den kayarak cehennemin dibini boylayacaklardır. Yine Allah'ın fazlıyla mü'minlerin ayakları bu köprü üzerinde sabitleşir ve böylece karar evi (Dâr'ul-Karâr) olan cennete varılır.(Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

Kevser Havuzu

Sıratı geçen mü'minler cennete girmezden önce Hz. Muhammed'in (s.a.v) kevser havuzundan kana kana su içerler. Bu öyle bir içiştir ki, artık bir daha susamazlar. Bu havuzun eni, bir aylık mesafedir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan da daha tatlıdır. Kenarında, gökteki yıldızlar adedince bardak vardır. Havuza açılan iki oluktan devamlı olarak kevser suyu akmaktadır.(Müslim, (Enes'ten)

Hesap

Mahlûkâtın hesabı çeşitli durumlar arzetmektedir: Kiminin hesabı şiddetli ve münakaşalıdır. Kimilerine de hesapta müsamaha gösterilir. Bazıları ise hesaba çekilmeksizin cennete girer ki bunlar mukarrebîndir. Bu bakımdan Allah Teâlâ, dilediği peygambere 'Peygamberlik vazifeni yerine getirdin mi?' ve dilediği kâfire de 'Sen peygamberleri yalanladın mı?' diye sual sorabilir. Fakat herkesi sorguya çekmeye mecbur değildir. Sualsiz cennete ya da cehenneme gönderebilir. Sünnetten ayrılan bid'atçılardan bu konuda sual sorduğu gibi, müslümanları da amellerinden dolayı sorguya tâbi tutar.(Beyhakî, el-Ba's, (Hz. Ömer'den)

Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması

Tevhid ehlinin ceza gördükten sonra ateşten çıkacağına iman etmek gerekir. Allah'ın fazlı ile hiçbir muvahhid (Allah'ın birliğine inanan hiçbir kimse) cehennemde ebedî kalmayacaktır. Müslümanın bu inanca sahip olması gerekir.(Buharî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

Şefaat

Peygamberlerin, sonra âlimlerin, onlardan sonra da şehidlerin ve Allah nezdindeki derecelerine göre sair mü'minlerin şefaatına inanmak gerekir. Şefaatçısı bulunmayan mü'minler de, Allah'ın fazlıyla ateşte ebedî olarak kalmayacak, sonunda çıkartılacaklardır. Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkes, cehennemden mutlaka çıkartılacaktır. (İbn. Mâce, (Hz. Osman'dan)

Sahabe-i kiramın faziletine inanmak, tertiplerini bilmek, yani peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hz. Ebubekir, ondan sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman ve ondan sonra da Hz. Ali olduğuna inanmak gerekir.(İbn Hâce, (Hz. Ömer'den); Ebû Dâvûd ve Taberânî)

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Allah zâtının varlığı

I. Esas: Vücûd

Işığı aranan nurların en evlâsı, Kur'an'ın irşad buyurduğu nûr'dur. Binaenaleyh Allah'ın beyanından sonra herhangi bir beyanın kıymeti yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Biz yeryüzünü beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri de çift çift yarattık. Uykunuzu ise, bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü, gündüzü ise geçim vakti kıldık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. İçlerine pırıl pırıl parıldayan bir kandil astık. Rüzgarların sıkıştırıp yoğunlaştırdığı bulutlardan, kendisiyle taneler, otlar, sarmaşdolaş bağlar bahçeler çıkaralım diye bol bol su indirdik.
(Nebe/6-16)

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insana yarar şeyleri denizde götürüp getiren gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek ölümden sonra arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine tâbi bulutlarda akıl ve düşünce sâhibi olan bir topluluk için elbette ki Allah'ın kudret ve yüceliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır. (Bakara/164)

Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış? Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil... Allah sizi (babanız Adem'i) arzdan yaratıp meydana çıkardı.
(Nuh/15-17)

(Ey inkarcılar!) Sizi, biz yarattık! Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü (rahimlere döktüğünüz meniyi?) Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü ve biz dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir surette yaratmaya da gücümüz yeter. Herhalde ilk yaratılışınızı bildiniz; o halde düşünsenize. Ya şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik de şöyle gevelerdiniz: 'Doğrusu biz çok ziyandayız; büsbütün mahrumuz'. Şimdi içtiğiniz suyu bana haber verin! Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde (bu nimetlere karşı) Allah'a şükretseniz ya! Şimdi çıkıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde rabbini yüce ismiyle tesbih et! (Vâkıa/57-74)

Azıcık aklı olan bir insan, bu ayetlerin mânâsını düşünür, Allah'ın yer ve gökteki acaip ve garip yaratıklarına, hayvanlar ve bitkilerin yaratılışına azıcık göz gezdirirse, akılları şaşırtan bu emir ve sarsılmaz tertibi tedbir eden bir sâniin ve bu şekilde kuvvetli yaratan bir failin bulunması gerektiği kendisine gizli kalmaz. Hatta herşey bu sâniin tesiri altında bulunduğunu ve O'nun isteğiyle hareket ettiğini haykıracaktır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuyor mu?

Peygamberleri (onlara) şöyle demişti: 'Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'ın birliğinde şüphe edilir mi?'(İbrahim/10)

Zaten peygamberlerin (a.s), halkı Allah'ın birliğine dâvet etmek için gönderilmesinin hikmeti de budur...

Hz. Peygamberin "Halk 'lâ ilâhe illâllah' desin diye gönderildim" sözü de buna delâlet eder. Halk hiçbir zaman 'Bizim bir, o âlemin de bir mabudu vardır' demekle emrolunmadı. Çünkü Allah'ın bir oluşunun itirafı akim fıtratında yaratılmıştır ve doğumdan büyüyünceye kadar da devam etmektedir. İnsanların bu itirafına işaret etmek için, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, mutlaka 'Allah' diyecekler. De ki: 'Allah'a hamdolsun!' Fakat onların çoğu (bu sualin kendilerini bağlayacağını) bilmezler. (Lokman/25)

(Ey Râsûlüm!) O halde sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak dine, (yani) Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevir. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
(Rûm/30)

Binaenaleyh insanın yaratılışında ve Kur'an'ın delillerinde Allah'ın birliğine ve varlığına dair o kadar yeterli delil vardır ki, başka bir delil armaya lüzum bırakmaz. Fakat biz düşünce ve tefekkür sahibi âlimlere uyarak, daha kuvvetli olsun diye birtakım aklî deliller getirelim!

Akılların bedâhet derecesinde bildiği hakikatlerden birisi şudur: Hâdis (yoktan var edilen) bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır. Kâinat hadistir (yoktan var edilmiştir) ve bu yüzden de var oluşunda bir sebebe, yani bir yar ediciye muhtaçtır.

'Hâdis bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır' sözümüze gelince, bu hüküm açıktır. Çünkü her hâdis (sonradan var olan) bir vakitte var olmaya muhtaçtır. O hadisin daha önce veya daha sonra var olması aklen caizdir. Binaenaleyh muayyen bir vakitte var oluşu, o vakitten evvel veya sonra olmayışı, mecburî olarak, bir tahsis edici ve müdebbirin mevcudiyetini itiraf ettirir.

'Kâinat hadistir' hükmümüze gelince, bunun delili de şudur: Alemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan asla hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Binaenaleyh hâdis olmaktan hâli olmayan birşey de muhakkak hadistir. Bu delilde üç dava vardır:

a) Âlemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan hâli değildir. Bu dava, bedîhî ve zarûrî bir şekilde idrâk edilmektedir. Doğruluğu, herhangi bir teemmül ve düşünceye muhtaç değildir. Çünkü cisimleri hareketsiz ve. sükunsuz olarak düşünen bir kimse, cehaletin sırtına binmiş ve aklın yolundan sapmıştır.

b) 'Hareket ve sükûn hadistir davası.
Hareket ve sükûnun birbirini takip etmesi, ikisinin birden aynı anda vâki olmaması ve ancak biri sona erdikten sonra öbürünün başlaması, bu davanın doğruluğuna delâlet eder. Bu hakîkat, görünen ve görünmeyen bütün cisimler için geçerlidir.
Hiçbir sâkin cisim yoktur ki, akıl, onun hareket etmesinin caiz olduğuna hükmetmesin.. Ve yine hiçbir hareketli cisim yoktur ki akıl, onun sükûnet bulmasının mümkün olduğuna inanmasın. Binaenaleyh hareket ve sükûndan hangisi meydana gelirse sonradan vukûbulduğu için hadistir.

Vukua gelmeden önceki hal de yok olduğundan dolayı yine hadistir. Çünkü kadîm olsaydı yok olması muhal olurdu. Bunun delil ve burhanı, ilerde, Sâni-i Mutlak olan Allah'ın bekâ sıfatını isbata çalıştığımız bölümde gelecektir.

c) 'Hâdisden hâli olmayan da hadistir' davası.
Bu davayı doğrulayan delil şudur: Eğer hakîkat böyle olmasaydı, her hadisten evvel, başlangıcı bulunmayan nice hadisler olacaktı. Eğer hadislerin tamamı nihayete ermeseydi, hâlihazırda bulunan hadisin varlığına sıra gelmezdi. Sonu olmayanın bitmesi veya yok olması ise muhaldir. Hem yine, feleğin sonsuz dönüşleri olmuş olsaydı, bunların adetlerinin ya çift veya tek; ya da tek ile çiftte veya ne tek, ne de çift olur ki bu muhaldir; Çünkü böylesi, menfî ile müsbetin bir arada bulunması demektir. Oysa ki nefy ile isbattan birisinin var oluşu diğerinin yok olmasını iktiza eder. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Çift olması da muhaldir; çünkü çiftler birin eklenmesiyle tek olur. Sonu olmayanın biri nasıl olabilir? Tek olması da muhaldir; zira tek, birin eklenmesiyle çift olur. Halbuki adedlerine son ve nihayet olmayan birşey nasıl olur da bir'e muhtaç olabilir? Ne çift, ne tek olması da muhaldir; çünkü sonuçlu bir iştir ve sonuçlu olduğundan dolayı da mutlaka ya çift veya tek olacaktır. Binaenaleyh bu izahtan anlaşıldı ki, kâinat, sonradan var edilmiş hâdiselerden hâli değildir. O halde kâinat hadistir. Kâinatın hâdis oluşu sabit olduğu zaman, bizzarure bilinir ki; bir muhdis'e, yani yaratıcıya muhtaçtır.

II. Esas: Kıdem

Allah'ın ezelden beri kadîm olduğunu, vücudunun başlangıcı olmadığını, aksine kendisinin, herşeyin başlangıcı olduğunu, her ölünün ve her dirinin evvelinde O'nun varlığını bilmektir.

Eğer Allah kadîm değil de hâdis olmuş olsaydı mutlaka ve muhakkak diğer hadisler gibi bir yaratıcıya, "hâşâ" O'nu yaratan da başka bir yaratıcıya muhtaç olacaktı. Böylece bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru gidecekti. Halbuki sonsuza doğru giden bir zincir olamaz; nihayet evveli olmayan kadîm, bir yaratıcıya dayanır. Zaten maksûd ve matlubumuz da bu son şıkkın mevcudiyetidir ki biz bu kadîm yaratıcıya âlemin sânii, başlatıcısı, yaratıcısı, muhdisi ve mübdii adını vermişiz. (Celle Celâlühü ve amme nevâlühû).

III. Esas: Bekâ

Ezelî olan Allah Teâlâ'nın aynı zamanda ebedî olduğuna ve varlığının sonu olmadığına inanmaktır. Evvel, âhir, zâhir, bâtın O'dur. Çünkü kıdemi sabit olanın yokluğu muhaldir.
" Hâşâ" eğer yokluğu kabul edilirse, Allah Teâlâ ya kendi nefsiyle yok olurdu veya zıddı olan bir kudret tarafından yok edilebilirdi. Kendiliğinden devam ettiği düşünülen birşeyin yok oluşu caiz olsaydı, o zaman, kendiliğinden yokluğa düşünülen birşeyin de var olması caiz olurdu. Binaenaleyh, nasıl ki varlığın meydana gelişi bir sebebe muhtaç ise, aynı şekilde yokluğun vâki oluşu da bir sebebe muhtaçtır. Allah'ın, zât-ı ulûhiyyetin zıddı olan bir kudretle yok olması bâtıldır. Çünkü bu yok edici kudret kadîm ise, onunla beraber başka bir varlık düşünülemez. Halbuki daha evvel geçen birinci ve ikinci esaslarla Allah'ın varlığı ve kıdemi sabit olmuştur. Binaenaleyh zıddının ezelde beraberinde hâşâ olması nasıl düşünülebilir? Eğer yok edici kudret hâdis ise, o vakit bu keyfiyet muhaldir; çünkü hâdis, kadîme zıddır. Böyle bir durumda hâdis varlığın kadîm varlığı yok etmesinden ziyade kadîm varlığın hadisi yok etmesi daha evlâdır; yani kadîmin, zıddı olan hâdise mâni olması, hadisin, kadîmi kaldırmasından daha evlâdır. Çünkü kadîmin zıddı olan hâdis varlığın yok olması, hadisin, zıddı olan kadîmi ortadan kaldırmasından daha kolaydır. Zira kadîm, hadisten daha kuvvetlidir.

IV, Esas: Cevher Değildir

Allah Teâlâ'nın herhangi bir merkezde yerleşen cevher olmadığını, böyle bir münasebetten yüce ve cevher olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir.

Her cevher, muhakkak bir merkezde yerleşmelidir. Binaenaleyh, cevher, merkezin hususiyetine sahiptir. Cevherin, işgal ettiği merkezde iki hususîyeti vardır: Cevher ya sâkin veya hareket hâlinde olacaktır. Binaenaleyh cevher, hareket ve sükûndan hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Hadisten hâli olmayan da hadistir. (O halde cevher de hadistir). Eğer herhangi bir merkezde yerleşmiş kadîm bir cevher düşünülebilirse (çünkü muhali düşünmek mümkündür), âlemdeki diğer cevherlerin kadîm olması da düşünülebilir.

Eğer biri çıkar da Allah'a 'Herhangi bir merkezde yerleşmeyen cevher' diye isim verirse, bu adamcağız her ne kadar mekândan münezzeh bir cevher kasdetmekte ise de, lâfız itibarıyla yanılmaktadır. Ancak mânâ itibarıyla böyle denebilir.(Allah'ın, eşyaya benzemediği gibi mânen de cevherlere benzemez bir cevher olması kasdedilmelidir. Çünkü O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Fakat buna rağmen böyle dememek daha evlâdır.)

V. Esas: Cisim Değildir

Allah Teâlâ'nın cevherlerden mürekkep bir cisim olmadığını bilmektir. Çünkü cisim, cevherlerden mürekkep varlık demektir. Mademki, dördüncü asıldaki delillerde Allah'ın mekânda yerleşen cevher olması fikri iptal edilmiştir, şu halde cisim olması da bâtıldır; çünkü her cisim, mutlaka bir mekân ve cevhere muhtaçtır. Cevherin parçalanmaktan, bitişmekten, hareket, sükûn, hey'et ve miktardan hâli olması muhaldir. Bunlar sonradan meydana gelmiş olmanın alâmetleridir.
Eğer âlemin yapıcısı olan Allah Teâlâ'nın cisim olmasına inanmak caiz olsaydı, güneşe, aya veya cisimlerden herhangi birine ulûhiyet ve mâhudiyet izafesi de caiz olurdu. Eğer biri çıkar da, cevherlerden mürekkeb olan cismi irade etmeksizin Allah'a cisim adını vermeye cesaret ederse, bu hareketi, cismin mânâsını nefyetmek bakımından isabetli olmakla beraber isimlendirme bakımından yanlıştır.

