KALBİNE DANIŞ!

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

KALBİNE DANIŞ!

Mesaj gönderen nur_umim »

MܒMİNİN HAYATINDA BİR ÖLÇÜ: “KALBİNE DANIŞ!”

Doç. Dr. Yavuz KÖKTAŞ

Vabisa b. Ma’bed’in naklettiğine göre Hz. Peygamber kendisine şöyle buyurmuştur:
“İyilik ve günahın ne olduğunu sormaya geldin. Kalbine danış! İyilik, nefsin ve kalbin mutmain olduğu şeydir. Günah da -insanlar sana fetva verseler bile- nefsi düğümleyen ve göğüsde tereddüt meydana getiren şeydir”.

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194; Darimî, Buyû’, 2)

Zannediyorum çok iyi bilidiğimiz bir hadîs! Kısaca onu “müftüler sana fetva verseler de sen kalbine danış!” şeklindeki daha kısa anlatımıyla hatırlıyoruz. Üzerinde düşündük mü acaba? Günah dediğimiz şey Allah ve Resulunun haber verdiği şeyler değil miydi? İyi veya helal dediğimiz şey Allah ve Resûlunun bize söyledikleri değil miydi? Yahut şöyle düşünelim: Bir olay, bir haber karşısında mü’min, kalbine danışmalı… O haber veya olaya karşı mü’minin kalbinin verececeği tepki iyiyi ve günahı ortaya koyacaktır. Peki kalbin tepkisi kişisel değil mi? Kalbin tepkisi duygusal olamaz mı? İyi ve günahı belirlemek çeşitli etkiler altında kalabilen kalbe bırakılabilir mi? O zaman Hz. Peygamber’in bu tavsiyesini nasıl anlayacağız?

1. Bir kere kalbe danışmak her konuyla ilgili değil. Allah ve Resûlu bir şeye haram dediyse bunun kalbe danışmakla bir ilgisi yoktur. Mesela içki haramdır, “acaba şu ya da bu şartlarda biraz içmeme müsaade olabilir mi?” diye sorarak “bu noktada kalbime danışmalıyım o ne derse tamam!” şeklinde düşünmek maksadını aşan bir durum değil midir? Allah’ın açıkça haram kıldığı bir konuda benim farklı bir şey ortaya koymam düşünülebilir mi? O zaman kalbimize danışacağımız konular farklı olmalıdır.

2. Kalbe danışılacak konulardan biri bir hususta iki farklı hükmün, iki tür uygulamanın ortaya konulduğu meselelerdir. İbn Kuteybe’nin dediği gibi bu durum geçmişte ulemanın ihtilaf ettiği hususlarda geçerlidir. Mesela bir topluluk selef âlimlerinin bir şeyi yaptığını nakleder; başka bir topluluk ise o işi mekruh gördüklerini veya haram kabul ettiklerini nakleder. Yani bir tarafta mübah; diğer tarafta haram, en azından mekruh hükümleri var. Dinleyen bu iki haberden hangisiyle amel edileceğini; hangi mezhebe tabi olacağını bilemiyor. Ne yapacağız o halde? İçinde şüphe barındıran faizli bir muamele düşünün, içine haram madde katıldığı söylentisi olan bir yiyeceği düşünün. Hiç düşünmeden afiyetle bunları meşru mu kabul edeceğiz yoksa kaibimizin bizi götürdüğü yere mi gideceğiz? Mü’minin göğsü ancak bunlardan yüz çevirmekle inşirah bulur, rahatlar. Mü’min onu terk etmezse hevasına uymuş olur. Kalbinde bir sıkıntı meydana gelir, gelmelidir. Bu gibi şeyler kalbe ıstırap verir, vermelidir.

