BENLİK AYNASI

Cevapla
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

BENLİK AYNASI

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Soru: Benliğin mahiyeti nedir?
Cevap: Latincesi "ego", Arapçası "ene" olan benlik, –kısaca– iyi ve kötü yanlarıyla mahiyet-i insaniye demektir. Allah (celle celâluhu) insanın mahiyetine hem iyi hem de kötü duygular koymuştur. Bu itibarla da insan, melek de olabilir, şeytan da. O, iradesiyle melekleri geride bırakabilecek bir ruhanîlik kazanabileceği gibi, şeytana bile rahmet okutturacak duruma düşebilir. Bu, "İnsanı ahsen-i takvîmde (en güzel surette ve çok güzel şeylerle donatılmış olarak) yarattık." (Tîn sûresi, 95/4) âyetinde çok açık ve net olarak görülmektedir.

Evet, en güzel şekilde yaratılan insanın, aynı zamanda kendisini aşağıların aşağısına götürücü –belli maksat ve hikmetler için mahiyetine konulan– kötü duygulara da açık bir yanı vardır. O her zaman bu duyguların tesiriyle esfel-i sâfilîne gidebilir. İnsanın esfel-i sâfilîne gitmekten kurtuluşu, –hem Tîn, hem de Asr sûrelerinde ifade edildiği üzere– iman edip salih ameller yapmasından geçer. İnsan, iman ve salih amel sayesinde kendisindeki melekleşme duygu ve istidatlarını geliştirirken, şeytanlaştırıcı his ve duygularını da köreltip kökünü kurutmuş olur
.

İnsan mahiyetinde, çekirdek gibi hem iyi hem de kötü duyguların fideliği olan bir merkez vardır. Bütün insanlar bu dünyaya bu iki merkeze ait duygularla mücehhez olarak gönderilmişlerdir. Dolayısıyla insan, iyi bir ailede doğar, iyi muallimler vasatında yetişir ve daha sonra da iradesini meleklik istikametinde kullanırsa, –Mevlâna'nın ifadesiyle– mahiyetini, yaratılış gayesi istikametinde inkişaf ettirerek bu istikamette bir fıtrat-ı sâniye kazanacaktır.. evet o, mahiyetinde gizli yazılar bulunan bir kâğıt gibidir. Onun ikinci bir fıtrat kazanması, işte bu kâğıda niyet, irade, amel, ihlâs, azim, cesaret ve gayret eczasını sürmesi suretiyle olacaktır; böylelikle mahiyetinde mündemiç olan o gizli yazı açığa çıkacak ve o, semâvî bir varlık hâline gelecektir.
Asıl benliği ile ortaya çıkan böyle bir insan, aynı zamanda bütün kötü duygularını da baskı altına almış olacaktır. İhtimal, bir zaman gelecek, insanda, nefse ve şeytana ait duygulardan, onu ömrünün sonuna kadar vazifesini devam ettirsin diye sadece sinir sisteminin tesir ve baskısı kalacaktır. Böyle bir noktaya gelen insanın artık erkân-ı imaniye ve ibadet ü taatin sıhhati mevzuunda hiçbir tereddüt ve şüphesi kalmayacaktır. Karşısına elli bin şeytan bile çıksa –Allah'ın izniyle– vicdanındaki o çok derin ve çok aydın hakikati asla sarsamayacaklardır. Ancak ahir ömre kadar mücadelenin devamı için, nefs-i emmâre veya âsâb, hassasiyet, şiddet, hiddet, öfke türünden bazı şeylerle onun ruh dünyasında bir kısım şerareler meydana getirebilir. Çünkü bu, insanın mahiyetidir ve bunun içinde insanın benliği, nefsi, ruhu, aklı, iyiye-kötüye meyyal olan istidatları ve maddî-mânevî cismaniyetinin mevcudiyeti söz konusudur.
Zannediyorum bu sualle öğrenilmek istenen şey, insan benliğinin, esrar-ı Hakk'ı aksettirici bir ayna olmasının mahiyetiydi. Evet, mahiyet-i insaniye hem karanlık hem de aydın ise, insanın kendi benliği ile Cenâb-ı Hakk'a, O'nun isim ve sıfatlar âlemine ışık tutması ve Zât-ı Ulûhiyet'i tam ve kusursuz bilmesi, bilip tanıma imkânına ulaşması nasıl mümkün olmaktadır?