VI. Esas: A'raz Değildir

Allah Teâlâ'nın cisimle kâim veya herhangi bir merkeze düşen bir a'raz olmadığını bilmektir. Çünkü araz cisme vâki olan varlıktır. İstisnasız, her cisim, mutlaka ve kesinlikle sonradan meydana gelmiştir; yani hadistir. O halde cismi meydana getiren zatın, cisimden evvel var olması gerekir. O halde, nasıl olur da ancak cisimle görünen ve beliren a'raz, cisimden evvel varlığı mecburi olan Allah olabilir? Çünkü Allah, münferid olarak ve beraberinde hiçbir şey olmaksızın ezelde mevcuttur. Evvelâ cisimleri, sonra da a'razları yaratmıştır.

İleri de geleceği gibi, Allah, yaratıcı, irade edici, mutlak şekilde kadir ve âlimdir. Bu sıfatların a'razlara verilmesi muhaldir. Aksine, böyle bir tavsif ancak zâtî ile müstakil, nefsiyle kâim bir varlık için düşünülebilir.

Bu asıllardan anlaşıldı ki, Allah Teâlâ, nefsiyle kâimdir. Ne cevher, ne cisim, ne de a'razdır. Kâinatın, cevher, a'raz ve cisimlerden meydana geldiği anlaşılmıştır. Yine anlaşıldı ki Allah, hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, diridir; kayyûmdur, hem de benzeri ve misli olmayan bir kayyûmdur. Yaratılmışlar, nasıl olur da böyle bir kayyûma ve yaratıcıya benzeyebilir? Makdûr (kudretin altında bulunan), nasıl olur da takdir edicisine; şekillenen, nasıl olur da şekil vericisine benzeyebilir?

Halbuki cisim ve azların tamamı istisnasız, O'nun yarattığı ve kudret eliyle şekil verdiği mahlûklardır. Bütün bu hakikatlere binâen deriz ki, 4Mahlûkâtın, Allah'ın benzeri ve misli olmaları, muhal içinde muhaldir'.

VII. Esas: Cihet ve Mekân'dan Münezzehtir

Allah Teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin yönlerle hududlu olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir. Çünkü yön, ya üst, ya alt, sağ, sol, ön veya arkadır. Allah bu yönleri insanın yaratılışı sebebiyle halketmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, insanoğlu için iki yan yaratmıştır: Birisi arza dayanır ayak denilir. Diğeri ise, onun tam tersi istikametidir ki bu da baş ismini alır. Binaenaleyh, baş tarafına gelen boşluk üst, ayak tarafı da alt'dır. Hattâ tavanda yürüyen karıncanın altı, bize göre üst; üstü de alt olur. Allah Teâlâ insanoğlu için iki kol yaratmıştır. Birisi, çoğu zaman diğerinden daha kuvvetlidir.

En kuvvetliye sağ, onun karşısında bulunan kola da sol ismi verilmiştir. Sağ kol tarafına düşen yöne sağ, diğer yöne de sol denilmektedir. Allah Teâlâ, insanoğlu için iki cephe yaratmıştır. Bir cephesiyle görür ve yürür, bu ön'dür. Bu yön, in-sanoğlunun hareketiyle, kendisine doğru gidilen istikamettir. Onun ters istikametine düşen yöne de arka ismi verilmiştir. Binaenaleyh yönler insanın yaratılışıyla varolmuşlardır. Eğer insan bu şekilde değil de küre şeklinde halkedilseydi, bu yönlerin varlığı asla ve kafa mevzubahis olamazdı. O halde hâdis olan yönlerle Allah Teâlâ'nın ezelde hususiyeti olması tasavvur edilemez.

Eğer yönler mevcut değilse, nasıl olur da Allah Teâlâ, olmayan birşeyle ilgi kurar? Acaba hâşâ âlemi üstünde mi yarattı? Halbuki Allah Teâlâ üst yöne sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü başı yoktur ki üstü olsun. Üst yön, başa göre tâyin edilen yöndür. Yoksa o kâinatı, altında mı yarattı? Ama Allah Teâlâ altı olmaktan da münezzehtir; çünkü O, ayaklara sahip olmaktan uzak ve yücedir. Alt ise, ayaklar cephesinde olan yönden ibarettir. Bütün bunlar Allah hakkında aklen muhaldir. Çünkü Allah'ın herhangi bir yöne bağlanması, tıpkı cevherler gibi herhangi bir merkezde istikrar bulması ya da a'razların cevherlere ihtisası gibi, O'nun da cevherlerle ihtisas ve ilgisinin bulunması demektir. Halbuki daha önce, Allah'ın cevher veya a'raz olmasının muhal olduğu belirtilmişti. Binaenaleyh Allah'ın herhangi bir cihet ve yön ile ihtisası muhaldir.

Eğer yön tâbiri, bu zikredilen iki mânâdan başka bir mânâya haml ve Allah'a da o mânâ ile atf ve izafe edilse, mânâ bakımından müsait olsa bile, isimde ve tâbirde yanlışlık vardır. Bir de Allah Teâlâ, eğer âlemin üstünde olmuş olsa, ona muhâzi olması gerekir. Cisme muhâzi olan şey de ya cisim kadar veya cisimden daha küçük veya büyük olmalıdır. Bütün bunlar, insanı ister istemez büyüklük ve küçüklüğü takdir edecek bir varlığa muhtaç eden tarifler ve te'villerdir. Halbuki kâinatın mutlak mânâda yaratıcısı ve biricik müdebbiri olan Allah, herhangi bir kudretin takdiri ile ölçülmekten yücedir.

Duâ ânında ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince, hâşâ bu, Allah orada olduğu için değildir. Aksine göklerin, tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi olmasındandır. Ayrıca ellerin yukarıya kaldırılmasında, çağrılan Allah'ın celâl ve azamet vasfına, cömertlik ve yükseklik sıfatından maksûd ve matlubun istenişine işaret vardır. Zira Allah Teâlâ, istilâ ve kahr ile her mevcudun üstündedir.

VIII. Esas: İstivâ

Allah Teâlâ'nın arş üzerine, istivâ kelimesinden irade buyurduğu mânâ ile istivâ etmiş olduğunu bilmektir. İstiva'dan, Allah'ın azamet ve kibriyâ vasfına muhalif düşmeyen, hudûs (sonradan meydana gelme) ve fenâ (yok olma) alâmetlerinden uzak bir mânâ kastedilir. 'Göklere istiva etti' lâfzından da bu mânâ irade olunmuştur.

Sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi.
(Fussilet/11)

Gökleri kasdetmesi, oraya çıkıp hâşâ oturması demek değildir. Aksine bu, kahır ve istilâ yoluyla yapılmıştır. Nitekim şâir de istivayı istilâ mânâsında kullanarak 'Mervan'ın oğlu Bişr, Irak memleketini kılıçsız ve kansız olarak istilâ etti' demiştir.

Hak ehli, istivâ ayetini istilâ ile te'vil etmeye mecbur olmuşlardır. Nitekim bâtıl ehli de şu ayeti te'vile mecburdur
olmuşlardır.

Her nerede olursanız O, (ilmi ve kuşatıcılığıyla) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.
(Hadîd/4)

Bu ayet, ittifakla ihâta (kuşatıcılık) ve ilim üzerine hamledilmiştir. Yani Allah, ilimiyle kuşatıcılığıyla sizinle beraberdir. (Nitekim meâl de bu yoruma uygun olarak verilmiştir).(Ebû Nasr el-Kuşeyrî, Tezkire'de şöyle der: "Eğer biri çıkıp da "Allah, 'Rahman arşa istiva etti' dediğine göre, bu ayetin zahirine uyalım" derse şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ 'Nerede olursanız Allah sizinledir', "Allah)

Hz. Peygamberin şu hadîsi de kudret ve kahır mânâsına hamledilmiştir:
Mü'minin kalbi, Rahmân olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.

Yani mü'minin kalbi, Allah'ın kudret ve kahrı arasındadır, dilediği şekilde evirir, çevirir ve tasarruf eder.

Hacer'ül-Esved (Kâbe-i Muazzama'nın temelinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen siyah taş), Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.

Hz. Peygamberin bu hadîsi de teşrif ve kerem üzerine hamledilmiştir. Yani 'sağ el' mübarek olduğu için, Allah Teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş, onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vazetmiştir; yani 'Bu taşı ziyaret edene Allah iltifat eder ve ondan razı olur' demektir. Çünkü bu hadîs ve ayetler, te'vil edilmeksizin, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, muhal ile karşılaşırız. İşte böylece istiva kelimesi de istikrar ve temekkün (yerleşme) mânâsında telâkki edilirse yerleşenin arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. Bu cisminde ya arş kadar veya ondan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icap eder. Bütün bunlar muhaldir. Aynı şekilde muhale götürücü birşey de elbetteki muhaldir. (Binaenaleyh istivanın lügavî mânâsı muhaldir.)

IX Esas: Rü'yet

Allah Teâlâ'nm şekil ve miktardan, kıt'a ve cihetlerden münezzeh olduğuna istikrar evi olan âhirette görüleceğine inanmak ve böyle bilmek gerekir.
herşeyi ihata edicidir' de demiştir. O zaman bu ayetlerin de zahirine uymak gerek. Binaenaleyh Allah aynı anda hem arş üzerinde, hem yanımızda ve hem de bütün âlemi ihâta edici olur. Bir hakikatin aynı anda birkaç yerde bulunması ise muhaldir. Binaenaleyh bütün bu ayetlerin te'vili gerekli olmuştur. (Zebîdî)
Nice yüzler vardır ki, o gün güzelliği ile parıldar ve rablerine bakar. (Kıyâmet/22-23)

Allah Teâlâ'nın dünyada görülemeyeceğini şu ayetler tasdik etmektedir:

Hiçbir göz onu (dünyada) ihâta ve idrâk edemez. Fakat O (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta eder. O, bütün incelikleri bilir ve herşeyden haberdardır. (En'am/103)

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya hitâben şöyle buyurmuştur: 'Beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak!'
(A'raf/143)

Bütün bunlara rağmen merak ediyorum, Hz. Musa'nın malûmu olmayan, kâinatın rabbine ait sıfatları Mutezile taifesi nasıl olur da bilir? (Şayet Allah'ın görülmesi mümkinâttan olmasaydı, Hz. Musa 'Rabbim! Cemâlini bana göster' demezdi.Oysa Mu'tezile, Allah'ın görülmesinin mümkinâttan olmadığını söylemektedir. Acaba bu güruh, ulû'l-azm bir peygamber olan Hz. Musa'dan daha mı âlimdirler?)

Eğer Allah'ın görülmesi muhal olsaydı, nasıl olur da, Allah'ın yüce peygamberi Musa (a.s), böyle bir istekte bulunurdu? Allah'ın yüce peygamberine cehâlet atfetmektense, bid'atçılara ve hevâ sahibi ahmak ve cahillere, hakikî sıfatları olan cehâlet izafesi daha uygundur.

Rü'yet ayetini, zahire hamletmeye gelince, böyle bir mânâ muhale götürücü değildir. Çünkü rü'yet, bir nevi keşf ve ilim demektir, Su kadar farkla ki, rü'yet (görmek) ilimden daha tam ve daha vazıhtır. Mademki hiçbir yön ve cephe bahis mevzuu olmadan Allah'ın bilinmesi caizdir ve bu durumda kendisine ilim taallûk eder; o halde hiçbir cephe ve cihetle alâkalı olmaksızın görülmesi de mümkündür. Nasıl ki kendisi, zât-ı ulûhiyyetinin karşısında olmadığı halde mahlûkâtı görebiliyorsa, bunun gibi mahlûkatın da O'nu, yönsüz olarak görmesi caizdir. Nasıl keyfîyetsiz ve şekilsiz bilinmesi caizse, aynı şartlarla görülmesi de caizdir.

X. Esas: Vahdâniyyet

Allah'ın bir olduğunu, ortağı ve şerîki olmadığını, ferd (tek) olduğunu, benzeri bulunmadığını, bütün varlıkları yalnız kudretiyle halketrnenin ancak O'na mahsus olduğunu, kendisiyle birlikte bu işleri ortaklaşa yapan veya eşit derecede beceren herhangi bir benzerinin olmadığını, kendisiyle mücadele ve münazaa edecek bir zıddın mevcut bulunmadığını bilmektir. Bunun delili şu ayettir:

Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı hiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın rabbi olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)

Bu ayetin açıklaması şöyledir: Eğer hâşâ iki ilâh olsa da birisi, herhangi bir emri irade etseydi ve ikinci de birincisine yardım etmek mecburiyetinde olsaydı, o vakit kendisi aciz ve makhûr olurdu ve asla kuvvet ve kudrete sahip bir ilâh olamazdı. Eğer birincisinin iradesine muhalefet ve onu reddetmeye kudreti yetseydi, o zaman da kendisi kuvvetli ve kahir, birincisi ise zayıf ve kasır olur, binaenaleyh kudretli bir ilah olamazdı. (Halbuki ilâh vasfına sahip olan Allah Teâlâ, mutlak kuvvet ve kudrete sahip ve her çeşit eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir.)

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Allah'ın sıfatlarını bilmek
I. Esas: Kudret
Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Çünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruz. Güzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!..

II Esas: İlim
Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Nitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:

Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır.
(Mülk/14)

Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet eder. Binaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayız. O'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.

III. Esas: Hayat
Allah Teâlâ'nın diri olduğunu bilmektir. Çünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittir. Eğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olur. Hatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.

IV. Esas: İrade
Allah Teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir.
Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesin. Çünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'dur. Kendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündür. Allah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilir. Binaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdır. Eğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.

V, Esas: Semî ve Basîr
Allah'ın Semî (işitici), Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.

İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın), s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hz. İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hz. İbrahim (a.s) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)

Eğer Hz. İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hz. İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdi. Hem de Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:

Bu, (gök cisimlerinin batısı), kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)

Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.

VI. Esas: Kelâm
Allah Teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur), O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi... Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdır. Kırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdır. Nitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi), nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.

Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?

İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedir. Dil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.

'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.

Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm ola-mayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etme. Zira Allah Teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardır. Allah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.

Hz. Musa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsin. Eğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hz. Musa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır.)

Eğer Allah Teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdır. Eğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsin. Zira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.

VII. Esas: Sıfatların Kıdemi
Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdir. Çünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldir. Allah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdir. Binaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemez. Aksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtir. Çünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildir. Hadislerden hâli olmayan birşey ise hadistir. Hudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilir. O halde Allah Teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdir. Hadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.

Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anla-masına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hz. Musa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (a.s) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.

VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi
Allah'ın ilmi kadîmdir. Allah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedir. Vücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilir. Meselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olur. İşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.

IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi
Allah'ın iradesi kadîmdir. Bu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştir. Eğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurdu. Eğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdı. Tıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi...

Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardı. Böylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdi. Eğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)

X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi
Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu), dinleme ile semî ve görmek ile basîr dir. Bu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.

Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'Malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidir. Çünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmaz. Öldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildir. İşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâ-lûm da tasavvur edilemez. Bu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdir. Binaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidir. Çünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.


Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Allah'ın fiillerini bilmek

I. Esas: Kulların Fiilleri Allah'ın Yaratmasıyladır
Kâinatta ne kadar hâdis varsa, cümlesinin, Allah'ın fiili, yaratması ve icadı olduğunu bilmektir. Allah'tan başka yaratıcının olmadığına ve icat edicinin ancak O olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ mahlûkâtı yaratmış, onlara istediği şekli vermiş ve kendilerine hareket lütfetmiştir. Kulların bütün fiilleri O'nun mahlûkudur ve hepsi O'nun kudretine bağlıdır. Şu âyetleri tasdik etmiş olmak için bu şekilde inanmak zarureti vardır:
Allah Teâlâ herşeyin yaratıcısıdır ve O herşeyi bilir.
(Ra'd/16)

Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır.
(Sâffât/96)

(Ey müşrikler!) sözünüzü ister gizli tutunuz, ister açığa vurunuz (müsavidir). Çünkü O, kalplerin künhünü bilir. Bilmez mi O (bütün varlıkları) yaratan? O en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır. (Mülk/13-14)

Allah Teâlâ, kullarına, sözlerinde, fiillerinde ve gizli fikirlerinde, sakınmayı ve sapıtmamayı emir buyuruyor; çünkü onların fiillerinin çıkış noktalarını bilmektedir. Yaratıcı olduğunun delili olarak da bu bilgiyi göstermiştir. Kudreti tam ve eksiksiz olan Allah, nasıl olur da kullara ait fiillerin yaratıcısı olmaz? O eksiksiz kudret, kulların beden hareketine taalluk eder ve onları meydana getirir. Hareketler ise, birbirine benzer. İlâhî kudretin hareketleri meydana getirmesi, herhangi bir illete bağlı değildir, tamamıyla zâtidir.