3. Kalbe danışılacak diğer bir husus da hükmü kalbimize bırakılan davranışlardır. Bu boyut, kişinin olaylar karşısında takınacağı tavırlarla alakalıdır. Öyle bir konudur ki bu, her zaman ve halde uygulanabilecek tek bir hükmü yoktur. Alimler bu konuda çeşitli hükümler belirlemiş olabilir. Şöyle olursa mübahtır, şöyle olursa haramdır vs. Ama asıl iş burada kalbimize düşmektedir. Onun nasıl olduğuna, kendini nasıl hissettiğine… Mesela herhangi biri için ayağa kalkmayı düşünelim.. Hz. Peygamber bu konuda kişiler için ayağa kalkmama yönünde tavrını ortaya koymuştur. Ayağa kalkma yönünde nadir uygulamalar da vardır. Bu durumda herhangi biri için ayağa kalkıp kalkmama konusunu nasıl halledeceğiz? Bu noktada mü’min kalbinin hakem rolü oynayacağı açıktır. Mü’min bu gibi meselelerde kalbine danışmalı.. Bu insana niçin ayağa kalkıyorum? Yağcılık mı, bir menfaat mi, korku mu yoksa ilmi mi, yaşı başı mı ne? Kişi sonuçta kendini en iyi bilendir. Muhasebesini yapar, kalbine bakar; dalkavukluk, yağcılık, korkaklıktan emin ise, kalkışı sırf ilme, Kur’an’a hürmet için ise o eylemi gerçekleştirir. İşte burada kalp çok önemli… Burada kalbe danışmak bir anlamda kalbimizin hangi pozisyonda olup olmadığını yoklamak demektir. Bir başka örnek… Vereceğim bu örnek biraz garip gelebilir belki, ama yakından bakılınca “acaba?” dedirtecek cinstendir. İslam’ı anlatma veya savunma adına televizyonlara çıkıp konuşabiliriz, konferanslar verebiliriz. Ve sorulduğunda “Ben Allah için bunları yapıyorum” diyebiliriz. Burada kendimize “gerçekten bunu Allah için mi yapıyorum?” diye sormalıyız. Dilimiz ne derse desin kalbimizin vereceği cevap en isabetli olanıdır. Evet, bunu menfaatim için mi, alkışlar için mi, şöhret için mi, bir yerlere yaranmak için mi, “müthiş bir adam!” desinler diye mi? Yoksa gerçekten Allah için mi? Şayet kalp “bunu mesela şöhret için yapıyorum aslında” diye karar verirse, İslam’ı anlatmayı, evet İslam’ı anlatmayı terk edebilmelidir. Bir kişiyi, bir hocayı, bir cemaati, bir lideri Allah için seviyorum mesela… Gerçekten mi? Kalbimiz ne diyor acaba? Bir rant için olmayasın, maddî veya manevî bir rant, fark etmez… İşte kalbimizi yoklama zamanıdır, kalbe danışma, ona fetva sorma vaktidir. Böyle pek çok görünüşte mübah durumlarla karşılaşabiliriz. Bu durumlarda önemli olan kalbimizin sesini dinleyebilmektir. Kalbimizin -nefsimizin hoşuna gitmese de- vereceği karara saygı duyarsak belki de pek çok mübahı terk etmek durumda kalacağız. Bu da elbette bir nefis mücadelesidir.
3. Hadîste kalplerin tezkiye edilmesine, hakikati sezebilecek düzeye çıkarılmasına yönelik önemli bir teşvik vardır. Her kalp hakkı-hakikati tam idrak edemez. Her kalp hakikati tam olarak yansıtamaz. Ayna misali… Hakikati görebilmek için ayna pürüzsüz olmalı, temiz olmalı… İşte bu anlamda Allah Resulu mü’minin kalbine güveniyor. O kalp o derece tezkiye olmuş ki veya olmalı ki, Allah Resûlu onun vereceği karara güveniyor. Ya kalp tezkiye olmamışsa, içindeki ve etrafındaki ayrık otları ayıklanmamışsa… Bu durum sıkıntılı bir durumdur. Demek ki, her kalp danışılacak kalp değildir. Dünya şehvetlerine batmış; para, makam sevgisi bulaşmış, şöhretin esiri olmuş kalbin vereceği anlamlı bir fetva ne olabilir ki! O zaman “kalbine danış!” denilirken her türlü kalp kastedilmiyor. Bu durumda kalplerimizi danışılacak kalplere, hakikati sezebilecek kalplere dönüştürmemiz gerkmiyor mu? Bunun için kalp eğitimine, duygu eğitimine şüphesiz ihtiyaç vardır. İslam’ın emrettiği ahlakı yaşamaya ihtiyacımız vardır. Hz. Peygamber “ayırım yapmıyor, her kalbi kastediyor” denilebilir. Eğer öyleyse diyorum ki Efendimiz şunu kastediyor: Günahla ilgisi olmayan ama ilmi de bulunmayan sokaktaki sade bir mü’min veya dediğimiz gibi günaha batmış, kalbini dünya sevgisi sarmış bir mü’min de olabilir. Sanki Peygamberimiz onlara şöyle sesleniyor: Ey bu haldeki mü’minler, (açıkça haram ve helal olan dığında) herhangi bir olayla karşılaştığınızda kalbinize danışın! O size doğru adresi gösterecektir. Hangi kalbe gideceğinizi, nereye soracağınızı o size gösterecektir. En azından kalpleriniz bu seviyede olmalıdır. Keyfinizce fetva vermeye kalkmayın! Bir mü’min kalbi en azından nereden fetva alacağını bilecek seviyede olmalıdır.