Şöyle ki, insan, "Ben, ben.", "Benim iradem.", "Benim kud­retim.", "Benim iktidarım.", "Benim hayatım." demek suretiyle kendisine bir mahiyet çizer. Bu mahiyetin çizilmesinde bir yönüyle fayda vardır; çünkü insanın, bir yanıyla karanlık benliği, Cenâb-ı Hakk'ın varlığına bir ayna, insan da o aynada müşahit durumundadır. Buna biz, tasavvufî ifadesiyle esrar-ı hôdî (benlik kazanma sırları) diyoruz. Benlik kazanma sırlarıyla kendimize bir tasarruf sahası belirliyoruz. Benlik adına bu dairenin çizilmesi için insanın bütün mahiyetini iyice gözden geçirmesi lâzımdır.

Bu sayede insan, bilmesi, görmesi, duyması ve dilemesine bakmak suretiyle kendi ef'âl-i ihtiyariye (cüz'î irade) aynasından hayat, sem' u basar, irade, kelâm, kudret, tekvin gibi sıfât-ı ilâhiyeyi görebilir. Çünkü bu sıfatların hepsi birer zıll mahiyetinde insanda da vardır. İnsan, bunlara sahip çıkmakla, kendisine bir mahiyet sınırı çizer; sonra kendi dairesine baktığında görür ki, hayat dediği şey tamamen başkasına ait; onda var olan şeyler bütünüyle emanet.

Sonra bakar ve anlar ki hayatı gibi diğer evsafı da kendine ait değil. Nasıl ona ait olur ki? Ne doğumuna hükmedebiliyor, ne gelişmesine! Dünyada kendi isteğiyle durmadığı gibi gidişine de asla engel olamıyor. Önce, "Kulağım var, işitmek bana ait." der, sonra görür ki haddizatında ne o mekanizmayı koyan kendisi ne de onu hayat santraline bağlayan. "İşte gözüm; gören benim." deyiverir, fakat sonra biraz düşündüğünde, ne gözü bu şekilde yerleştirenin, ne de görmeye müsait şekli verenin kendisi olmadığını hemen anlayıverir. Zira göze o tümsekliği veren kendisi olmadığı gibi, gözün tabakalarının oluşmasında da bir dahli yoktur onun.

İşte insan, bu şekilde kendine ait saydığı âzâ ve duyu organlarını, zâhir ve bâtın latîfelerini düşünerek, bunlar üzerinde kendisinin hiçbir etkisinin olmadığının farkına varır. Ve sonuç itibarıyla bunların hepsinin Zât-ı Ulûhiyete ait olduğunu itiraf etme mecburiyetinde kalır. Böylece, daha evvel "Benim" deyip kendi nefsine izafe ettiği benliğinden sıyrılır ve benlikten vazgeçme sırlarını kavrar. Neticede benliğine ait her şeyin O'nun mülkü olduğunu düşünür ve hâlis tevhide erer.
Bu mahiyetiyle insan benliği, bir bakıma Cenâb-ı Hakk'ı bize sıfatları ile aksettiren bir menşur yani prizmadır. Çünkü Zât'ı Ulûhiyet, sıfatlarıyla muhattır. O'nu, "Esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhat, Zâtıyla mevcud u meçhul." diye tarif ediyoruz; o böyle tarif ediliyorsa şayet, bizim de her şeyi bu çerçevede değerlendirmemiz icap eder.

Bir yönüyle de biz, mahiyetimiz içindeki hakikatlerle, mahiyetimizdeki muhtelif sıfatları kullanarak Zât-ı Ulûhiyet hakkında değişik malumatlar elde edebiliriz.