Hareketler mümasil (benzer) olduklarına göre, nasıl olur da, bir kısım hareketlerle ilgilenen ve onları meydana getiren kudret, haricî bir tesirden dolayı, diğer bir kısmı meydana getirmekten âciz olsun? Nasıl olur da, hayvan (hayat sahibi), müstakil bir şekilde yaratıcı, olur veya örümcekten, arıdan ve diğer hayvanattan akılları şaşırtacak derecede ince sanatlar sudûr edebilir? Kâinatın yaratıcısı müdahale etmese, yaptıklarının tafsilâtından haberi olmayan o cahil ve aciz hayvancıklar bu gibi hârika ve ince sanatları tek başlarına meydana getirebilir mi? Heyhât! Eğer halikın kuvveti olmasa, bu hârika sanatlar nasıl meydana gelir? Mahlûkat zelil, âciz ve kusurludur. Yer ve göklerin kahir ve cebbar sultanı olan Allah, mülk ve melekûtu tek başına idare eder.

II. Esas: Kulun Kesbi
Allah Teâlâ'nın, kullarının hareketlerini tek başına yaratması, kesbi ortadan kaldırmaz. Aksine Allah Teâlâ, kudreti ve kudretin dahilindeki makdûru yarattığı gibi ihtiyar'ı ve ihtiyarın dahilinde olan muhtarı da yaratmıştır. Kudrete gelince, o, kulun vasfı, rabbin de yaratışıdır. Kudret hiçbir zaman rabbin kesbi olamaz (ki kul, yaptıklarından mesul olsun).

Harekete gelince; bu, Allah'ın mahlûku, kulun da vasfı ve kesbidir. Zira hareket, kulun vasfı olan bir kudret ile takdir edilmiştir. Aynı zamanda hareketin kudret ile adlandırılan başka bir sıfata da nisbeti vardır. İşte bu nisbet itibarıyla kesb adını alıyor. Kul ki elinde olmayan ra'şe (titreme) ile makdur (bilerek yaptığı) hareketi birbirinden ayırabilir, O'nun hakkında nasıl olur da Tülin yaratıcısı Allah'tır' diye cehr-i mahz düşünebilir? Kesbettiği hareketlerin aded ve cüzlerini tafsilatıyla bilmediği fiil, nasıl olur da kulun mahlûku olabilir? Mademki mecburiyet ve ihtiyar tarafları iptal olundu, o halde inançta iktisâd etmekten başka çıkar yol yoktur. Şöyle ki, fiiller yaratılış yönünden Allah'ın kudretiyle, iktisâb diye tâbir edilerek bir tesir ile de başka bir yönden kulun kudretiyle takdir olunmuştur.

'Kudretin makdûra taalluku, yalnızca halk ve icad iledir' diye birşey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'nm kudret-i ilâhîsinin tâ ezelden beri âleme taalluku vardır. Fakat kudretin taalluku ile birlikte âlemin ezeliyeti yoktu. Aksine kudret, makdûrun (takdir edilecek şeyin) vukuu ânında taallukun ve ilgilenmenin başka bir şekli ile taalluk eder. İşte bu incelikten anlaşılıyor ki; kudretin taalluku, makdûrun var olmasına bağlı değildir.

III. Esas: Kulun Fiilini Allah'ın Takdir Etmesi
Kulun fiili, her ne kadar kendisinin kesbi ise de, Allah'ın muradının dışına çıkamaz. Aksine Allah'ın murad-ı ilâhîsidir.

Zira mülk ve melekûtta göz açıp kapamak, hatırdan geçirmek ve herhangi birşeye bakmak ancak Allah'ın kaza, kader, irade ve meşiyeti iledir. Hayır şer, menfaat-zarar, İslâm-küfür, irfan-in-kâr, zafer-hüsran, dalâlet-hidayet, tâat-isyan, şirk ve iman da bu kabildendir. Allah'ın kaza ve kaderini çevirecek hiçbir kuvvet yoktur. Onun hükmünü nakzetmek mümkün değildir. O dilediğini dalâlete götürür ve dilediğine hidayet eder.
Allah yaptıklarından mesul değildir. Ancak insanlar yaptıklarından mesuldürler. (Enbiya/23)

Ümmetin ittifakla kabul ettikleri Allah neyi dilerse o olur, dilemediği de olamaz hükmü de, söylediklerimizi apaçık takviye eder.
İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, Allah dileseydi elbette bütün insanları hidayete erdirirdi.
(Ra'd/31)

Eğer dileseydik her nefse hidayetini bahşederdik.
(Secde/13)

Şimdiye kadar, davamızın tasdiki hususunda söylediklerimiz naklî delillerdi. Bir de aynı davanın aklen isbatını yapalım:
Günah ve cürümler ikrah ile birlikte Allah Teâlâ'nın takdir etmesiyle olmayıp da, O'nun düşmanı İblis'in iradesine muvafık olarak câri olmuş olsaydı, düşmanın iradesine uygun olarak vukû bulan hareketler, Allah'ın iradesine uygun olarak vâki olanlardan daha fazla olurdu. Bilmek isterdim ki; bir müslüman, nasıl olur da, ikram ve celâl sahibi, cebbar ve kahhar olan Allah'ın yüce mevkiini, dünyanın en düşük rütbeli bir reisinin bile kabul etmeyeceği bir derekeye düşürmeye razı olur? Zira bir köyde, köy reisinin düşmanı, reisten daha fazla nüfuza sahip olursa, reis, riyasetten istinkâf eder ve istifaya mecbur olur. Halk üzerinde mâsiyetin galip geldiği bir gerçektir. Bid'atçılara göre bütün bu mâsiyetler Hak Teâlâ'nın iradesinin hilâfına cereyan etmektir ve Allah istemediği halde bu gibi şeyler yine de meydana gelir. Böyle inanmak Allah'ı gayet zayıf ve âciz görmekten başka bir mânâ taşımaz. Oysa kâinatın yaratıcısı, zâlimlerin fâsid hükümlerinden yücedir.

Kullara ait fiillerin Allah'ın mahlûku olması keyfiyeti sâbit olduğuna göre bütün bu fiillerin Allah'ın iradesiyle vâki olması da doğru ve şaşmaz bir hükümdür.

'Mademki, her fiil Allah'ın iradesiyle vâki olmaktadır; o halde, nasıl oluyor da Allah, irade ettiği birşeyi yasaklayıp irade etmediği birşeyi emreder?' sualine karşı deriz ki: Emr başkadır, irade başka... Emir ve irade ayrı ayrı şeyler olduğu için kölesini döven bir efendi, bu fiilinden dolayı hükümdarın itabına mâruz kaldığı zaman, kölenin kendisine isyan ettiğini beyan etmek suretiyle hükümdardan özür diler. Hükümdar kendisini yalanladığında da sözlerinin doğruluğunu göstermek için onun huzurunda, kölesine 'Şu hayvana eyer vur!' diye emreder.

İşte bu anda, efendi, kölesine, yapılmasını istemediği birşeyi emretmiş olur. Eğer efendi emredici olmasaydı, pâdişâhın nezdinde, özrü makbul olmazdı. Emredilenin yapılmasını irade edici olsaydı, o zaman (sû-i'edebden), nefsinin helâk olmasını istemiş olurdu. Böyle bir irade ise muhalin tâ kendisidir.

IV. Esas: Yaratma, Allah'ın Fazlıdır
Allah Teâlâ, varlıkları sadece fazilet-i ilâhîsiyle yaratmıştır. Kullarını, akıl vermek suretiyle mükellef kılmak da O'nun adalet ve faziletidir. Yaratmak veya kulları mükellef olacak bir durumda var etmek hiçbir zaman Allah'a vacip değildir.
Mutezile, yaratmanın Allah'a vacip olduğunu; kulların maslahatının yaratılmalarında olduğu için, Allah'ın yaratmaya mecbur olduğunu söylerler. Mu'tezile'nin bu hükmü muhaldir. Zira vacip kılan, emreden, yasaklayan ancak Allah'tır. Nasıl olur da Allah başkası tarafından herhangi bir vazife ile zorlanır ve o vazifenin yapılması kendisine vacip olur veya başkası tarafından, herhangi birşeyi yapması lüzumuna ve hitabına mâruz kalır?
Vâcib 'den şu iki şeyden biri irade olunur:
A) Terkinde zarar olan fiil. Bu zararın iki çeşidi vardır: Biri âhirette vâki olur. Meselâ, âhirette ateşle cezalandırılmaktan kurtulabilmesi için kulun Allah'a itaat etmesi vaciptir. Öbürü ise âcildir ve derhal tahakkuk eder. Susamış bir kimseye ölmemesi için, derhal su içmesinin vacip olması gibi..
B) Vâcib'den, yokluğu muhale sürükleyici mânâ irade olunur.

Nitekim malumun varlığı vâcibdir; çünkü malumun yokluğu mu
hale götürücüdür. Şöyle ki, mâlûm olmadığı takdirde ilim cehalettir. Binaenaleyh hasım 'Yaratış Allah'a vâcibdir' hükmünden vacibin birinci mânâsını murâd ediyorsa, O zaman Allah'ın hâşâ yaratmadığı takdirde zarar göreceğini ileri sürmüş olur. Eğer bu sözüyle vacibin ikinci mânâsını kasdederse, o zaman hasmın hükmü müsellemdir (kabul edilir).

Zira ilmin sebkat etmesinden sonra malumun varlığı mutlaka vacip olur. Hasım 'Yaratmak Allah'a vâcibdir' sözündeki vâcib teriminden üçüncü bir mânâyı kastederse böyle bir mânâ anlaşılmaz ve bu, vâcib teriminin
dışında olmaz. Hasmın 'Kulların maslahatı için yaratmak vâcib
dir' şeklindeki hükmüne gelince; bu, fâsid bir hükümdür. Çünkü
Allah Teâlâ, kulların maslahatını terkettiği zaman, hâriçten herhangi bir zarar görmediğine göre, bu maslahatın Allah hakkında vâcib olmasının hiçbir anlamı kalmaz, boş bir hüküm olmaktan öteye gitmez. Bütün bunlardan sonra, kulların maslahatı ve menfaati onları cennette yaratmaktır. Onları evvelâ belâlar evi olan dünyada belâ ve hatâlara sonra da ikab ve cezanın tehlikesine, mahşer ve hesabın şiddetine mâruz bırakmakta akıl sahiplerince hiçbir garâbet ve anormallik mevcut değildir. (Çünkü mülkün sahibi, onda dilediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarrufa itiraz etmeye kimin hakkı olabilir?)

V. Esas: Kula Taşıyamayacağı Yükü Yüklemez
Mahlûkâta, güç yetiremedikleri teklifi yapmak Allah için caizdir. Mutezile, bu cevazda da, aykırı bir yol tutarak böyle bir teklifin Allah için caiz olmadığını iddia eder. Halbuki, böyle bir teklif caiz olmasaydı 'Böyle bir teklifi bizlere yükleme!' diye yalvarmaları muhal ve mânâsız olurdu. İnsanların böyle yalvardıklarını bize Kur'ân haber vermektedir.
Ey Rabbimiz! Bize güç yetirmeyeceğimiz şeyi yükleme! (Bakara/286)

Allah Teâlâ, kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed'e, Ebû Cehil'in kendisini tasdik etmeyeceğini bildirmiştir. Bu haberi tebliğden sonra peygamberine 'Ebû Cehil'e söyle! Getirdiğin bütün hükümlerde seni tasdik etsin!' emrini vermiştir. Halbuki bu hükümlerden birisi de Ebu Cehil'in Hz. Peygamberi tasdik etmeyeceği haberiydi. Binaenaleyh (teklîf-i mala yutak) Allah hakkında caiz olmasaydı, nasıl olur da Ebû Cehil, kabul etmeyeceği hususu tasdik etmeye dâvet edilirdi? Bu, varlığı muhal olandan başka ne olabilir? (Buna rağmen böyle bir teklif Allah tarafından yapılmıştır. O halde Allah hakkında, teklîf-i mala yutak mümkündür).

VI. Esas: Dilediğine Azap Eder
Allah Teâlâ'nın geçmiş bir sevap ve suçu olmaksızın, dilediği kuluna azap etmesi veya nimet bahşetmesi mümkündür. Yani Allah, bunları zahirî sebep olmaksızın da yapabilir. Fakat Mutezile, bu hükümde de, Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat'a. muhalefet etmiştir. Onlara göre, azap ve nimet, ancak sâbık bir suçtan ve geçmiş bir sevaptan ileri gelebilir. Onlar, böyle bir sebep olmaksızın ceza ve mükâfatın Allah hakkında mümkün olmadığını ileri sürerler. Evet, Allah, sebepsiz olarak da azap edebilir veya nimet verebilir; çünkü O, mülkünde tasarruf eder.

Bu, mülkünün dışına çıkmış bir tasarruf olarak düşünülemez. Zulûmse sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etmekten ibarettir. Böyle birşeyi Allah için düşünmek muhaldir; çünkü Allah'a nisbetle hiç kimsenin mülkü yoktur ki, Allah'ın oradaki tasarrufu zulüm olsun! Zaten Allah hakkında böyle bir tasarrufun caiz olmasına, bu tasarrufun bilfiil varlığı delâlet eder. Mesela hayvanları kesmek, onlar için, suçsuz bir elemdir. İnsanlar tarafından hayvanlara yapılan çeşitli azaplar da geçmiş suçlarından neş'et etmiş değildir.

Şayet 'Allah Teâlâ kıyamet gününde, bütün hayvanları toplar ve onlara dünyada çektikleri ceza nisbetinde mükâfat verir ve böyle yapmak da, Allah'ın mecburî vazifesidir' dersen, biz de deriz ki; ayakların altında ezilen her karıncayı ve parmak arasında öldürülen her sivrisineği, dünyada çektikleri elemlerin karşılığını görsünler diye diriltmesi 'Allah'a vâcibdir diyen bir kimse, hem şeriatın ve hem de akim hududunu tecavüz etmiştir. Zira böyle bir kimse vâcib tâbirinden, 'Allah bunu yapmazsa zarar görür' mânâsını murâd ederse, bu Allah hakkında muhaldir. Eğer vücûb ile başka bir mânâyı kastederse, daha önce dediğimiz gibi bu vâcib teriminin mezkûr mânâlarının dışında ve anlaşılmayan bir mânâ olur.