4. Bu hadîs ayrıca şüpheli şeylere karşı uyanık olmamız gerektiğini tavsiye ediyor. Öyle ya, kalbimize niçin danışıyoruz? Bir meselenin hükmünü, ne olduğunu bilmediğimiz için, konu bize şüpheli geldiği için, nasıl bir tavır takınsam diye kararsızlık içinde olduğumuzdan dolayı… İşte bu noktada Efendimiz bizi uyarıyor:
“Helal olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak olan bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer o et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir”.
(Buhari, İman, 39)

Gazalî’nin dediği gibi bu konu uzun izahlara muhtaçtır. Yine onun ifadesiyle şu kadarının söylenmesi gerekiyor: Helalin de haramın da dereceleri vardır. Mesala haramların bazıları, bazılarından daha ağır ve daha pistir. Tıpkı bir hastaya hararetli şeyler zararlı olunca harareti daha fazla olanın daha çok zararı olması gibi. Mü’minlerin haram ve şüpheli şeylerden kaçınmaları beş derecedir:

a. Birinci derece bütün Müslümanların göstermesi gereken veraı kapsıyor. Şöyle ki, zahir fetvaya göre haram olan şeylerden uzak durmalıdır. Bu, veranın en aşağı derecesidir. Bundan el çekenin, yani harama düşenin adaleti ortadan kalkar.

b. İkinci derece salih kulların ortaya koduğu veradır. Bunlar müftünün “haram değildir, fakat şüphelidir” dediği şeylerden de sakınan kimselerdir.

c. Üçüncü derece muttakî mü’minlerin gösterdiği veradır. Bunlar haram ve şüpheli olmayıp fakat onlara yol açabilen şeylerden de sakınan kimselerdir. Halife Ömer b. Abdiaziz’in önüne ganimet malından misk getiriler. O, hemen burnunu tuttu ve “miskin faydası kokudur” dedi. Büyük velilerden biri bir gece bir hastanın başında bekledi. Hasta ölünce hemen kandili söndürdü ve “bu da varislerin hakkı oldu” dedi. Bunlar İslam’ın nurundan gelen önemli şeylerdir.

d. Bu derece sıddıkların veraıdır. Onlar helal olan şeylerden sadece harama müncer olduğu için değil, belki onu meydana getiren sebeplerden birinin de işlendiği için sakınan kimselerdir. Mesela Bişr-i Hafi sultanları yaptırdığı çeşmelerden su içmezdi. bazıları da sultanların açtırdığı kanallardan sulanan bağ-bahçenin ürününü yemezdi.

e. Beşinci derece mukarreb ve muvahhidlerin veraıdır ki, onlar Allah için olmayan yemeği, içmeyi, uykuyu ve her şeyi kendilerine haram etmişlerdir.

Bu izahlar şu gerçekleri ortaya koyuyor:

1. Şüpheli şeylere karşı uyanık olmalıyız. Azami ölçüde dikkatli olmalıyız.

2. Şüpheli şeylere karşı kalplerimizin durumu bir değildir. Farklı faklıdır. Bu durum gevşekliğe yol açmamalı, aksine daha ihtiyatlı olmaya sevketmelidir. Diğer taraftan mü’min kendini sıkıntıya da sokmamalıdır. Herkes aynı derecede kalbe sahip olamaz. Ancak asgari müştereği tutturmak zorundadır. Bunun dışında kendi konumuyla yetinmemeyi öğrenmelidir. Bu derecelerin birer hedef olduğu, çıtayı yükseltmek olduğu hatırlanmalıdr. Herkesin kendi kabına göre bunlardan istifade edebileceği unutulmamalıdır.

3. Gazalî, ikinci dereceye izahını yapmaya çalıştığımız hadîsi yerleştirmiştir. Müftü fetva verse de şüpheli şeylerden kaçınan kimseler… Buradan birinci derecedekilerin şüpheli şeylerden kaçınamadığı anlaşılıyor. Belki de kalplerinin kıvamı şüpheli şeyleri ayırtetmede yetersiz kalıyor. Seçici olamıyor. Demek ki, ikinci derecedeki insanlar haramlardan kaçınmış, kalpleri belli bir kıvama gelmiş insanlardır. Bu insanlar şüpheli şeylerden kaçınabiliyor. Kaçınabiliyor ama şüphelinin de şüphelisi olan şeylerden kaçınamazlar. Bunun için daha incelmiş, daha hassas, daha şuurlu kalplere ihtiyaç vardır.

4. Aslında her derece “kalbine danış!” öğüdünü yerine getirmeye hak kazanmıştır. Zira ilk derece bile haramlardan uzak durmayı gerekli kılmaktadır. Haramlardan uzak duranın kalbi bir dereceye kadar, sadece bir dereceye kadar kıvamını bulmuş, yine bir dereceye kadar danışılacak hale gelmiştir. Ancak bu kalp kendi konumunu, yeterli olup olmadığını bilmek durumundadıdır. Bazen öyle olur ki, meselenin içinden çıkamaz. Akıl akıldan üstün olduğu gibi kalp de kalpten üstündür. Belki de her kalp bir üstüne danışmalıdır. Beşinci derecenin bir alttakine danışması düşünülemez ama birinci derecenin, ikinciye; ikinci derecenin üçüncüye vs. danışması pekâla düşünülebilir. Buradan yola çıkarak denilebilir ki “Ey mü’min kalbine danış, ama kalplere danışmayı da unutma!”.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Resim
Cevapla

“Serbest Kürsü” sayfasına dön