Şöyle ki, biz, bizde bulunan bu sıfatlar, –biraz evvel de arz ettiğimiz gibi– bize ait olmamasıyla, bunların gerçek sahibi olan Zât-ı Ulûhiyet hakkında bir malumata sahip oluyoruz. Bir filozof, "Bende nâmütenâhîlik düşüncesi var, hâlbuki ben mütenâhîyim, çünkü doğuşum bellidir ve öleceğim. Bende, sonsuzluk düşüncesi olmaması lâzım; çünkü ben sonsuzluğu bilemiyorum. Öyleyse bu, bende bir nâmütenâhînin tecellîsidir." diye düşünür. O, bu sözleriyle mütenâhîden nâmütenâhîye intikal ediyor.[/size]Hz. Pîr-i Muğan da meseleyi benzer şekilde değerlendirir: Gördüğümüz-göremediğimiz eşya, var olmasıyla Cenâb'ı Hakk'ın varlığına; kaybolup gitmesiyle de O'nun bekâsına delâlet eder. Nasıl ki bir ırmak üzerindeki su kabarcıkları sermedî bir güneşin mevcudiyetini gösterir, akıp giden o ırmağın gelip geçen bütün kabarcıkları bir ayna gibi güneşi gözbebeğinde saklamak suretiyle onun varlığına delâlet ettiği gibi bütün eşya da varlığa ermesiyle Allah'ın varlığına, sonra kaybolup gitmesiyle de O'nun bekâsına delâlet eder. Bütün varlık hayatta kalıp burada durdukları sürece hep O'nun var etmesiyle, sonra da Kayyûmiyetiyle ayakta durur ve O yok edince de yok olur giderler.

Evet, O'nun sona erdirmesiyle her şey ve herkes son bulur. Zira bâki kalacak olan sadece O'dur: "Yeryüzünde ve kâinatta bulunan her şey fenâ bulacak, sadece Zât-ı Ulûhiyet'tir ki bâki kalacak." (Rahmân sûresi, 55/26-27) mealindeki âyet-i kerimesi de bu hakikati dile getirmektedir.

Evet biz, bizdeki bu sıfatların fenâsı ve zevaliyle, Allah'a ait sıfatların kemaline intikal ediyoruz/edebiliriz. Bizdeki sıfatlar eksik ve kusurlu olmalarıyla, asıl Sahibindeki sıfatların tamam olduğunu göstermektedirler. Bunu şöyle açabiliriz:

Meselâ, bizde, mahiyetimizi devam ettirme, bir yönüyle "kayyum"luk var. Mahiyetimizi devam ettirmek de, hayat için gerekli olan levazımatı tedarik etmeye bağlıdır. Bunlardan bir tanesi de bizim ef'âl-i ihtiyariyemiz içine giren yeme içme gibi şeylerdir. Ancak yine Hz. Pîr'in beyanıyla, insan ef'âl-i ihtiyariyesinden yeme içme gibi şeylerin öşr-ü mi'şârına (yüzde bir) bile sahip değildir.

Nasıl sahip olabilir ki? Meselâ, yediğimiz buğdayın yetiştiği toprağı yaratan Allah'tır; buğdayı yaratan Allah'tır; toprakla buğday arasında münasebeti yaratan, buğday içinde ukde'i hayatiyeyi var eden de Allah'tır. Dahası onun nemalanması için toprağı nemlendiren, tohum başını bir rüşeym hâlinde dışarıya çıkarınca güneşle münasebet kurmayı yaratan Allah olduğu gibi daha sonra bize onu tımar fikrini veren de Allah'tır. Sıralayıp sonuna kadar gelelim ve onu bir lokma yapıp ağzımıza götürelim. İhtimal işte biz sadece bu işi yapıyoruz.