VII. Esas: Aslâh (En Yararlı) Olanı Yapmak Allah'a Vacip Değildir
Allah Teâlâ kulları hakkında dilediğini yapar. Kullar için menfaatli olanı yapmak da dâhil hiçbir şey Allah'a vacip değildir. Allah hakkında vücub düşünülemez. Çünkü Allah, yaptığından sorumlu değildir. Aksine sorumlu olan yaratıklardır. Doğrusu bilmek isterdik.; Mu'tezile, 'Kul için en faydalı şeyin yapılması, Allah'a vâcibdir' hükmünü, aşağıda beyan edeceğimiz misalde acaba ne ile isbat edebilir? işte misal:
Farzedelim ki, müslüman olarak ölen bir çocuk ile bâliğ bir kimse arasında, âhirette bir münazara ve münakaşa vâki olsun. Baliğin derecesi çocuğa nazaran daha yüksektir. Zira baliğ, bulûğa erdikten sonra iman etmiş, ibadetleri yerine getirmek hususunda pek çok zahmete katlanmıştır. Mutezileye göre, baliğe, daha yük-sek bir derecenin verilmesi Allah'a vâcibdir. Bunun üzerine çocuk 'Yâ Rabbi! Bunun derecesini neden benimkinden daha yüce yaptın?' der. Karşılık olarak 'Bâliğ oldu, ibadetlerde bulundu da ondan' denilir. O zaman çocuk şunları söyler 'Beni küçükken öldüren sensin. Madem ki, kullar için (Mutezilenin inancına göre) en yararlı (aslan) olanı yapmak sana düşen bir vazifedir; o halden neden hayatımı bâliğ olup çalışabileceğim bir müddete kadar uzatmadın? Uzun ömür vermek suretiyle bu faziletleri baliğe ihsan ettin de benden niçin esirgedin? Bu, adalete aykırı düşmez mi?' Allah Teâlâ'da şöyle buyurur: 'Ben senin bâliğ olduğunda bana ortak koşup isyan edeceğini biliyordum. Bu yüzden de senin için en faydalısı daha çocukken ölmendi'.

Bu, Mu'tezile'nin Allah namına beyan ettiği özürdür. Fakat Allah, bu hâşâ özrü beyan buyurduğu zaman, kâfirler cehennemin en alt tabakalarından bağrışmaya başlayarak şöyle derler: 'Ey rabbimiz! Acaba, bâliğ olduğumuz zaman sana şirk ve ortak koşacağımızı bilmez miydin? Neden bizi, küçükken öldürmedin?
Biz şimdi müslüman çocuktan çok daha aşağı derecelere razıyız. Bizi buradan çıkar!'

İşte o zaman, kâfirlerin bu sualine nasıl bir cevap verilebilir? Bu misal, böylece anlaşıldıktan sonra, her müslümânâ vâcib olan hareket, Allah'ın celâl ismine sığınarak ilâhî emirleri, iptizal ehlinin ölçüsüyle tartışmamaya karar vermektir.

Eğer 'Allah, kulları için en faydalı olanı gözetmeye muktedir olduğu halde onlara azabın sebeplerini musallat kılarsa, bu durum, hikmete aykırı düşer ve kötü olur' dersen buna karşılık deriz ki: Kötülük, hedefe muvafık olmayan nesnedir. Hatta birşey birisine göre kötü, gaye ve hedefine uygun düşen bir başkasına göreyse güzeldir. İnsan, yakınlarının öldürülmesini kabih görür. Fakat düşmanların nazarında, bu güzel birşeydir.
Eğer kötülükten, Allah'ın hedefine muvafık ve mutabık olmayan murâd ediliyorsa, böyle bir kasd muhaldir. Zira Allah Teâlâ'nın, bu mânâda, herhangi bir hedefi düşünülemez. Binaenaleyh Allah'tan bir kötülüğün gelmesi, zulüm olarak düşünülemez. Zira Allah'ın başkasının mülkünde tasarruf etmesi sözkonusu değildir.

Eğer kabi'hden, başkasının isteğine mutabık ve muvafık olmayan şey düşünülüyorsa, bu keyfiyetin, Allah için muhal olduğuna neden hükmediyorsun?, Böyle bir hüküm keyfîdir. Verdiğimiz misal ve orada zikredilen cehennem ehlinin muhakemesi hâdisesi, bunun aksinin doğru olduğuna şehâdet eder. Sonra Allah'ın el-Hakîm isminin mânâsı, eşyanın hakikatini bilen âlim, eşyayı iradesine muvafık kılacak kadir demektir.

Böyle bir vasfa sahip olan Allah'a, kullar için en yararlı olanı gözetmek vazifesi nasıl vacip olabilir? Bizim hakimlerimize ge-lince; onlar, dünyada medh ü senâ edilmek, felaketlerden kurtul-mak ya da âhirette mükâfat elde edebilmek için kendilerine göre en faydalıyı gözetirler. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir.

VIII. Esas: Mârifetullah
Allah'ın bilinmesi ve tâatı, aklen değil, aksine şer'an ve Allah'ın emriyle herkese vâcibdir. Fakat Mu'tezile'ye göre, Allah'ın bilinmesi ve tâati aklen vâcibdir. Mutezile, iddiasında yanılmaktadır. Zira aklın, tâati zarurî kılması için iki şıkka dayanması gerekir:
a) Faydasızı icab ettirmektir, ki bu muhaldir; çünkü akıl faydasız ve boş şeyleri icab ettirmez.
b) Fayda ve bir gaye için icab ettirmektir. Bu fayda ve gaye yamabuda ircâ edilecektir ki, Allah hakkında böyle birşey düşünmek muhaldir: zira Allah her çeşit fayda ve gayelerden uzaktır; küfür, iman, taat ve isyan Allah'a göre eşittir. Ya da gaye tâatı yapan kula ircâ olunacaktır ki bu da muhaldir. Çünkü hâl-i hâzırda, kulun, tâattan ve marifetten herhangi bir menfaati mevzûbahis değildir. Aksine kul, taat ve marifetin yüzüsuyu hürmetine, şehvetlerden döner veya onların icabını yerine getirdiği için maddeten yorulur. Gelecekte ise ya sevap vardır, ya da ikab! Allah Teâlâ'nın mâsiyet ve taat üzerine, kula sevab verip de ceza vermeyeceği nereden bilinecektir? Allah için taat ve isyan eşittir; zira O'nun taat ve isyanın hiçbirisine zerre kadar bir meyl-i ilâhîsi yoktur. Böyle bir meyli olmadığı gibi, taat ve isyanın herhangi birisine
bir ihtisas ve özelliği de mevcut değildir. Tâatın taat, isyanın da isyan olması ancak şeriatla ayırtedilmiştir. Hâlık ile mahlûk arasında mukayese yaparak yaratıcının tâattan hoşnud olduğunu, isyandan da öfkelendiğini istihraç ve istinbât eden (anlayan) bir kişi, zillete düşmüş ve yanılmıştır. Mahlûk, şükür ile küfrân-ı nimet arasında ayırım yapar. Şükür ile ferahlanır, sevinir, lezzet alır ve vicdanı coşar. Fakat küfran-ı nimet ile bunların tam aksini
duyar. Yaratıcı hakkında ise böyle birşey düşünülemez.

Eğer "Mademki düşünce ve mârifet aklen değil, ancak şeriatla vacip olmuştur; o halde mükellef, düşünmek suretiyle vicdanında ve nezdinde şeriatı istikrar ettirmek zorunda değildir. Binaenaleyh mükellef bulunan kişi,

Hz. Peygambere 'Akıl, Allah hakkında düşünmemi icap ettirmiyor. Şeriat ise, benim nezdimde, ancak düşünce neticesinde sabit olur. Bense düşünceye dalmak mecburiyetinde değilim. Çünkü düşünceye dalmayı ancak akıl vacip kılmaktadır' dediği zaman, Hz. Peygamberi susturabilecek bir delil ileri sürmüş olur" dersen, cevaben şöyle deriz: Bu iddia, tıpkı herhangi bir yerde duran bir kişinin 'Arkanda yırtıcı bir hayvan var. Eğer buradan gitmezsen seni öldürecek. Geriye bakarsan doğru söylediğimi anlarsın' diyen birisine 'Dönüp arkama bakmadıkça doğru söylediğin sabit olmaz. Bense, doğruluğu sabit olmadıkça, arkama bakmam' demesine benzer,
Bu inatçı insanın ahmaklığına delâlet eden bu söz, kendisini felâkete götürür. Fakat bu söz ve inatta, onu uyararak kurtarmaya çalışan kişiye, hiçbir zarar yoktur.

İşte böylece Hz. Peygamberde 'Arkanızda ölüm, hemen ötesinde de yırtıcı hayvanlar, yakıcı ateşler vardır. Eğer onlardan sakınmaz ve mu'cizeme bakarak beni tasdik etmezseniz helâk olacaksınız' diye haykırır.

Hz. Peygamberin sözünü dinleyip Allah'ı tanıyan, ve yasaklardan sakınan kurtulur. İnadında ısrar edenlerse helâk olur. Hz. Peygamber 'Bütün insanlar helâk olsa dahi bana hiçbir zarar dokunmaz. Çünkü benim vazifem, dini açık bir şekilde tebliğ etmekten ibarettir' der.

Şeriat, ölümden sonra yırtıcı hayvanların varlığını bildirir. Akıl ise, şeriatın kelâmını anlamayı sağlar ve şeriatın müstak-belde olacağını söylediği şeylerin mümkün olabileceklerini idrâk etmeye yardımcı olur. İnsanın yaratılışı da, kendisini zarardan sakmdırmaya teşvik eder.

Birşeyin vâcib olmasının mânâsı, 'terkinde zarar vardır' demektir. Şeriatın herhangi birşeyi vacip kılmasının mânâsı ise, o şeyin terkinde muhtemel bir zararın mevcudiyetini bildirmesi de-mektir. Zira akıl, şehvetlere ittibâ ettiği zaman, insanı tek başına, ölümden sonraki zararın varlığına götüremez. İşte şeriatın ve aklın mânâsı ve vacibin takdirindeki tesiri budur. Eğer Allah'ın emir buyurduklarının terkinde ikabm ve cezanın varlığından korkulmasaydı emirlerin VÜCUDU sâbit olmazdı. Çünkü vacibin mânâsı 'Terki halinde âhirette zarar terettüp edecek bir şey'dir.

IX. Esas: Nübüvvetin Gerekliliği
Peygamberlerin gönderilmesinde, Allah için herhangi bir imkânsızlık bahis mevzuu değildir. Fakat Brahmanlar 'Peygamberlerin gönderilmesinde hiçbir fayda yoktur zira bu hususta akıl kâfidir ve onların gönderilmesine ihtiyaç bırakmaz' iddiasındadır. Fakat onların bu iddiaları çürüktür; çünkü akıl, sıhhate faydalı ilaçları gösteremediği gibi, âhiret âleminde kurtarıcı fiilleri de gösteremez. Binaenaleyh mahlûkâtın, peygamberlere olan ihtiyacı, tıpkı insanların, doktorlara olan ihtiyaçları gibidir. Ancak şu farkla ki, doktorların doğruluğu deneme ile, peygamberlerinki ise mu'cize ile sabittir.

X, Esas: Hatemül-Enbiyanın Nübüvveti
Allah, peygamberlerin sonuncusu ve kendisinden evvel gelen yahudi, hristiyan ve sâbiîlerin şeriatlarını neshedici olarak Muhammed Mustafa'yı (s.a) göndermiştir. Kendisini açık deliller ve zâhir mucizelerle takviye etmiştir: Ay'ın parçalanması, taşların tesbih etmesi, akılsız hayvanların konuşması ve parmaklarının arasından sular akması gibi...

Fesâhat ve belâgat erbabı bütün Araplara karşı meydan okuyan açık mucizelerden birisi de Kur'ân dır. Araplar, fesâhat ve belagatlarına rağmen, Hz. Muhammed'in esir ve yağma edilmesini, öldürülmesini ve memleketinden uzaklaştırılmasını Allah'ın haber verdiği gibi istihdaf ederek (hedefleyerek) Kur'ân gibi bir eserle muâraza etmeye cesaret edemediler.

Çünkü beşerin kudretinde Kur'ân'daki cezâlet (mânâ güzelliği) ve nazmı bir araya getirme imkânı yoktur. Bunun yanında Kur'an'da geçmiş milletlerin haberleri vardır. Oysa Kur'an'ın tebliğcisi ümmî idi. Kitap okumamış, mektep ve medrese görmemişti. Müstakbelde doğruluğu tahakkuk eden birçok hususları da gayb kabilinden haber veriyordu. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:

Andolsun ki, Allah'ın izniyle, emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tras etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın Mescid-i Harâm'a. gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke'nin fethinden önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)

Elif, Lâm, Mîm. Rumlar (Arap yarımadasına) en yakın bir yerde (İranlılara) mağlup oldular. Halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galip gelecekler. Önünde ve sonunda emir Allah'ındır. O gün (Romalıların üstün geldiği gün) mü'minler ferahlayacak. (Rûm/1-4)

Mucizenin peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesinin hakikati şöyledir:
Beşerî kudretin yapmaktan aciz olduğu her fiil ancak Allah'ın fiilidir. Binaenaleyh, böyle bir fiil, bir peygamberin meydan okumasıyla birlikte olursa âdeta onun 'Ben doğruyum' demesi yerine geçer. Peygamberin mucize ile ortaya çıkması tıpkı bir hükümdarın huzurunda millete 'Ben bu hükümdarın size gönderdiği elçisiyim' diyen kimsenin durumuna benzer:

Bu davayı güden elçi, hükümdara "Eğer 'Senin elçinim' dediğim zaman sözümde doğru isem, âdetinin hilâfına, tahtında üç defa ayağa kalkıp, otur!" dese ve hükümdar da onun bu söylediğini yapsa, orada bulunanlar bizzarure bu hareketi, elçinin 'Ben doğru söylüyorum' sözünün yerine kabul ederler.


Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

AKAİD

Sem'iyât (naklî deliller) ve Rasûlullah'ın haber verdiği şeyleri tasdik ve doğrulamak

I. Esas: Haşr ve Neşr
Bu esas, haşr ve neşr hakkındadır.(Buhârî vc Müslim, (İbn Abbas'tan)
Haşr ve neşr hakkında şeriat (Allah'ın nizamı) vârid olmuştur. Şeriat ise haktır; binaena-leyh haşr ve neşri doğrulamak herkese vaciptir. Çünkü, haşr ve neşrin mümkinâttan olduğu aklen de sabittir. Haşr ve neşr'in mânâsı ölümden sonra iade olunmak ve diriltmek demektir. Diriltmek, tıpkı başlangıçtaki yaratmak gibi Allah'ın kudretine dâhildir.

De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı, tamamıyla bilir'.(Yâsin/79)

Bu ayetle Allah, yaratılışın başlangıcını, yeniden dirilişin delili olarak göstermektedir.
Hepinizin (yoktan) yaratılmanız da, öldükten sonra diriltilmeniz de, ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman/28)

II. Esas: Nekir ve Münker
Nekir ve Münker suâli hakkında birtakım hadîsler rivayet edilmiştir. Binaenaleyh Nekir ve Münker'in suâline inanmak vâcibdir. Çünkü böyle bir sual haddizatında mümkündür. Zira bu suâl, konuşmanın anlaşılmasına vesile olan uzuvlardan birisine hayatın iade ve döndürülmesini ister. Bu ise, esasında mümkün bir istektir. Ölünün her parçasının bizce hareketsiz olması ve bizi duymaması Nekir ve Münker 'in suâline mâni olamaz. Çünkü uykuda olan bir kişi de, görünen tarafıyla sakindir. Fakat iç âleminde, uyanık olduğu zamanki gibi lezzet ve elemleri idrâk eder, tesirlerinde kalır. Hz. Peygamber, Cebrail'in konuşmasını dinler ve onu görürdü. Halbuki Rasûlullahın yanıbaşmda oturan sahâbe-i kiram ne Cebrail'i görür, ne de konuşmasını duyabilirlerdi. Allah'ın ilminden, ancak O'nun dilediği miktarı kavrayabilirlerdi.(Buhârî ve Müslim, (Hz. Âişe'den)
İnsanlar, kendileri için kulak ve göz yaratılmadığı zaman, duyup görmelerine izin verilen şeyleri dahi görmez ve bilmezler.