Evet, bu kadar iş içinde bizim ef'âl-i ihtiyariyemiz, onu alıp ağzımıza atmaya yetiyor ancak. Eğer buna da sahip çıkılıyorsa, deriz ki, kolumuza kuvveti veren, yiyeceğimiz şeyin vücudumuza faydalı olmasıyla bizim onu ağzımıza götürmemiz arasındaki münasebeti kuran da Allah'tır. Aslında bir lokmayı ağzımıza koyduğumuzda bile, sanki bizim onda hiçbir dahlimiz yok gibi görünüyor. Zira ağzımıza koyduğumuz bir lokma, eğer Allah, işlettiği bir mekanizma ile tükürük bezlerini çalıştırıp tükürük ifraz ettirmese, ağzımızda taş gibi olur ve yuttuğumuz zaman boğazımızı deler.

Tükürük bezlerini çalıştıran Allah'tır. Yemek borusuna gönderen, mekanizmayı ayarlayan ve kuran da Allah'tır. Ara sıra nefes borusuna bir şey kaçtığı zaman, meselenin ne kadar komplike olduğunu hepimiz çok iyi biliriz. Daha ağızdayken mideye şifreler gönderilip ona bir kısım usâreler ifraz ettirilmesi, bağırsaklarda ve karaciğerde birçok vazifenin gördürülmesi… gibi meseleler üzerinde durmak da mümkündür. Dolayısıyla insan "Yedim" derken bütün bunları düşünebilse "Yedirildim" demesi daha uygun düşecektir. "Yedim" diyen mü'min de esasında bunu mecazî olarak söylemekte ve "Yedirildim" ifadesini kastetmektedir.

Görüldüğü gibi insanın ef'âl-i ihtiyariyesinden sadece bir tanesi dahi ele alındığında, onun bir kısım kusur ve eksikliklerinin var olduğu görülecektir. İşte insanın mahiyeti budur ve o, bu çerçevedeki mahiyetiyle vardır. Öyleyse bu işleri insanda var eden kâmil-i mükemmel, kusurdan münezzeh, aczden mukaddes bir Zât-ı Ecell ü A'lâ'nın var olduğunu göstermektedir. Bu suretledir ki, insan, mahiyetindeki her eksiklikle, eksiği olmayan Zât'ı tanıyacaktır. Binaenaleyh, mahiyet-i insaniye, Zât-ı Ulûhiyet'in sıfatlarının parlaklığını nazarımıza arz eden bir ayna mahiyetindedir. Biz her zaman bu mahiyet aynamıza bakarak, pırıl pırıl Zât-ı Ulûhiyet'in sıfatlarını görürüz. Vâkıa sıfatları görmek, makam-ı hayrettir; herkese mukadder olup olmayacağını bilemeyiz ama, Zât-ı Ulûhiyet'i tanımanın yolu da budur.

Bu arada, mârifetimize yarayan benliğin bir yanı, biraz evvel arz ettiğim gibi, her hareket ve her davranışta, Cenâb'ı Hakk'a ait yönleri düşünerek aczimizi, fakrımızı idrak edip Rabbin nimetleriyle perverde olduğumuz düşüncesiyle şükrümüzü, tefekkürümüzü, araştırmalarımızı daha da derinleştirerek, meselelerin içinde dört erkâna (acz, fakr, şükür, tefekkür) tam riayet etmek suretiyle, Rabbimiz hakkındaki malumatımızı artırabiliriz. Aslında böyle bir yolla, a'lâ-i illiyyîne yükselmek ve insan-ı kâmil mertebesini ihraz etmek her insanın hedefi olmalıdır. Nebilere ait yolda yürüme ve nebiliğe ait bir mânâyı temsil etme insanın girebileceği en önemli bir kapıdır; herkes Allah'ın inayetiyle bu kapıyı zorlayıp açmaya çalışmalıdır.

Benliğin bir dalında peygamberler ve onların sadık takipçileri vardır. Onlar, yaptıklarını Rab hesabına yapmış, Allah namına işlemiş, Allah namına başlamış ve Allah namına yemiş içmişlerdir. O'nun mübarek adıyla, her şey O'na dayandırılarak yapılmış ve her işe ayrı bir aydınlık kazandırılmıştır.. ve neticede de Allah mârifeti artmıştır.