III. Esas: Kabir azabı
Kabir azabını bize Allah'ın şeriatı bildirmektedir.
Onlar (kabirlerinde, kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arzedilecekler. Kıyamet koptuğu gün, 'Firavun'un kavmini en şiddetli azaba sokun' denilecektir.(Mü'min/46)

Rasûlullah'ın ve selef-i sâlihînin kabir azabından istiâze ettikleri (Allah'a sığındıkları) sabittir ve bu husus, meşhur bir hakikattir. Kabir azabı, haddizatında mümkün bir keyfiyettir. Bu azâbın vâkî olacağına iman etmek de vâcibdir. Ölünün, yırtıcı hayvanların karnında ve kuşların kursağında parçalanıp dağılması, kabir azabına inanmaya mâni değildir. Zira azabın elemini idrâk eden, mahlûkâtın özel cüz ve parçalarıdır. Allah Teâlâ, bu parçalarda azabın elemini tatmak kabiliyetini yaratmaya muktedirdir.

IV. Esas: Mizan
Mizan haktır ve vardır.
Biz kıyamet gününde (insanların amel defterlerini tartmak üzere) adalet terazileri kuracağız. Artık hiç kimse en ufak bir zulme uğramayacaktır. Yapılan amel bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koyarız. Hesap gören olarak biz kâfiyiz. (Enbiyâ/47)

O zaman (kıyamette) kimin hasenât tartıları ağır gelirse işte onlar zafere kavuşacaklardır. Kimin de tartıları hafif gelirse işte kendilerini hüsrana düşürenler bunlardır. Cehennemde ebedî olarak kalırlar. (Mü'minûn/102-103)

Tartının keyfiyeti şöyledir: Allah Teâlâ, amel sayfalarına, nezdindeki derecelere göre ağırlık verir. Yapmış oldukları amelleri, kulların kendilerine mâlûm olur. O zaman cezada adaletsizlik yapılmadığı, afta fazilet cihetine gidildiği ve sevabın kat kat artırıldığı görülecektir.

V. Esas: Sırat
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Şu ayet bize Sırat'ın varlığını bildirmektedir:
Onları cehennemin yoluna (sırat köprüsüne) sürün. Onları durdurun; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.
(Saffât/23-24)

Sırat köprüsü, haddizatında mümkinâttandır; binaenaleyh ona inanmak vâcibdir. Çünkü kuşları havada uçurtan kâdir-i mutlak, insanları cehennem üzerinde kurulmuş bir köprüden geçirmeye de muktedirdir.

VI. Esas: Cennet ve Cehennem
Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan cennete koşun! O cennet takvâ sahipleri için hazırlanmıştır,
(Al-i İmran/133)

Bu ayet-i celîledeki 'hazırlanmıştır' tâbiri cennetin şu anda mevcut olduğuna delildir. Cennetin mevcudiyeti muhal olmadığından, ayet-i kerîmeyi te'vil etmeye gerek yoktur ve bunun içinde olduğu gibi kabul edilmelidir.

Cennet ve cehennemin ceza gününden önce hazırlanmasında hiçbir fayda yoktur' denilemez; çünkü 'Allah yaptıklarından sorumlu değildir, ancak insanlar sorumludurlar!' (Enbiya/23)

VII Esas: Hak İmam
Rasûlullah'tan sonra hak imam (halife) Hz. Ebubekir Sıddîk'tır, ondan sonrada sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir. Rasûlullah'ın, muayyen bir şahsın halife olmasına dair kesin bir emri yoktur. Çünkü böyle bir emri olsaydı vali ve emirleri tâyin ettiği gibi, büyük imamı da tâyin etmesi ve bildirmesi daha evlâ olurdu ve bunu gizlemezdi. Herhangi bir vali ve emîri gizlemeden tâyin eden Hz. Peygamber, nasıl olur da halifeyi gizli bırakır. Eğer böyle olmamış olsaydı neden bu açıklık ortadan kaldırılmış ve bize ulaşmamıştır. Binaenaleyh Ebubekir Sıddîk, ashâb-ı kiramın seçmesi ve kendisine bi'at edilmesiyle imam olmuştur. Şayet Rasûlullah, Hz. Ebubekir'in dışında iddia edildiği gibi başka bir sahabi için 'Hilâfet onun hakkıdır' demiş olsaydı ve sahabe-i kirâm da Rasûlullah'ın bu sözünü dinlemeyip, Hz. Ebubekiri halife seçseydi, o zaman bütün sahabenin Rasûlullah'a ihanet etmiş olması gerekir ki bu da sahabenin icmâmı yıkmak mânâsına gelir. Böyle bir küstahlığı iddia etmek cesaretine ancak Râfızîler yeltenebilir.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ın inancına göre, hiçbir tanesi istisna olmaksızın, bütün sahâbe-i kirâm tertemizdir. Allah ve Rasûlü'nün kendilerini övdüğü sahabîleri övmek, her müslümanın başta gelen vazifelerindendir.

Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden hâdiselerin esası içtihada dayanıyordu. Muâviye, hilâfeti Hz. Ali'den almak için ortaya çıkmış değildi. Hz. Ali, Hz. Osman'ın katillerinden, aşiretlerinin çokluğunu ve islâm ordusunda bulunmalarını nazar-ı itibara alarak, 'Bunları halifeliğin başlangıcında şeriatın kılıcına teslim edersem büyük bir sarsıntı olacaktır' kanaatiyle şer'î intikamın daha sonra alınmasını doğru buldu, Muâviye ise, şer'î cezanın ertelenmesinde, cinayetin de büyüklüğü nazar-ı itibara alınırsa kötü niyetlileri, Hz. Osman'dan sonra gelecek halifeler aleyhine harekete geçirecek ve müslümanlarm kanlarının akıtılmasına sebep olacak bir zeminin mevcudiyetine kani olarak derhal cezalandırılmalarını istedi. İşte hâdise bu iki ayrı ictihaddan doğmuştur.

Alimlerin en faziletlileri şöyle demişlerdir: 'Her ictihâd sahibi ecir kazanır'.
Başka bir grup da 'Aynı hususta ictihâd eden iki kişiden mutlaka biri ecir kazanır, diğeri ise yanılır' demişlerdir.
İlim sahiplerinden hiç kimse Hz. Ali'nin yanıldığına hükmetmemiştir.

VIII. Esas: Sahabenin Fazileti
Sahâbe-i kiramın fazileti halifelik tertibine göredir. Çünkü faziletin hakikati, Allah nezdinde olan fazilettir. Allah nezdindeki fazilete ise ancak Hz. Peygamber muttali olur.

Sahâbe-i kiramın tümünü öven birçok ayet ve hadîs vârid olmuştur. Onların arasındaki faziletin inceliklerini ve hangisinin fazilette daha önde olduğu keyfiyetini ancak vahyin inişini ve gelişini müşahede edenler, karşılaştıkları durumların karineleriyle bilirler ve tafsilâtını incelikleriyle çözerler. Eğer sahâbe-i kirâm, 'Fazilet halifelik tertibi üzeredir' kanaatına varmasaydı, halifeleri bu şekilde tertip etmezlerdi. Çünkü sahâbe-i kirâm, Allah yolunda gönül ve hatır gözetmeden yürüyen ve haktan hiçbir şekilde yüz çevirmeyen mübarek insanlardı.

IX. Esas: Hilafetin Şartları
Müslüman ve mükellef olduktan sonra halifede şu beş şart aranır:
1-Erkek olmak
2- Takvâ sahibi olmak
3- İlim sahibi olmak
4- Hilâfeti yürütecek kabiliyette olmak
5- Kureyş soyundan gelmek

Hz. Peygamber İmamlar Kureyş'tendir' buyurmuştur.(Nesâî, (Enes'ten); Hakim, (İbn Ömer'den ve Hz. Ali'den, sahih olarak); Buhârî, Târih)

Bu sıfatlara sahip birkaç talip varsa, halkın çoğunluğu tarafından seçilen halife olur. Ekseriyetin görüşüne muhalefet eden bâğî ve âsîdir. Onu hakka çevirmek bütün müslümanlara vâcibdir,

X. Esas: Fitne Korkusu Olduğunda İmam'ın Tayini
Fitneden korkulduğu takdirde, yukarıda zikredilen sıfatların bir kısmına sahip olmasa bile halife seçilen zâtın imamlığı kabul edilir.

Hilâfet makamına talip olan kişide, ilim ve takvâ, kâfi derecede bulunmaz, azledilmesine de güç yetmez ve azledilmeye kalkışıldığında bir fitnenin kopmasından korkulursa, onun imamet ve hilâfetinin doğruluğuna hükmederiz. Aksi takdirde müslümanları, zikrettiğimiz şartların eksikliği sebebiyle doğacak olandan daha büyük bir zarara sokmuş oluruz. Binaenaleyh maslahat, Tâlibde aranılan bazı şartlar yoktur' diye yıkılmaz. Bir saray bina etmek için bir şehri yıkan kimse gibi hareket edilemez. Ülkeyi halifesiz bırakmak ve birtakım şartlardan mahrum olan halifenin hükümlerini fâsid ilân etmek felâketi de sözkonusudur ki bu muhaldir. Halbuki, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bâğîlerin elinde bulunan memleketlerde verilen hükümlerin dahi geçerli olduğunu kabul ederiz.

Binaenaleyh zaruret ve ihtiyaç anında, nasıl olur da birtakım sıfatlardan mahrum bir kişinin hilâfet ve imametinin doğruluğuna hükmetmeyiz?

Akaid kaideleri olan kırk esası ihtiva eden dört rükün işte bunlardır. Bu rükünlere inanan, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattendir ve bid'atçılar güruhundan ayrılır. Allah Teâlâ tevfîki ile bizi doğrultup, hak ve hakikate iletir. O'ndan geniş cömertliği, fazilet ve minnetiyle bize hakkı nasip etmesini; efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve bütün seçkin mü'minlere bol rahmetler niyaz ederiz.


Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

TEMİZLİK

Giriş

Kullarına lütfederek onları nezâfete mecbur eden Allah'a hamd u senalar olsun.

Temizlenmeleri için kalplerine nur lütuflarını akıtan, rikkat ve letâfet özelliğine sahip bulunan su ile bedenlerini temizlemeye imkân veren Allah'a şükürler olsun.
Kâinatın tümünü hidayet nuruyla dolduran Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed Mustafa'ya, O'nun güzel ve temiz âline, kıyâmet gününde, bereketiyle, korkudan bizi kurtaran, bizimle her türlü âfetin arasına bir siper gibi giren o zâta salât ve selâm olsun!

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Orada günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.
(Tevbe/108)

Hz. Peygamber ise şöyle buyurmuştur:

Din nezâfet üzerine binâ edilmiştir.(Hadîse bu şekliyle muttali olamadığını söyleyen Irâkî, İbn Hibban'm Hz.Aişe'den naklettiği 'Temizlenin; zira islâm temizliktir' şeklindeki hadîsi göstermektedir. Krş. Taberânî, Evsat, (İbn Mes'ud'dan zayıf bir senedle)

Namazın anahtarı temizliktir.(Ebû Dâvûd ve Tirmizî, (Hz. Ali'den); Tirmizî, 'Tahâret babında en sahihve en hasen hadîs budur' demektedir)

Temizlik imanın yarısıdır.(Tirmizî, (Benî Selim kabilesine mensup bir kişiden)

Yine Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Allah size bir güçlük dilemez. Fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz.
(Mâide/6)

Basîret sahipleri bu ayet ve hadîslerin zahirlerine bakarak İslâm'da kalp temizliğinin herşeyin başında geldiğine hükmettiler.
Çünkü Hz. Peygamber'in 'Temizlik imanın yarısıdır' hadîsinden, sadece su ile temizlenip atılan kirler kastolunmamıştır; zira sularla zahirî kirler temizlense dahi, kalp, harâbe ve kirlerle dolu oldu mu böyle bir zahirî temizlik nasıl olur da imanın yarısı olabilir? Olamaz ve olması da uzak bir ihtimaldir.

Taharetin dört mertebesi vardır:

Birinci mertebe: Zâhirî necaset ve pisliklerden temizlenmektir.
İkinci mertebe: Azaları günahlardan temizlemektir.
Üçüncü mertebe: Kalbi çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir.
Dördüncü Mertebe: Sırrı mâsivadan temizlemektir. Bu tür temizlik, temizliğin en yüksek derecesidir ancak peygamberlere ve sıddîklara mahsustur.

Bu dört mertebenin her birindeki temizlik, o sahadaki çalışmanın yarısıdır. Çünkü sırrın çalışmasındaki en büyük gaye, çalışana, Allah'ın celâl ve azametinin görünmesidir. Allah'tan gayrı şeyler, sırdan göç edip çıkmadıkça, hakikî olarak Allah'ın marifeti o sırda konaklamaz. Bu sırra binaen Allah Teâlâ "De ki: 'Allah o kitabı indirdi'. Sonra onları bırak, bâtıl dedikodularında oynayadursunlar" (En'am/91) buyurmaktadır.

Çünkü Allah'ın marifeti ile Allah'tan gayrı şeylerin bir kalpte toplanması ve bir araya gelmesi mümkün değildir

Allah Teâlâ bir kişinin göğsünde iki kalp yaratmış değildir ki, mârifetullah birinde, Allah'tan gayrı şeyler de diğerinde olsun!
Kalp amelinin en büyük hedefi; kalbi, güzel ahlâk, sahih ve meşrû inançlarla süslemektir, Kalp, bu iyi ahlâk ve meşrû inançların zıdlarından temizlenmedikçe onlarla sıfatlanamaz. Fâsıklık ve rezil inançlar atılmadıkça öbürleri kalpte yerleşemez. Bu bakımdan kalbin temizlenmesi, kalp amelinin yarısı ve ikinci yarısının da tamamlanmasında şart koşulan birinci parçasıdır, İşte temizlik, bundan dolayı ve bu mânâ ile imânın yarısı veya parçası olmaktadır.

Azaların yasaklardan temizlenmesi de böylece âza amelinin yarısıdır ve ikinci yarısının oluşmasında da şarttır. Bu bakımdan âza amellerinin yarısı temizlenmeleridir.

Bu temizlik aynı zamanda âzanın tamirinde büyük rol oynayan ibadetlerin doğru olmasının da şartıdır. İşte imanın makamları bunlardan ibarettir ve her makamın bir derecesi vardır.

Kul, o derecelerin üstüne, ancak o derecelerden geçmek suretiyle varabilir. Çirkin sıfatlardan sıyrılmadan sırrın temizliğine, kalbi, çirkin ahlâktan temizlemeden iyi ahlâkla tamirine varılamaz.Azalan huylardan temizleyip bu dereceyi geçmeden, ibâdetlerin mânevî süslenmelerine erişemez. Matlûb ne kadar aziz ve şerefli ise, ona varmak için o nisbette zorluklar olduğu gibi, ona giden yol da uzun ve dağdağalı olur.Sakın bu emre, temenniler ve kolaylıkla varılacağını zannetme. Evet, basiret gözü kör olup, bu derecelerin farklılığını idrâk etmeyen bir kimse, taharetin mertebelerinden ancak istenilen öze nisbetle kabul mesabesinde bulunan en son derecesini anlayabilir ve ötesine çıkamaz. Bu bakımdan, basireti kör olan bir kimse, ancak taharetin en basit mertebesine dalar ve onun mecralarını teker teker arar, bütün vaktini istincâ yapmak, elbise yıkamak, zahirin temizliğini yapmak ve bolca akan suları aramakla geçirip zayi eder.

Vesvese ve hayâlin hükmüyle Allah ta-rafından istenilen şerefli taharetin sadece bu olduğu zannına kapılır. Selef-i sâlihînin sîretini bilmediği gibi, onların bütün vakitlerini kalbin temizlenmesine ve tefekküre sarfettiğini de bilmez ve onların, içlerinin temizliği yanında bedenî temizliğe pek önem vermediklerinden de gafildir.

II. Halife Hz. Ömer (r.a) o kadar büyüklüğüne rağmen, hristiyan bir kadının testisindeki sudan abdest aldığından ve ashâb-ı kirâmın yağlı yemeklerden sonra ellerini su ile yıkamak suretiyle değil, ancak ayaklarının altına sürmekle iktifa ettiklerinden, sabun yerine esnan denilen köpüklü bitki ile yıkanmayı yeni çıkmış bid'atlardan saydıklarından gafildirler.

Ashâb-ı kirâm (r.a) camilerde toprak üzerinde namaz kılar, yollarda yalın ayak gezerlerdi. Toprak üzerine tevâzularından dolayı, oturanlar ashabın en büyüklerinden sayılırdı, İstincada sadece taş ile temizlenmekle iktifa ederlerdi.
Ebû Hüreyre ve diğer Suffe ashabı şöyle anlatmaktadırlar:

Biz kızartılmış eti yer, namaz için kamet getirildiği zaman, parmaklarımızı mesciddeki kumların arasına sokar ve toprakla siler, derhal namaza istirâk ederek tekbir alırdık.(İbn Mâce? (Abdullah b. Hâris'ten)

Hz. Ömer şöyle anlatır:

'Biz Rasûlullah'm zamanında köpüklü esnan ile yıkanmanın ne olduğunu bilmezdik. Bizim mendillerimiz ayaklarımızın altıydı. Yağlı birşey yediğimiz zaman elleri-mizi ayaklarımızın altına sürmek suretiyle temizlerdik'.(Irâkî, Hz. Ömer'den böyle bir rivayete rastlamadığım söylerken, İbn Mâce
buna benzer ve daha kısa bir hadîsi Hz. Câbir'den rivayet etmektedir.)



Rasûlullah'tan sonra ilk başgösteren bid'atların dört tane olduğu söylenir:
1- Elekler ve kalburlar, 2- Köpüklü esnan, 3- Sofralar, 4- Doya doya yemek.

Bu bakımdan ashabın bütün gayesi; bâtınlarını temizlemek ve bu sayede Rasûlullah'a lâyık bir ümmet olmaktı. Hatta onlardan bazıları 'Nalınlarla namaz kılmak, onları çıkarıp namaz kılmaktan daha efdaldir' buyurmuştur. Çünkü Hz. Peygamber, Cebrâil kendisine 'Senin nalınlarında necâset vardır' dediği zaman onları çıkarmış ve öylece namaza durmuştur.

Rasûlullah'ın nalınlarını çıkardığını gören ashâb da kendi nalınlarını çıkarmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) 'Nalınlarınızı neden çıkardınız?'6 diye sormuştur.

İmam Nehâî namazda nalınlarını çıkaranlar hakkında 'Temiz nalınını çıkarıp öylece namaza başlayanların nalınlarının muhtaç bir kimse tarafından alıp götürülmesini temenni ediyorum' buyurmuştur.İşte selef-i Sâlihîn, zahirî emirlerde, bu kadar musâhale ve kolaylık taraftarı idiler. Çarşı ve sokaklardaki çamurlarda yalın ayak gezer ve o çamurların üzerinde, icabında sakınmadan otururlardı.

Mescidlerde hiçbir şey sermeden yerde namaz kılar, hayvanlar ile sürülen ve hayvanların kirlettiği buğday ve arpa unundan çekinmeden yerler o, necasetler içerisinde yuvarlanan deve ve atların terinden sakınmazlardı.Selef-i sâlihînden hiç kimsenin zahirî necasetlerin ince teferruatına dalıp sorduğu nakledilmemiştir. İşte selefin zahirî necasetler hakkındaki kolaylık ve musahelesi bu raddeye varmıştı.

Zamanımızda, cehaletin ifrat derecesini nezafet ve temizlik sayan bir gruba sıra gelmiştir. Maalesef bu grup, cehaletin ifratından gelen zahiri temizlikleri dinin temel ve esası olarak kabul etmektedirler. Vakitlerinin çoğunu gelinleri süsleyen, tel ve duvak takan kadınlar gibi zahirî süslere hasretmektedirler.
Bâtınları ise, harâb olduğu gibi, kibir, ucub, cehalet, riya ve nifak pislikleriyle de doludur.

Bu kötü fiillerini kötü görmedikleri gibi tasvip de etmektedirler. Eğer bu zamanda bir mü'min sadece taş ile istincâ etmekle iktifa ederse, yalın ayak gezerse, seccadeyi kaldırıp toprak üzerinde namaz kılarsa veya seccade yerine mescidin hasırları üzerinde namazlarını eda ederse veya ayağına deriden yapılmış terlik giymeksizin halılar üzerinde gezerse veya ihtiyar bir kadının testisinden veya mütedeyyin (dindar) olmayan bir kişinin tasarrufunda bulunan bir sudan abdest alırsa, böyle bir kimsenin başına kıyamet kopar ve yaptıklarını şiddetle itham ederek kendisini pis insan olarak kabul ederler. Cemaatlerinden uzaklaştırır, onunla arkadaşlıkyapmayı, hele onunla yemek yemeyi çok kötü birşey kabul ederler.

Bu bakımdan zamanımızdaki cahiller, imandan olan yamalı ve perişan görünüşü pislik ve ahmaklık; sözde temizliği ise nezafet kabul ederler. Bu bakımdan mârufun münker (yani iyinin kötü) ve münkerin de mâruf sayıldığını, dinin hakikatinin silinip, şekilciliğin dinî hakikatin ve dinî ilimlerin yerini aldığını, şu zamanımızda, kolayca müşahede edebiliriz.

'Sen sûfîlerin sonradan ihdas ettikleri şeklî ve zahirî temizliklerini de mi haram ve münkerâttan sayıyorsun?' diye soracak olursan, iyi bil ki tafsilât vermeksizin mutlak bir şekilde sûfîlerin yaptıklarına 'haram' ve 'münker' demekten Allah'a sığınırım.
Ancak diyebilirim ki; tasavvuf ehlinin hallerinde görünen nezâfet ve bu nezâfet için çekilen zorluklar ve hazırlanan kap ve âletler, kullanılan terlikler ve yüzü toz ve pisliklerden korumak için başa geçirilen peçeler ve diğer sebepler, mücerret bir şekilde zatlarına bakılırsa, mubahtırlar. Bazen onları iyiliklerden saydıracak niyet ve durumlarla bir arada bulunduğu gibi, bazen de haram ve münkerâta sürükleyecek niyetlerle beraber bulunurlar.

Haddi zâtında mübâh olmalarına gelince, bu gizli olmayan bir hakikattir. Çünkü malın sahibi bu şeyleri yapmak suretiyle malında, beden ve elbisesinde tasarruf etmektedir. Zayi edip, israfa kaçmadıkça bunlarda tasarruf yapabilir.

Haram ve mahzurlu olmalarına gelince, onları dinin esası olarak kabul ve Hz. Peygamber 'Din, nezafet temeli üzerine binâ edilmiştir' hadîs-i şerifini onlarla tefsir etmesi sebebiyle olur ki, şekilciliği dinin esası ve bu hadîs-i şerifin tefsiri olarak telakki eden kimseler, selef-i sâlihînin gidişatını takip edip şekilciliğe dalmayanları günahkâr ve âsî kabul ederler. Böyle bir telâkki ise, felâketin katmerlisidir.
Bu yaptıklarıyla zahirlerini halka süslü göstermek ve halkın dikkatini çekmeyi kastediyorlar. İşte böyle bir davranış şeriatın çirkin gördüğü riyakârlığın tâ kendisidir.

Bu bakımdan sûfîlerin giyiniş ve kuşanışları bu iki sebebe dayanırsa mahzurlu ve haramdır. Eğer bu giyim ve kuşamdan gaye zahirî süs değil de ancak iyi bir niyetse, o takdirde bu giyiniş ve kuşanış münker değildir. Fakat bununla beraber, bu şekilde giyinmeyen ve kuşanmayanlara da hücum etmemek gerekir. Böyle giyim ve kuşamla meşgul ol-mak suretiyle namazı, vaktinin evvelinden tehir etmemek ve daha efdal olan bir ameli onun için bırakmamak, ilim ve benzeri iyi amellerin gecikmesine sebep olmamak şartıyle mübâh ve helâl olabilir.

Eğer menfî bir tesir yapmayıp iyi bir niyetle yapılırsa Allah'a yaklaştırıcı bir amel olarak kabul edilmesi de mümkündür. Fakat böyle bir giyim ve kuşam, ciddiyetle çalışanlara kolay kolay müyesser olamaz. Ancak tembellere nasib olur ki o tembeller de eğer vakitlerini bu zahirî süslere sarfetmeseler, mutlaka ya uyku ile veya boş konuşmalar ve dedikodu yapmak suretiyle geçireceklerdir.

Bu bakımdan tembellerin zahiri giyiniş ve kuşanışla ilgilenmeleri daha evlâdır. Çünkü zahiri taharet ve temizliklerle meşgul olmak hiç olmazsa, zaman zaman Allah'ın zikrini gerektirir ve ibâdetleri hatırlatır.

Bu bakımdan böyle bir gidişat şeriatça münker olmayan veya israf sayılmayan bir duruma insanı sevketmedikçe zararsız bir hareket olarak kabul edilebilir.
İlim ve amel ehline gelince, onların, ancak zarurî ihtiyaç miktarı vakitlerini, zahirî taharet ve temizliklere sarfetmeleri câiz olabilir. Zarurî ihtiyaçtan fazla böyle şeylere vakit sarfetmek ilim ve amel ehline uygun bir davranış değildir ve mücevheratın en kıymetlisi olan ömrü fuzulî yere sarfedip, eldeki fırsatı değerlendirmemek gibi bir felâkettir.

'Nasıl olur da, ilim ve amel ehlini istisna ederek, diğer kimselere ruhsatlı olan birşeyi onlar için ruhsatlı sayamazsın' denilemez ve bu ayırıma şaşmak da gerekmez.Çünkü Ebrâr'ın iyilikleri Ebrar'dan daha üstün olan Mukarribler için kötülük sayılmaktadır. Yani avam için ruhsatlı olan; işlenmesinde hiçbir mahzur bulunmayan hareketler havâss için mahzurludur.Tembeller nezafeti terkedip ve nezafete ihtimam veren ehl-i tasavvufa hücum etmemeli ve 'Ben zahirî nezafeti terketmek suretiyle kendimi sahâbe-i kirama benzetiyorum' iddiasında da bulunmamalıdır.

Çünkü ashaba, zahirî temizliğe pek önem vermemek suretiyle benzemeye çalışmak, ancak zahirî temizlikten daha önemli olan iç temizliğiyle meşgul olunduğu takdirde mümkün olabilir. Nitekim Dâvud-i Tâî'ye 'Neden sakalını taramıyorsun?' denildiği zaman şu cevabı vermiştir: 'Eğer sakalımı taramaya vakit bulursam, o zaman iç temizlikten kurtulmuşum demektir'.

İşte bu sır ve hikmete binaen öğreten âlim, öğrenmek isteyen talebe ve ilmiyle amel etmek isteyen âlimin elbiselerini kendi eliyle yıkamak suretiyle vaktini harcamasını uygun bulmuyorum.

'Yıkayıcılar, belki yıkadıkları şeylerde kusur eder, temiz sularla yıkamıyorlar da ondan dolayı ben, bizzat kalbim mutmain olsun diye bu vazifeyi görüyorum' demek suretiyle kendisini mâzûr göstermek de doğru birşey değildir.Çünkü selef, tabaklanmış derileri giyerek namazlarını kılar, debbağm kimliğini ve tabaklanmış elbisenin temiz veya necis birşeyle mi bu hale getirildiğini sormazlardı. Ancak necaseti gözleriyle gördükleri zaman sakırıırlardı.

İnce ihtimallari kaale alıp detaylara inmezlerdi. Onlar sadece riyanın ve zulmün inceliklerine dalıp, derin derin düşünmeyi iş edinirlerdi.Bir ara Süfyan es-Sevrî (r.a), beraberinde yürüyen ve o esnada başını kaldırıp ma'mur ve yüksek bir kapıya bakan arkadaşına 'Sakın ona ve onun gibi kapılara bakma. Çünkü senin gibiler o kapılara bakmamış olsaydı, onların sahipleri de bu israfa girmezlerdi' buyurmuştur.

Bu bakımdan şatafatlı bir kapıya bakan bir kimse, kapıyı o şekilde yapıp israfa girenin yardımcısı olur. İşte selef-i Sâlihîn, zihinlerini bu incelikleri elde etmek için kullanırlardı. Zahiri necasetin ihtimallerinde zihin yormazlardı...

Âlimin, elbisesini ona yıkatması ve kendisinin de ilimle meşgul olması kendisi için daha efdaldir. Çünkü alim, elbisesini yıkayıcıya yıkatmak suretiyle ona ücret verip kolaylık gösterdiği için iyilik yapmıştır. Yıkayıcı ise, nefsi emmâresini, helâl bir amelle meşgul etmekle susturmuş ve meşguliyeti müddetince günahlardan kurtulmak suretiyle iyilik yapmış olur.

Çünkü nefis birşeyle iştigal etmediği takdirde sahibini meşgul eder. Eğer yıkayıcı, âlimin elbisesini yıkamakla bir âlime iyilik yapmak niyetini taşıyorsa, bu niyetiyle bu hareket, onun için en faziletli hareketlerden birisi olur. Bu bakımdan âlimin, vaktini, elbise yıkamak gibi basit şeylere sarfetmesi uygun bir hareket olmadığı için elbisesini yıkayan birisinin bulunması ve o sayede vaktini ilim tahsiliyle değerlendirmesi, âlim için en iyi harekettir. Yıkayıcı da böyle bir hareketle meşgul olup nefs-i emmârenin desiselerinden kurtulursa, kendisi için hayırlı olur. O halde her iki taraftan, yani âlimin tarafından da, yıkayıcının tarafından da hayırlar oluk şeklinde akar.

Bu misâl ile buna benzer çalışmaların neticeleri düşünülüp idrâk edilebilir. Çalışmaların faziletleri ve bir kısmının diğerinden önce gelmesinin gerekliliği de böylece anlaşılabilir. Bu bakımdan ömrün sayılı dakikalarını en önemli işlere sarfetmek, bütün dünya işlerini incelemek ve saymaktan daha önemlidir.
Bu mukaddimeyi hakkıyla idrâk ettiğin zaman, taharetin dört mertebeli oluşu sana güneşten daha bâriz bir şekilde görünür. Bundan sonra bilmen gerekiyor ki, biz bu bölümde taharetin dördüncü mertebesi olan zahirî nezafetten başka birşeyden bahsetmeyeceğiz. Çünkü bu bölümün birinci şıkkında sadece zahirî ve bedenî taharetten bahsedilir.

Bu hakikatlerden sonra deriz ki; zahirin temizlenmesi üç kısma ayrılır:

A)Pisliklerden
B)Hadesten
C)Bedenin ifrazatlarından
Bedenin ifrazatlarından temizlenmek, ancak tırnakların kesilmesi, kasıkların kazınması veya ilaçla kıllarının giderilmesi, sünnet ameliyesi ve benzerleriyledir.
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

TEMİZLİK
Pisliklerin Temizlenmesi

Bu kısmın incelenmesi ve tedkiki,üç şeye dayanır:

1.Temizlenen
2.Temizleyen
3.Temizlik

1.Temizlenen

Temizlenen şey pisliktir. Gözle görülen şeyler üç kısma ayrılır:
A)Cansızlar
B)Canlılar
C)Canlıların parçaları

Camidler(Cansızlar)

Şarap ve bütün sekir verici maddeler hariç, diğer cansızlar temizdir.