Benliğin bir diğer dalında da zenginlik, hodfuruşluk, kendini satma, kendi menfaatlerine iş yapma vardır; orada da birer zakkum gibi nemrutlar, firavunlar meydana gelmiştir. Böyleleri, "Ben ettim.", "Ben yaptım.", "Ben çattım." der, hep aynı nakaratı tekrar edip dururlar; belli bir dönemden sonra Zât-ı Ulûhiyet'e feda edilmesi gereken istidatlar artık feda edilmez. Bu arada, Zât-ı Ulûhiyet'i tanıyanlar arasında dahi Cenâb-ı Hakk'a benzeme gibi yanlış bir felsefeyle hareket edenler vardır.. ve bunların bazıları, "İnsanın gayesi, gayetü'l-gayesi, teşebbüh bi'l-Hâlık'tır." der kendi hezeyanlarıyla temiz düşünceleri bulandırırlar
ALINTI
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: BENLİK AYNASI

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Enenin iki tarafı vardır. Birisi, mana-yı ismiyle bakmaktır ki, bu bakış, aslında itibarî bir vücudu bulunan eneye hayalî bir vücut verip onu şişirir ve kendine musallat eder. İkinci bakış açısında ise "enenin" itibarî bir varlığı vardır, mana-yı harfi vazifesini üstlenmiş, sonsuz olan Allah’ın isim ve sıfatlarının akıl tarafından idrak edilmesini sağlama adına bir birim ölçüsü, bir “vahid-i kıyasî” kimliğine sahiptir.

O halde hak batıldan ayrılmış, yollar belirlenmiştir. Eneyi mana-yı ismiyle kullanan kimse gittikçe haktan ve hakikatten uzaklaşır. Onu mana-yı harfiyle gören ise, enaniyetini bir parametre olarak kullanır, onun ölçütleriyle Allah’ın sıfatlarını anlamaya çalışır. Veya enaniyetini bir kimya laboratuarı gibi değerlendirip, mana-yı ismi namına ne kadar zararlı bulgular varsa, hepsini Kitap-Sünnet ekseninde değerlendirip iman potasında eritip dışarıya atılmasını sağlamaya çalışır.

Eneye mana-yı harfi hüviyetini kazandırmak için, sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Özellikle çağımızda Kur’an’ın manevî bir tefsiri, insanlara sunduğu bir reçetesi olan Risale-i Nur mizanlarından istifade edilebilir. Dış âlemdeki tabiat bir tağut olduğu gibi, iç âlemdeki tağut da enedir. Her iki tağut da insanları hak yoldan saptırıp, Allah’tan uzaklaştıran faktörlerdir. Hakikî ve tahkikî iman şuuru bu tağutlara yer vermediği için, böyle bir imana sahip olan kimsenin âleminde de bu tağutlara yer yoktur.

Fakat şunu unutmamak gerekir ki, imanın bilgisini ilmen öğrenmek ayrıdır, onu bütün hissiyatıyla hazmetmek ayrı bir şeydir. İmanî malumatı kuş gibi ağzında geveleyip kay/kusmuk olarak çıkarmak yerine, koyun gibi iliklerine kadar hazmettirip gıdalı, faydalı, berrak bir süt fabrikası haline getirmek gerekir.

İmanın bu hale dönüşmesi için, amelde uygulanmalı, yaptırım gücü takva ile arttırılmalıdır.

Bu asırda günahların takvaya mani olduğu bir gerçektir. Ancak, şunu unutmamak gerekir ki, eskiden yapılan fazla amel yerine bugün iman ilmine ihtiyaç vardır. Nefsi, riyaziyatla arındırmak yerine, aklı Kur’an ilmiyle vesveselerden arındırmalıdır. Bu gün aklımızı arındırmaya gerçekten çok fazla ihtiyaç vardır.

Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplenme duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde, var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.