Canlılar

Köpek, domuz, ikisinin birleşmesinden doğan melez yavru veya biriyle başka bir hayvanın birleşmesinden doğan yavrular hariç, bütün canlılar temizdir. Fakat hayvanlar kesilmeden ölürlerse, beş sınıf hariç, hepsi necis olur:

1)İnsan
2)Balık
3)Çekirge
4)Elmanın içindeki kurt; (yiyeceklerin içindeki kurtların
hükmü de bu şekildedir.)
5) Akıcı kana sahip olmayan karasinek, pislik böceği ve benzeri

hayvanlar

Bu bakımdan (Şafiî mezhebine göre) bu beş canlının herhangi birisinin ölüsü suya düşerse suyu necis etmez.
Canlıların parçaları

Bunlar iki kısma ayrılır:

a)Canlıdan koparılan parçalar. Bunların hükmü; o canlının
ölüsünün hükmü gibidir.Canlıların tüyleri ise,ne zaman
kırpılırsa kırpılsın necis olmaz. Kemikler, (Hanefî mezhebi hariç)ölmesiyle necis olur.

b)Canlıların içinden çıkan sıvı ifrazatlar. Canlılardan bozul
madan çıkan ve hiçbir merkezi bulunmayan gözyaşları, ter, tükü
rük ve sümük gibi ifrazat temizdir. Kan, sidik ve ters gibi canlının bedeninde merkezi bulunan ve bozulduktan sonra çıkan ifrazatlar
ise necistir. Hayvanın bir maddesi olan meni ve yumurta necis
değildir. İrin, kan, ter ve sidik ise, hangi hayvanın olursa olsun(Şafiî mezhebinde) necistir.

Bu necasetlerden azı da, çoğu da bedene veya elbiseye veya seccadeye bulaşırsa necis eder ve affolunmaz. Ancak affolunan beş kısım, bu hükmün dışındadır:

1.Çıkış noktasını geçmemek suretiyle taşlarla temizlenen in
san pisliğinin eseri ve kalıntıları affolunur.

2.Çarşı ve sokakların çamuru ve yoldaki kurumuş terslerin
tozu. Bu çamur ve toz, kesinlikle necis olduğu bilindiği halde
sakınılması mümkün olmayan miktarının bulaşması affolunur.
Elbisesine bu pisliklerden bulaşan adam ifrat veya tefrite kaç
madıkça bulaşan çamur ve tozun, sakınılması mümkün olmayan
miktarı af olunur.

3.Çoğu zaman yollar necasetten hâli olmadığı için, mestlerin
altına bulaşan necaset de ovulmak suretiyle temizlendikten sonra affolunur.

4.İster az, ister çok olsun, pirelerin pislikleri affolunmuştur.
Ancak normalden fazla olursa o zaman necistir. Normalden fazla
olan pire necaseti ister senin, isterse emanet olarak başkasındanalıp giydiğin elbisede olsun, necistir.

5.Sivilcelerin kanı ve onlardan akan sarı su ve irin affolunur.
Çünkü Abdullah b. Ömer (r.a), yüzündeki bir sivilceyi sıkıp çıkan kanı yıkamadan kalkıp namazını edâ etmiştir. (Bu hüküm Şâfiî mezhebine göredir.
Hanefîlere göre ise, kan çıkıp akmak suretiyle abdest bozulur. Yeniden abdest almak lâzımdır.)

Çok zaman devam eden ve müzminleşmiş yaralardan çıkan irinler de sivilceden çıkan kan gibidir; yani o da affolunur. Kan aldırma eseri de böyledir.
Ancak pek az bedende çıkan çıban ve benzerlerinin kanı bu hükmün dışındadır ve istihaze kanı gibi necistir. Pek az görünen bu kan, yüzde altmış oranında insanda görülen sivilce kanının mânâ ve hükmünde olamaz.
Şeriatın bu beş necaset hakkında göstermiş olduğu müsamaha, muhakkak taharet emrinin musâhale ve kolaylık üzerine bina edildiğini ifade eder.
Bu bakımdan taharette haddi aşan bid'at ve aşırı incelikler asılsız vesveseden başka birşey değildir.

2.Temizleyen

Temizleyen, ya cansız veya sıvı bir maddedir. Cansız olan, istincâ taşıdır. Bu madde, hafif bir temizlik âletidir.

Fakat cansız maddenin temizlik âleti olması için yumuşak olmaması, temiz olması, yaş ve hürmete lâyık bir madde de olmaması şarttır.
Sıvı temizleyicilere gelince; (Şâfiî mezhebine göre) sıvılardan ancak su ile necaset izale edilip giderilebilir. Suyun her nevî ile de bu vazife yapılamaz. Ancak haddi zâtında temiz olup herhangi bir karışımla fâhiş bir şekilde bozulmaması ve su denebilecek vasıftan çıkmaması şartıyle temizleyici olabilir.

Eğer tadını, renk veya kokusunu bozacak bir necasetle karışırsa, temizlik vasfını kaybettiği için temizleyici olmaktan çıkar. Eğer suyun tadı, rengi veya kokusu bozulmamış ve aynı zamanda su 250 men (ki Bağdat batmanıyla beşyüz batman eder) civarında bulunursa, o zaman necis olmaz.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Su, ila kulleye eriştiği zaman (rengi, tadı ve kokusu bozulmadıkça) necis olmaz.(Sünen-i Sitte, İbn Hibbaıı ve Hâkim, (İbn Ömer'den)


Eğer iki kulleden az ise, Şafiî'ye (Hanefilere ve İmam Ahmed'in bir görüşüne) göre necis olur. (Fakat îmanı Ahmed'in diğer görüşüne ve İmam Mâlik'e göre bozulmadıkça necis olmaz, ne kadar az olursa olsun), Bu hüküm akmayan ve durgun sular hakkındadır.Akan suya gelince, necasetle bozulduğu zaman, ancak pislikle bozulan kıvrımı necis, onun üstü ve altı ise temizdir.Çünkü suyun kıvrımları suya bitişik değil, ayrı ayrıdır.Akan necaset, su yolundan geçtiği zaman, karıştığı kıvrım, onun sağında ve solundaki su, eğer iki kulleden azsa, necis olur.Eğer suyun akımı necasetin akımından daha kuvvetliyse necasetin üstündeki su tâhir, altındaki su, ne kadar uzak ve bol olursa olsun necistir. Ancak bu su kulleteyn (iki külle) kadar bir havuzda toplanırsa o zaman temiz olur.
Yani necis sudan bir kulleteyn meydana gelirse o su temizlenir. Ancak kulleteyrıden alındığı zaman necaset hükmü geri gelmez.İşte İmam Şafiî'nin mezhebi budur. Fakat İmam Şafiî'nin sular hususundaki mezhebinin, hocası İmam Mâlik'in mezhebi gibi olmasını isterdim.İmam Mâlik'e göre su, ne kadar az olursa olsun, necasetin içine düşmesiyle rengi, tadı ve kokusundan birisi bozulmadıkça necis olmaz.

Çünkü insanların suya ihtiyaçları çok fazladır.Vesvesenin doğuş noktası da suyun iki külle olmasının şart koşulmasıdır.Bunun içindir ki, insanlara bu tesbiti yapmak çok zor gelmektedir. Hayatımla yemin ederim, tecrübesini yapan bir kimse zorluğun bu noktadan geldiğini müşahede edebilir. Bu noktanın tesbiti zorlamaya vesile olmaktadır.

Şüphe etmediğim hakikatlerden birisi de şudur ki eğer iki külle olması, necasetle karışık su için şart koşulsaydı taharet yönünden en zahmetli memleket Mekke ve Medine olacaktı.Çünkü bu iki beldede akarsu çokça olmadığı gibi, akmayan ve durgun sular da azdır.

Rasûlullah'ın asr-ı saadetinin başlangıcından sahâbe-i kiramın devr-i saadetlerinin sonuna kadar taharet hakkında vâki olan belli başlı bir mesele bu iki beldede görülmemiştir'Su nasıl necasetlerden korunur' şeklinde herhangi bir sual sorulmanı ıştır. Bu devrin su kapları çocukların ve necasetten korunması mümkün olmayancariye ve kölelerin su alabileceği bir vaziyette bırakılmaktaydı.

Hz. Ömer (r.a), hristiyan bir kadının testisindeki sudan abdest alıyordu. «Hz. Ömer'in bu hareketi açıkça gösteriyor ki, ancak suyun vasıflarından birisi necasetle bozulursa temizlikte kullanılmaya elverişli olmaz, aksi takdirde temizlikte kullanılabilir.

Hz Ömer'in hareketinden bu hüküm kastolunmasaydı, çok yakın bir zan ile hristiyan kadının kap ve kaçağının necis olduğu bilinmektedir. Mâdem ki durum budur, Şafiî mezhebine göre hareket etmek zorlaşır ve asr-ı saadette böyle bir sualin vâki olmaması da Şafiî mezhebinin zorluğuna ve Mâlikî mezhebinin daha uygun olmasına birinci delili teşkil eder.

Hz. Ömer'in hristiyan kadının testisinden abdest alma hâdisesi de ikinci delili teşkil etmektedir.

Üçüncü delil ise, Rasûlullah'ın su kabını susamış kediye uzatıp su içmesine imkan vermesi ve kedilerin fare yediklerini gördüğü halde su kaplarını onlardan korumamasıdır.Halbuki sahâbe-i kiramın memleketlerinde kedilerin su içebileceği havuzlar olmadığı gibi, onlar kuyulara inip su da içemezlerdi ki bu içişle ağızları temizlenmiş olsun.Dördüncü delil de, İmam Şafiî'nin ilk fetvası ki kavl-i kadîm diye anılır ile 'Necasetin yıkanmasında kullanılan suyun rengi, tadı ve kokusu bozulmaksızın elbiseden ayrılırsa temizdir, fakat vasıflarından biri bozulduğu takdirde necistir' şeklinde verilir.

O halde suyu necasetin üzerine dökmekle necasetin suya düşmesi arasında ne fark vardır?

Suyun necaset üzerine dökülmesiyle madem ki karışmaları muhakkaktır, o halde 'Suyun necaset üzerine dökülmesindeki kuvvet necaseti yok eder' şeklindeki tefsire ne mânâ verelim?

Eğer 'Suyun necaset üzerine dökülmesi bir ihtiyaçtır, onun için bozulmadan ayrılırsa temiz kalır' şeklinde bir hile-i şer'î ileri sürülürse, içine necaset düşen suya da ihtiyaç var demektir.Bu bakımdan içinde pis bir elbise bulunan bir teste dökülen su ile aynı teknede bulunan suyun içine pis bir elbiseyi sokmak arasında ne fark olabilir?

Bütün bu hareketler elbiselerin ve kapkacağın yıkanmasında mûtad olan hareketlerdir. Yani bazen, necis elbisenin üzerine su dökülür, bazen de suyun içerisine necis elbise atılır. Neden necis elbise suya atıldığında su necis olur da, su, necis elbisenin üzerine döküldüğü takdirde vasıflarından birisi bozulmadıkça necis, olmaz?

Beşinci delil, selef-i sâlihin az ve akıcı suların kenarında istincâ ederlerdi. Şafiî mezhebinde sidik, akıcı bir suya karışırsa ve suyun üç vasfından birisini bozmazsa, o su ne kadar az olursa olsun, onunla abdest almak, ihtilafsız caizdir.

Acaba akıcı su ile durgun su arasında ne fark vardır?
Keşke hileydim; suyun necis olmamasını, üç vasfından birisinin bozulmamasma havale etmek mi veya suyun akması sebebiyle kuvvetli olduğuna havale etmek mi daha evlâdır?

O kurnalardan akan su ile ibrikten ve diğer kaplardan beden üzerine dökülen su arasında ne fark vardır? İkincisi de birincisi gibi akıcıdır.
Bütün bunlardan sonra şunu da bilmeliyiz ki sidik, akıcı suya, katı ve sabit necasetten daha fazla karışır. Halbuki sabit ve katı necasetin üzerinden akan su, üç vasfından birisi bozulmasa bile necis olur. 'Ancak ileride iki külle kadar bir havuzda toplanırsa tekrar temiz olur' hükmü verilirse ki o hüküm de verilmiştir katı necaset ile sıvı necasetin karıştıkları su bir olduğu ve buradaki komşuluk nisbeti daha yaklaştırıcı olduğu halde aralarındaki fark nedir?

Altıncı delil, kulleteyııe (iki külle suya) bir batman sidik düşerse, sonra o iki külle su iki parçaya ayrılırsa, o parçaların hangisinden doldurulan testideki su temizdir? Halbuki herkesin malûmudur ki, sidik suda dağılmıştır! Su ise bu durumda iki kulleden azdır. (İçinde az da olsa sidik bulunan su, testi ile iki külle sudan alındığı takdirde necis değildir. Fakat bir testinin içinde bir damla dahi sidik bulunursa, onun üzerine su dolduruldu mu necis olur.;

Keşke bileydim, bu testi meselesinde suyun temizlenme işini, vasıflarından birisinin bozulmamasma bağlamak mı daha iyidir, yoksa suyun çokluğundan gelen kuvvete bağlamak mı? Halbuki suyun çokluğu ortadan kalktığı halde, suya karışan necasetin parçaları hâlâ mevcuttur.

Yedinci delile gelince, hamamların eskiden beri kirli insanların abdest aldığı ve yıkandığı yerler olduğu, kirli ellerini ve kaplarını suyu az ve küçücük havuzlarına sokmakta oldukları inkâr edilmez bir şeydir. Bununla beraber selef bilirlerdi ki, bu havuzcuklara temiz eller gibi birçok pis eller de sokulmaktadır.

Bütün bu vak'alar, insanoğlunun suya karşı olan şiddetli ihtiyacına eklenirse, nefiste, selefin ancak su vasıflarından birisinin bozulmasını suyun necis olmasında nazarı itibara aldıkları kanaati kuvvetlenmektedir.
Selef, bu yaptıklarını Hz. Peygamberin 'Su temiz olarak yaratılmıştır. Onu hiçbirşey pisletemez. Ancak tadını, (rengini) veya kokusunu bozan birşey onu pisletebilir' hadîsine dayandırmış ve bunu delil ittihaz etmişlerdir.

Hz. Peygamberin bu hadîsini zikrettikten sonra sıvılar hususunda yapılan bir tedkiki zikredelim.
Her sıvının tabiatı ve yaradılışı kendisine karışan herşeyi sıfatıyla sıfatlandırmak ve mağlup etmektir. Meselâ, tuzlaya düşen bir köpeğin, tuz kesildiğinden ötürü temiz olduğuna hükmedilir. Onun tuzlaşmış iskeleti tuz olarak kullanılabilir. Ondan köpeklik sıfatı kaybolduğu gibi suyun içine düşen sirke veya süt de böyledir.

Eğer suya katışan bu maddeler azsa, onların sıfatları iptal olur, temizlenme suyun vasfını alır ve suyun tabiatına dönüşür. Ancak çok olup suya galebe çalarsa, o zaman su onların tabiatına dönüşür.

Bu maddelerin suya galebe çalmaları tat, renk veya kokularının galebe çalmasıyla olur ve bilinir. Şeriat, necaseti gidermek için dökülen kuvvetli su hususunda bu ölçüye işaret etmiştir ve bu ölçüye güvenmek en uygun bir harekettir.Bu bakımdan bu ölçüye güvenmekle bütün zorluklar ortadan kalkmaktadır. Bu ölçü ile suyun temiz olarak yaratılmış olmasının hakikati meydana çıkar. Zira su, rengini, tadını veya kokusunu bozmayan birşeye galip gelir, onu temizler. Nitekim iki kulleyi geçen su da böyledir. Necasetin giderilmesinde kullanılan sularla akarsular ve kedinin içmesini kolaylaştırmak için ağzına uzatılan suların hükmü de böyledir; (tadı rengi ve kokusundan birisi bozulmadıkça necis olmaz.)

Sakın iki kulleden fazla olan, necasetin temizlenmesinde kullanılıp vasıflarından hiçbirini kaybetmeyen, akarsu veya kedinin artığı olan suların esasında necis olduğunu, fakat ümmete zorluk olmasın diye affedildiklerini zannetme! Çünkü eğer bunlar haddi zâtında temiz değil de ancak zorluktan ötürü affolunmuş kısım olsaydı, o zaman istincâ taşlarından sonra kalan necaset eseri ve pirelerin kanı gibi olurdu ve kendileriyle başka bir su birleştiği andan itibaren derhal necis olması icab ederdi. Halbuki gerek necasetin izalesinde kullanılan ve gerekse kedinin artığı bulunan su olsun, bunlardan her hangi birisi kendisinden az olan suya katılırsa onu necis edemezler.