Mesela, insanın ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücut ve azlarına "benim vücudum" ve "benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki "benim" ifadesi enedir.

Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencereler ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.

Mesela der "Ben şu küçük hanemin terbiye edicisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir vs. İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah'ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.

İşte insanın mahiyetinden bir parça olan ene ve benlik duygusunun bir ayine, bir kıyas aracı, bir inkişaf aleti, bir mana-yı harfi yani Allah’ın isim ve sıfatlarını tarif ve tasvir eden bir harf olması hep bu anlamdadır.

İnsan ene ve benlik hissini bu yönde kullanabilir ise ene insana çok yüksek makamlar ve terakkiler kazandırır. Burada ene ve benlik hissinin insan vücudunda şuurlu bir tel ve insan mahiyetinden ince bir ip olarak tasvir edilmesinin sebebi, ene ve benlik hissinin insan kavramının bütünlüğü içinde bir parça bir yön olmasındandır.

Yani insanın fıtrat ve mahiyeti o kadar geniş ve kapsamlıdır ki ene ve benlik bu fıtrat ve mahiyette sadece bir bölüm bir cüz bir kısım mesabesindedir. Ene ve benlik hissini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta ve kavramakta kullanamayanlar insan, mahiyetini ve fıtratını iflas ettirmiş demektir.

Özet olarak ene duygusunun hedef ve misyonu, Allah’ın mutlak ve kayıtsız sıfatlarına bir mikyas ve bir mizan olmaktır. Benlik duygusu itibari ve vehmi bir duygu olduğu için insanın nazar ve inancına göre şekilleniyor. İnsanın nazarı ve inancı küfür ve şirk ise, bu duygu kalınlaşıp insanı yutuyor, iman ve tevhit ise bu duygu incelip şeffaflaşarak Allah’ın o mutlak ve kayıtsız olan isim ve sıfatlarına tam bir mikyas ve ayna oluyor.

Ve ene duygusu, zerre kabiliyet noktasından sıfırlanmış ve tamamı ile hayra kabil bir alet hükmüne geçmiş oluyor ki, insanın hayatta en önemli hedefi, gayesi ve duası bu olmalıdır.

Mana-i harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez; ancak başkasına işaret ederse, anlam kazanır manasınadır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, mucidi ve sanatkarı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan yüzlerce yöne manay-ı harfi denilmiştir. Aynı şekilde eneye de manay-ı harfi ile bakmak, Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak, kıyas etmek anlamındadır.

Mana-i ismi: Mahlukata ve kainata Allah namına ve Allah’ın sanat ve eseri olarak bakmamak demektir. Yani mahlukat ve kainata kendi namına bakıp, sanatkar ile olan ilişkisini koparmak manasınadır. Elmayı Allah’ın sanatı olarak değil, sadece nefsine bakan yönü ile değerlendirip, Allah’a bakan binlerce nispeti ve işareti kesmektir.

Mesela benlik duygusunu mevcut görmek, Allah ile nispetini kesmek demektir. İnsanın cüzi kudretçiğini Allah’ın sonsuz kudretine kıyas ederek anlamakta değil, firavunlukta kullanmasıdır.

Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna gibidir. Bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın isimlerinden yansıyan tecellilerdir. Felsefe eneye, yani benlik duygusuna manay-ı ismi olarak bakıyor. Yani ene haddi zatında bir şeyin aynası ve levhası değil kendisi ve özüdür, demek istiyor ki bu felsefenin bir hezeyanıdır.

Bu manaya ve farka işaret etmek için bir temsil verelim: Çok zengin ve muktedir bir zat emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin bir takım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.

İki işçiden birincisi fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar.

Mesela der, “Ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O binlercesi İle alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik şu Onun mülkünün zenginliği ise baş döndürür.” der. O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orada geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O Zatta, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.

Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl fabrika sahibi olan Zatta ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı Hakk'tır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise İslam ve şeriattır...
ALINTI
Resim
Cevapla

“Serbest Kürsü” sayfasına dön