Hz. Peygamber'in (s.a) 'Kulleteyn habaseti yüklenmez' (necasetin düşmesiyle pislenmez) hadîs-i şerifine gelince, bu hadîs esasında anlaşılması güç olan bir hadîstir; zira iki külle su, necasetin düşüşü ile üç vasfından birisini kaybederse necaseti kabul edip, necis olur.

"Hz. Peygamber bu hadîs-i şerîfîyle İki külle su, üç sıfatından birisi bozulmadıkça necaseti yüklenemez' mânâsını irade etmiştir" denildiği takdirde, "Hz. Peygamber (s.a) İki külle su, çok zaman mûtad necasetlerin düşüşü ile bozulmaz ve necis olmaz' mânâsını irade etmiştir" demek de mümkün olur.

Bu te'villerden sonra (deriz ki); 'İki külle olmayan sular hakkındaki böyle bir t'evil, mefhuma yapışmaktır. Halbuki mefhumu, zikrettiğimiz yedi delilden daha az delille terketmek de mümkündür. Hz. Peygamberin İki külle su necaseti yüklenemez' sözünün zahirî mânâsı; 'yüklenmeyi' nefyetmek ve kaldırmaktır. Yani iki külle su necasetleri özel sıfatına çevirir ve temizler.

Tuzla, içine düşen köpeği ve başka necaseti yüklenmez, yani onları sıfatına çevirir' denildiği gibi...
İki külle suyun, içine düşen necasetleri sıfatına çevirip, temiz yapması şu hikmetten ileri gelmektedir: İnsanlar bazen az su ve küçük gölcüklerle de istincâ ederler, o sulara necis kapları sokarlar.

Böyle olunca bu hareketlerin taharet ve temizliğine tesir edecek bir şekilde suyu bozup bozmadığı hususunda tereddüd ederler, Bu bakımdan hadîs-i şerîften anlaşıldı ki su, iki külle olursa bu gibi mûtad necasetlerin düşüşüyle hemen bozulup necis olmaz.
Şayet "Hz. Peygamberin (s.a) İki külle su necaseti yüklenemez' buyurduğunu kaydediyorsunuz, halbuki iki külle su, düşen necaset fazla olursa onu yüklenmiş demektir; (yani necis olur)" diye itiraz edecek olursan, bu itiraz senin aleyhinedir. Çünkü necasetler ne kadar çok olursa olsun iki külle su onları zahirde yüklendiği gibi, hükmen de yüklenir. Bu bakımdan hem Mâlik, hem de Şâfiî mezhebine göre (hadîs-i şerifteki) necasetleri mûtad necasetlerle tahsis ve tefsir etmek gereklidir.

Kısaca benim kalbimin meylettiği görüş şudur ki; mûtad necasetler hakkında daima kolay tarafını tercih etmek ve selefi şâlihî-nin sîretinden anladığıma göre kolay olana gitmek icabeder ki vesvese sebepleri ortadan kalkmış olsun.

İşte imamlar arasında medar-ı ihtilâf olan bu meselelerde ileri sürdüğüm bu illetten ötürü daima temizdir diye fetva verdim. (İmam Gazâlî'nin Mezhebdc Müctehid vasfı bütün Şâfiî ulemasınca teslim edilmiş bir hakikattir. Bu fikrinden ilham alarak Şafiî mezhebinden, Mâlikî mezhebine döndüğünü zannedenler yanılmaktadırlar. (Bkz. İthaf us-Saade)


3.temizlik

Eğer necaset 'hükmî' ise; yani gözle görülen, elle tutulan bir madde değilse, o zaman necasetin bulaştığı her yerin üzerine su dökmek suretiyle yıkamak kâfi gelir. Eğer necaset aynî ise o zaman onun giderilmesi gerekir.
Tadının mevcudiyeti necasetin kalmasına delâlet ettiği gibi, renkte de böyledir.
Ancak yapışkanlarda (hayız kanı gibi) oğduktan sonra geri kalan renk affolunmuştur.
Koku kalmışsa, necasetin mevcudiyetine ve giderilmemiş olmasına delalet eder.
Giderilmesi çok müşkil olan fazla kokulu olanları hariç, diğer necasetlerin kokusu kaldıkça affolunamaz. Bu bakımdan kokunun giderilmesi için arka arkaya birkaç defa ovmak ve sıkmak, rengin giderilmesi için yapılan ise ovmak ve kazımak yerine geçmektedir.

Vesveseyi kaldırmak için, eşyanın temiz olarak yaratılmış olduğunu yakinen bilmek gerekir. Bu bakımdan o eşya ki, üzerinde necaset görmüyor ve onun necis olduğunu da yakînen bilmiyorsan, onunla namaz kılabilirsin.

Necasetlerin takdirinde içtihada başvurmak uygun bir hareket değildir. (Sadece şeriat sahibinin haber verdikleriyle iktifa edip onun dışında kalanları araştırmaya çalışmamak gerektir.)
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN'den, İNCİ Taneleri

Mesaj gönderen tahaakb »

TEMİZLİK
Hadesten (Hükmî Necasetlerden) Temizlik

Hadesten temizlik abdest, gusül, ve teyemmüm etmek demektir. Bunların evvelinde istincâ gelir. Biz tertip üzere, bunların keyfiyetlerinden, âdâb ve sünnetleriyle beraber abdestin sebeplerinden ve def-i hacetin âdabından başlayacağız.

Def-i Hacetin Adabı

1.Sahrada def-i hâcet etmek isteyen bir kimsenin insanların
gözünden uzaklaşması,
2.Eğer varsa bir siperin arkasına gizlenmesi,
3.Oturacak yere varmadan evvel avret mahallini açmaması,
4.Güneşe, Ay'a ve
5.Kıbleye yüzünü ve arkasını çevirmemesi en uygun harekettir.
Ancak evlerin içindeki tuvaletlerde bu şartlar gerekli
değildir.
Bununla beraber ev içindeki tuvaletlerde de kıbleden, güneş ve aydan önünü ve arkasını çevirmek daha iyidir.Eğer sahrada,bineğini kendisine siper yaparak taharete durursa caizdir. Hattauzun etekle de siper yapılabilir.
6.İnsanların toplanıp konuştukları belirli yerlerde küçük ve
büyük taharetlerini yapmamak gerekir.
7.Durgun suya,
8.Meyveli ağacın altına,
9.Haşerelerin yuvalarına küçük su dökülmemesi daha uygundur.
10.Sert bir yere,
11.Rüzgârın estiği tarafa üzerine sıçramaması için küçük
abdest yapılmamalıdır.
12.Otururken sol tarafa meyletmeli,
13.Tuvalete giriliyorsa evvela sol ayağını, çıkarken de sağ
ayağını atmalıdır.
14.Ayakta küçük su dökülmemelidir.

Âişe validemiz 'Size Rasûlullah'ın ayakta küçük su döktüğünü söyleyen kimselere inanmayınız buyurmaktadır.

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır: "Rasûlullah (s.a) beni ayakta su dökerken gördüğünde 'Ey Ömer! Sakın ayakta su dökme" buyurdu".
Hz. Ömer 'Bu tavsiyeden sonra ayakta su dökmedim' diyor.

Fakat ayakta su dökmek hususunda ruhsat vardır. Çünkü Hz. Huzeyfe b. Yemân (r.a) Hz. Peygamber (s.a) ayakta su döktü. Ben de ona temiz su getirdim, abdestini aldı ve mestlerinin üzerine meshetti'(Buhârî ve Müslim) buyurmaktadır.

15.Banyoda yıkanırken küçük su dökmemek gerekir.Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Vesveselerin çoğu, banyoda yapılan bevlden ileri gelmektedir İbn Mübârek 'Eğer üzerinden su akıyorsa banyoda bevl yapmakta beis yoktur' demiştir.

İbn Mübârek'ten bu hükmü İmam Tirmizî rivayet etmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:Sakın hiçbiriniz yıkandığı yerde bevledip, sonra aynı yerde abdest almasın. Çünkü vesveselerin çoğu boyle bir hareketten neş'et eder.
İbn Mübârek de 'Eğer yapılan bevlin üzerinden su akarsa beis yoktur' demektedir.
16.Helaya giden, üzerinde Allah'ın ve Rasûlullah'ın ismi
yazılı birşeyi taşımamalıdır.
17.Helaya başı açık girmemek lâzımdır.
18.Helaya girerken şu duayı okumalıdır:
Pis, necis, habis, habislenen ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım!
19.Heladan çıkarken de şu duayı okumalıdır:
Bana eziyet veren kısmı benden çıkaran ve bana faydalı olanı bedenimde bırakan Allah'a hamdolsun!
Bu duayı okurken helanın dışında bulunmalıdır. Yani dışarı çıkmak üzereyken duayı okumaya başlamalıdır.
20.Taharete oturmazdan evvel istincâ âletini hazırlamalıdır.
21.Tahâret edilen yerde su ile yıkanmamalı, belki pisliğin bu
lunduğu yerden uzaklaştıktan sonra yıkanmalıdır.
22.Tenasül âletini üç defa oğalamak, öksürmek ve gezmek su
retiyle istibrâ etmelidir. Sol elini âletinin alt kısmına dolaştırarak son damlanın akmasını temin etmelidir.

İstibrâ hakkında vesveseye düşecek şekilde düşünmemelidir. Çünkü istibrâ düşüncesinden dolayı vesveseye kapılan bir kişiye istibrâ etmek ve abdest almak çok güçleşir.Donda görülen ıslaklığa gelince, onun, temizlik suyunun eseri olduğunu kabul etmelidir. Eğer ıslaklığın görülmesi kendisine eziyet veriyorsa nefsinde 'görülen ıslaklık yıkanmakta kullanılan suyun eseridir' kanâati yerleşsin diye donuna ve ön kısmına eliyle su serpmek suretiyle vesveseden kurtulmalıdır. Hadîslerde Hz. Peygamber'in istincadan sonra donuna su serptiği vârid olmuştur.(Ebû Dâvûd ve Nesâî, (Süfyan b. Hakem'den)
Ashâb-ı kiramdan istibrâ hususunda en rahat davrananları en fazla fıkıh bilenleri idi. Bu bakımdan istibrâ hususunda vesvese, kişinin az fıkıh bildiğine delâlet etmektedir.

Hz. Selman şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a) bizlere herşeyi öğretti. Hatta nasıl abdest bozacağımızı bile...Bize kemikle, hayvan tersiyle istincâ etmemizi emretti. Büyük ve küçük taharetleri yaparken kıbleye doğru durmaktan bizi nehyetti.(Müslim)

Bir adam, bedevî arkadaşlarından (bu kısım Zebidî'nin tashihine göre tercüme edilmiştir. Çev.) biriyle arasında ağız kavgası olduğundan dolayı 'Senin güzel taharet edeceğini dahi sanmıyorum/ der.Bedevî 'Babanın hayatıyla yemin ederim ki ben taharet almayı iyi bilirim ve bu hususta çok mâhirimdir' diye karşılık verince, adam 'O halde bize nasıl taharet edileceğini izah et' der.

Bedevî şöyle izah eder: 'Halktan uzaklaşırım. Taharete oturmazdan evvel istincâ etmek için taşları hazırlarım. Bir tümseğin arkasına sığınırım. Arkamı esen rüzgâra veririm. Geyiğin oturuşu gibi oturur, Nea'me denilen hayvanın kuyruğu gibi mak'adımı kaldırıp öylece ihtiyacımı görürüm'.
İnsanoğlunun, perde arkasında, arkadaşına yakın bir yerde bevletmesi dinen caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, en fazla hayaya sahip olduğu halde insanlara bu gibi bir hareketin caiz olduğunu bildirmek için böyle yapmıştır.(Buhârî ve Müslim, (Huzeyfe'den)


İstincâ Nasıl Yapılır?

Def-i hacetten sonra önünden başlayarak mak'adını üç taş ile temizler. Eğer üç taş ile temizlenirse onunla yetinebilir. Eğer üç taş kâfi gelmezse dördüncü taşı kullanır. Bununla temizlendiği takdirde taşları tekleştirmek için beşinci taşı da kullanmalıdır.

Çünkü temizlemek vâcib, Pekleştirmek ise müstehabdır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur.:
Taş ile temizlenen bir kişi taşları tek olarak kullansın!(Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

Taşı sol eline alır, mak'adının önüne koyar, arkaya doğru çekerek sıyırır.İkinci taşı yine sol eliyle alır, bu sefer maksadın arkasından öne doğru sıyırır.
Üçüncü taşı alır, evvelâ çıkış noktasının etrafında çevirir ve atar. Eğer çıkış noktasının etrafında taşın dolaştırılması kolay değilse üçüncü taşla maksadın önünden arkasına doğru sıyırıp temizlerse kâfi gelir.Bunu yaptıktan sonra sağ eline büyük bir taş alır. Âleti de sol elinde olduğu halde taşı âletine sürter.
Fakat bunu yaparken sol elini depretmek suretiyle taşın uç kısmına âleti sürter veya üç taşla ya da bir duvarın üç ayrı yerine sürtmek suretiyle bu temizliği tamamlar. Mesh yerinde ıslaklık görülünceye kadar âletini meshetmeye devam etmelidir. Eğer iki defa sürtmek suretiyle görülmeye başlarsa, üçüncü sürtmeyi de yapmalıdır.

Eğer sadece taş ile yetinip su kullanmamak niyetinde ise, taşa üçüncü defa sürtmek vâcib olur. Eğer dördüncü sürtünme ile âletinin temizlenmesi sona ererse, beşinci sürtünme müstehab tır ki, sürtünmeler tekleşsin.Taşlarla istincâ eden kişi, o yerden başka bir yere geçmeli, sağ eliyle suyu pislik yerine dökmeli ve pislik kalmaymcaya kadar sol eliyle ovalamalıdır.Pisliğin eserinin kalmamasını, sürtünmekle el hissedebilir. Çıkış noktasının kıvrtmlarıyla uğraşıp onları temizlemeyi pek ihtimama lâyık görmemelidir. Çünkü bu yer vesvesenin kaynağıdır.Ancak zahirdeki yerleri güzelce yıkamak kâfidir.

Suyun varmadığı her yerin iç taraf olduğunu bilmelidir. Necasetin hükmü ise, iç kısımdaki kalıntılar dışarı çıkmadıkça bunları kapsamaz. Dışarda bulunup ve kendisine necaset hükmü sâbit olanların zâhir sayılmaları için suyun onlara yetişmesi ve su vasıtasıyla silinmeleri lüzumlu olmalıdır. Bu bakımdan bu hususta vesveselerin hiçbir mânâ ve faydası yoktur. İstincadan kurtulduğu zaman şu duayı okumalıdır:
Ey Allahım! Kalbimi nifaktan temizle, tenasül uzvumu fuhşiyattan koru ve muhafaza eyle!

İstincadan sonra eğer koku kalmışsa elini yere veya bir duvara sürmelidir. îstincada su ve taşı bir arada, beraberce kullanmak müstehabdır. Rivayet edildiğine göre, 'Orada günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever' (Tevbe/108), ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Peygamber Kubâ Mescidi*nin yakınlarında oturan kimselere 'Allah'ın sizler için övdüğü bu taharetiniz nedir? Bana söyler misiniz? buyurmuş, onlar da 'Biz istincada su ile taşı bir arada kullanıyoruz' demişlerdir.(Bezzar, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle); İbn Mâce ve Hâkim, (Ebû
Eyyûb, Câbir ve Enes'den)
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Cevapla

“►İmam-ı Gazali◄” sayfasına dön